bugün

entry'ler (11)

tanrıya inanmanın rasyonalitesi üzerine

Tanrıya inanmamanın rasyonalitesi yüz üzerinden sıfırdır. kendisinde olan aklı, iradeyi ve şuuru evrende yoksa sayan ateist ve agnostiklerin evrenin aklını, iradesini, şuurunu sorgulaması saçmalığıdır.
nasıl oluyor da bir varlık kendisinde var olmayan bir özelliği kendi içinde var ettiği varlıkta meydana getirebiliyor? bunu nasıl aklınız alıyor? bakın tanrı ile evreni ayırıyor veya bir tutuyor değilim. ikisi de aynı kapıya çıkıyor bir şekilde; o da tanrının varlığı. ama kalkıp da bütün bir evrenin tarihini, süreçlerini, nasıllığını anlayıp kavrayıp sonra bunu ciltlerce yazıp, kitaplar basıp, düşünce platformlarında tartışabilecek seviyede kendinizi görüyorsunuz, yani kendinizde tüm bunların farkına varabilecek bir idrakin bir aklın bir şuurun ve hepsinden önemlisi bir iradenin varlığını kabul ediyorsunuz ama içinde var olduğunuz, evrenin-tanrının bir aklının, şuurunun, idrakinin olmadığını hatta daha önemlisi bir iradesinin olmadığını yani sizi bilinçli bir şekilde isteyerek var etmediğini iddia ediyorsunuz. kusura bakmayın ama kendi beyin hücreleriniz sizin beyninizin düşündüğü şeye gülmüyorsa ben de daha bir şey demiyorum. aynen öyle. kendi hücreleriniz, sizin varlığınıza niçin inanmıyor? evrendeki maddelerden(insanın kendisi de bu maddelere dahil) hareketle evren hakkında konuşanlar. bunu bir sorgulayın.

cübbeli ahmet hoca

Hoca denilmesi hocalara hakaret olan, ehl-i sünnetin adını suistimal eden, hurafeci, şirk aşığı.

ramazan ayı denildiğinde akla gelenler

Kız istemeye gidilememesi.

müslüman olmayanların cehenneme gideceği gerçeği

Süleyman ateş'in "Cennet kimsenin tekelinde değildir" adlı makalesini okumaları gerektiğini önereceğim kişilerin iddasıdır.
Makale için buyrun:
http://www.islamiarastirm...c6e9c3f6dde43b312c1de50cf

torku

Gerçek bisküvi, çikolata tadı almamı sağladı. glikoz kullanmayıp şeker pancarı kullanıyor adamlar daha nolsun.

adil düzen

adil düzen; istihsalde kapitalist, istihlâkte(tüketimde) komünist, ticarette liberalist, tedavülde (kredileşmede) sosyalist, üretimde teşebbüsçü, imarda plâncıdır. insanlıkta devlet, il, bucak ve ocaklar vardır ve bunların merkezleri vardır. yerinden yönetim vardır. merkez hâkim değil, hâdimdir. aile var, evlilik var, ancak, evlenme ve boşanma serbesttir. din var, ama dinde zorlama yoktur. özel mülkiyet var, ancak tekelcilik yoktur. para kurallara bağlı olarak herkes tarafından çıkarılmaktadır. devlet ve bankalar kurallara uyup uyulmadığını denetlemektedirler. adil düzen; yok edici değil, düzenleyicidir. dengeleyicidir, koruyucudur, zararlarını gidericidir.
Adil Düzen hakkındaki seminer, makale ve kitaplara http://www.akevler.org adresinden ulaşılabilir.

sevilmemek

var olmamakla eşdeğerdir aslında. farkına varılmamak, ümit edilmemek, beklenmemek, sabredilmemek, belki ölememek bile.

