Bizim de bir köyümüz var ve küçükken köye gitmeyi dört gözle beklerdim. Fakat yanlış anlaşılmasın, dört gözle beklememin sebebi köyden çok uzakta ormanın ortasında en yakın evin bir karşıki dağda olduğu dedemlerin yayla evine gitmek istememdi.
Ben ne yapayım şehirdeki mahallenin bir benzerinin daha gelişmemiş versiyonunu.
Bana doğa lazım, şırıl şırıl akan çaylar, küçük şelaleler, inekler, bekçi köpeğimiz, evin free takılan kedisi, evin önünden akan hiç durmayan buz gibi su, ormanın içindeki mantara benzer koku, elma, fındık, ceviz, kiraz, kızılcık ağaçları, böğürtlen, kuşburnu çalılıkları, patika yollar, yemyeşil dağlar. Hissettiğim o müthiş duyguyu anlatamam.
önceden çok severdim köyü çok eğlenceliydi. şimdi sıkıcı geliyor.
buarada köyde olsam birşey yapamazdım çünkü anneannem ne yapsam kızıyor ve birşey olsa benden biliyor.
Köyde olsak bu saate yatma hazırlığına girişmiştik.
Sivrisinek saldırısına uğramayalım diye cibindirik * kuruyorduk.
Belki bir ihtimal uyumadan önce içilen son çaylar ve yanında bizzat bahçeden toplanmış karpuz kavun yeniyor olabilirdi.
Gece karanlığına cırcır böceklerinin sesleri eşlik ederdi, onları dinlerdim. Serin serin eserdi rüzgar.
Ha demeden normal dört duvar içinde uyumazdık, çardakta uyurduk.
Temiz, açık havada.
Gerçi hoş siz çardak da bilemezsiniz, belediye bankı gibi bir şey sanarsınız.
Evin salon büyüklüğünde ve hatta salon işlevinde ahşap balkonu diye betimleyebilirim sanırım.
Özellikle Adana'nın Kuzey ilçelerindeki tüm köylerde yaygındır. Ve kimse evin betonarme ya da taş kısmında oturmaz yatmaz, çardak varken..