zorunlu askerlik

bir ülkenin var olması için zorunlu olan şeydir. ülkenin erkek nüfusu ya malıyla ya da canıyla bu görevi yerine getirmek zorundadır. canıyla askerlik yapmayanlar malıyla bedelli askerlik yapar ancak öyle 18.000 tl gibi bedava bir fiyata değil, dengeli olacak. Kişi askere gitmek ile bedelli yapmak arasında tercih edebilecek seviyede olacak tutar. Yoksa herkes bedelli yapar, kimse askere gitmez gibi bir durum da ortaya çıkabilir. ayrıca canıyla askerlik yapmayının seçilme yani yönetme hakkı olmamalıdır. malıyla askerlik yapanın da sadece seçme hakkı olmalıdır. hem askerlik yapmayacak hem de yönetime gelip başbakan olup askere hükmedecek? yok öyle.

besmele

insan 'besmele ile' ve 'besmele'deki rahmet sıfatı ile; yıkıcı değil yapıcı olduğunu, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olduğunu, ayrılıkçı değil birlikçi olduğunu, belirsizlik içinde değil belirlilik içinde görevli olduğunu hatırlamış olacak ve allah'a dolayısıyla diğer insanlara karşı taahhütte bulunmuş olacaktır.
insanın 'rahmet' sıfatı içinde kendi yolunu çizebilmesi için herkesi dinlemesi ve en iyi yolu seçmesi gerekmektedir.
ayrıca, iyilikte başkaları ile yardımlaşmalıdır. tek başına iyi olmak yerine topluca iyi olmak yolunu tutmalıdır.
başka insanlara nefret ve düşmanlık beslemek yerine, onları sevmeli ve onların kötülükleri varsa ıslah etmelidir. kindar ve saldırgan olmamalıdır.
nihayet, rahmet sıfatının bir gereği olarak adil de olmalıdır. haksız olanın tarafını tutmamalı ve mağdura yardım ederek kötülüklerin giderilmesine çalışmalıdır.
insan, allah'ın rahmet sıfatının kendisinde tecelli etmekte olduğunu ve kendisinin allah'ın halifesi olduğunu unutmamalıdır.

kuran ı kerim

ayetlerinden kendisinin allah'ın kelamı olduğunu anlatan kitap:

"de ki, rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadar da eklense, denizler tükenir, rabbimin sözleri yine de tükenmez."(kehf[18];109)
"andolsun ki biz kur'ân'ı düşünülmesi için kolaylaştırdık. binaenaleyh bir düşünen yok mu?"(kamer[54];17)
"biz sana bu kur'ân'ı, kendilerine ne indirildiğini insanlara beyân edesin ve onlar da düşünsünler diye indirdik."(nahl[16];44)
"neden kur'ân'ı derinden derine anlamaya çalışmıyorlar, yoksa kalblerine kilit üstüne kilit mi vurulmuş?"(muhammed[47];24)
"bizim uğrumuzda çaba harcayanlara biz elbette yol gösterecek, onları bize gelen yollardan birine mutlaka ileteceğiz."(ankebut[29];69)
"görüyorsun ya allah, bulutlardan yağmur indirmektedir. sonra biz onunla çeşit çeşit meyvalar yetiştirdik. dağlardan da kimi beyaz, kimi kırmızı, türlü renklerde kapkara yollar peyda ettik. insanlardan, yerde yürüyen hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle çeşit çeşit renk renk cinsler yarattık. allah'ın kulları içinde kendisinden en çok korkanlar ancak ilim sahibi olanlardır."(fâtır[35];26-27)

Peki kur'an'ın Allah'ın kelamı olup olmadığını nasıl anlayabiliriz?

kur'an'ın anlaşılabilmesi için önyargısız bir şekilde okunup anlaşılabilmesi gerekmektedir.
bir kitabın doğru anlaşılabilmesi, o kitabın önyargılardan ve ön kabullerden uzak olarak okunması ile mümkündür. bu temel prensip, kur'ân-ı kerîm'in doğru anlaşılması için de geçerlidir. bundan dolayı allah'ın kitabı kur'ân'ın doğru olarak anlaşılabilmesi için önyargılardan uzak olarak okunması gerekir.
önyargı iki şekilde gerçekleşir:
birinci önyargı, kendi kafamızdaki bilgileri esas alıp onları kitaba yüklemek suretiyle aslolandan uzaklaşmak, böylece kitabın ifade ettiğini anlamayı önlemek şeklinde gerçekleşir. yani kitapta başka şey kastedilmiş olur, ama biz ondan başka bir şey anlarız; veya anlamak isteriz. oysa, kitaptan doğru bir şekilde yararlanabilmek için onun ne demek istediğini doğru anlamak gerekir. kitaptaki bilgileri anlamak, onları kabul etmek anlamına gelmez. yani siz kitabın manasını tahrif ederek başka şey anlayacağınıza, kitabın manalarını doğru anlayıp size uygun olanı kabul eder, uygun olmayanı reddedersiniz. bilmenin zararı yoktur.
bilmek, doğrulardan yararlanma ve yanlışlardan korunma, yararlı olanları alma, zararlı olanları atma imkanını verir. bundan dolayıdır ki bir kitabı okumaya başladığımız zaman, doğru veya yanlış ayırımı yapmadan önce, o kitapta neyin ifade edildiğini anlamaya çalışmak temel esas olmalıdır.
ikinci önyargı, daha baştan kitapta mevcut olan hükümleri doğru veya yanlış kabul etmek şeklinde gerçekleşir. önce kitabın ne dediğini anlamak, daha sonra da anlatılanları muhakeme ederek ifade edilenlerin doğru veya yanlış olduklarına ondan sonra karar vermek gerekir. daha baştan hiç bir araştırma yapmadan o kitapta olanların doğru olduğunu kabul etmek veya yanlış olduğuna inanıp reddetmek, o kitabı anlamaya ve ne dediklerini kavramaya engeldir. bu tutum ve anlayış, kitabın yanlış anlaşılmasına sebebiyet verdiği gibi; aynı zamanda ondan gereği gibi yararlanmanın ortadan kalkmasına da sebebiyet verir.
kur'ân-ı kerîm de bu temel prensibe uygun olarak böyle bir anlayışla okunmalıdır.
bu prensip sebebiyledir ki kur'ân daha ikinci surenin başında: "bu kitap muttakilere hidayettir" (bakara[2];2) diyor. "muttaki", kendisini koruyan, yani doğruyu doğru, yanlışı yanlış kabul eden kimse demektir. diğer bir ifadeyle, hakka, gerçeğe, doğruya teslim olan kimse demektir. yani, kendi kafasındaki putları peşin olarak hak kabul edip o putlara uyanları doğru, putlara uymayanları yanlış kabul eden kimse değildir. araştırma yaptıktan sonra hak nasıl tecelli edecekse, hak nasıl ortaya çıkacaksa, onu olduğu gibi kabul edip ona baştan inanıp ona göre yola koyulan kimse bu kitaptan yararlanır. bu kitap, ancak böylesine geniş ufuklu bakış sahibi olanlara yol gösterir ve kılavuzluk yapar.

allah in kendinden biz diye bahsetmesi

Kur'an'ı vahy eden eden Rabbimiz kendisinden bu kitapta değişik şekillerde bahsetmektedir:

“O” olarak söz etmektedir. Kâinat yaratılmadan önceki zatının adıdır. Yahut zamirdir.

“Ben” olarak zikretmektedir. Eğer yaptığı işi doğrudan yapıyor ve melekleri yahut insanları veya cin ve ruhları
istihdam etmiyorsa, doğal kanunlarla oluşmuyorsa “Ben” diye söz eder. “Ruhumdan nefh ettim”in manâsı budur.

Yahut “Biz” diye bahseder. O zaman Allah mahlukatı aracılığı ile yapmaktadır. “Mimmâ RazakNâhum”daki
“Nâ” böyledir. Çünkü Allah rızkı araçlarla vermiştir. Siz çalışırsınız, kazanırsınız.

“Allah” olarak zikretmektedir. Adını söylemektedir. Okurken buna göre okumalısınız. Bunu böyle yapmaktadır.
Çünkü eğer hep “Allah” veya “O” bahsetseydi, okuyucu bu kitabı Hz. Muhammed'in yazdığına hükmedecekti.

Hep “Ben” veya “Biz” diye bahsetseydi Hz. Muhammed'in kendisini tanrı olarak takdim ettiği sanılırdı. Böylece bu kitabın Allah‟ın sözleri olduğu sûrelerin uygun yerlerinde hatırlatılmaktadır. Diğer sıfatlarla da bahsetmekte, Allah'ın vasıflarını anlatmak için bunu yapmaktadır.
Bir de muhatap olarak “Sen” geçmektedir. Bu muhatap kimdir? Bunun da dört değişik manâsı vardır.
Kur'ân'ı ilk telakki eden Abdullah'ın oğlu Muhammed'e hitap etmektedir. “Zeyd boşadı, seni nikahladık” derken, oradaki “Sen” Hazreti Muhammed‟dir. Kur'ân'ın birçok âyetlerine bu şekilde manâ verilir. Kur'ân'ın tarihini
yazarken bu manâları doğrudur.
Kur‟an‟ı tebliğ ile yükümlü olan Nebi‟nin halifeleri. Bunlar dünyanın her yerinde bulunan ulemadır. Onlar
nebilerin vârisleridir. “Ey Nebi” derken onlara hitap etmektedir.
Kur‟an‟ı uygulamakla mükellef olan mü'minlerin kabile reisi olan ve resulün halefi olan başkanlar. şimdiye kadar
"sen" deyince biz bunları anladık.
Nihayet Kur‟an‟a iman eden herkes muhataptır. "Anne baban senin yanında yaşlanırsa onlara -üf- bile deme!" âyeti bu anlamdadır. Bu âyet Hazreti Muhammed aleyhisselâma hitap etmez, çünkü onun anne ve babası çocukluğunda bile yoktu, erken ölmüşlerdi. O halde Kur'ân'ı okurken muhatap olarak alınan “sen” kelimesini bu dört manâdan birine hamledeceksiniz. Sıra ilerleyecek, uyarsa iki, hattâ üç kimseye ayrı ayrı hitap etmiş olur.

Çok önemli bir husus da, Allah Kâinatı şuurlu varlıklar için var etmiştir. şuurlu olmayan varlıklar için bir yarar
düşünülemez. Allah'ın zaten bir ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde insanı kendisine halife yapmıştır. Yeryüzünü ise insan olan Ademoğluna vermiş, orada onu halife kılmıştır. Dolayısıyla Allah'a ait olan hak ve görevler, O'nun halifesi olarak insana devredilmiştir. insanlığı da yaşayan insanlar temsil etmektedir. insanlık ülkeler, iller, bucaklar ve ocaklar şeklinde bölünmüştür. O halde Kur'ân'da geçen uluhiyyet ile ilgili "Allah" kelimesi sadece ve sadece yüce yaratıcı olan "Allah" manasına gelir. Bununla birlikte Kur'ân'da geçen dünyevi konularda düzenle ilgili, hak ve hukukla ilgili konularda “Allah” kelimesinin anlamı yüce yaratıcı olan "Allah" olmakla birlikte aynı zamanda “kamu/topluluk” manasına da gelmektedir, “Resul" kelimesinin anlamı da "Hz. Muhammed" olmakla birlikte “başkan” manasına da gelmektedir, bucak başkanıdır. Kur'ân'ı böyle takip ettiğimizde artık onun ne demek istediğini kolay bir şekilde anlamış oluruz.