bugün

zaman gazetesinde ülkemizin geçmişteki problemleriyle bugünkü problemlerinin aynı olduğunu gözler önüne sermek amacıyla yapılan,70-100 yıl öncesindeki yazıları tekrar yayınlayıp ispatını yaptığı hoş köşe
Necip Fazıl Kısakürek (Üstad'ın 'Müdafaalar'ından iktibas ettiğimiz 1947 tarihli savunması, )


Muhterem Adalet Mümessilleri!..
Eğer kanun bir tansiyon âleti gibi, yalnız gördüğünü kaydeden, hatır ve gönül dinlemeyen, bir çöpçü ile bir hükümet reisini bir tutan ulvî terazi ise, bu terazinin üzerinde sıfır noktasını geçecek hiçbir sıkletimiz yoktur. Yok, eğer kanun, ille bu terazinin ibresi bir sıklet kaydetsin diye sırtımıza zorla giydirilmek istenen kurşun yüklü gömleklere müsamaha edici bir politika telkiniyetine müstait bir nesneyse, sıkletimiz bir sene değil, tam altı sene ağır hapis istihkakını göstermektedir. Kanunun ne demek olduğunu ise mahkemeniz gösterecektir.

Alman devlet reisinin tehdidine "Berlin'de hâkimler vardır!" diye karşılık veren köylünün meşhur cevabını elbette biliyorsunuz. Eğer bu mahzun memlekette ve bu hazin şartlar içinde, hak ve hakikat adına çırpınan, yırtınan, kıvranan birkaç mücadeleci kalem varsa, onların da tek tesellisi, kanunî mevzuların sıhhat ve adaletle tartılacağı bakımından "Türkiye'de hâkimler vardır!" kanaatıdır. Yoksa bütün teşkilatiyle üzerimize yürüyen zînüfuz ve zîşevket politika saikine karşı, hami ve müdafi, sığınak ve kucak diye kimi ve neyi bulacaktık? O zaman belki her fikir adamına, ya kasidecilikten, yahut tanzifat ameleliğinden başka bir iş düşmeyecekti. Yalnız sizin mevcudiyetinizdir ki, muhterem hâkimler, bize, üçbuçuk fikir ve dâva adamına, hak ve hakikati belirtmek cesaretini vermekte ve arkamızı dayıyacak aziz bir siper teşkil etmektedir.

Muhterem hâkimler!

Ben bu ağzımla katiyyen beraetimi isteyemem! Bir masumun bir mahkemeden isteyebileceği ve benim istediğim tek nimet bu olsa da, ben bu vaziyette "beraetimi istiyorum!" demekten haya ederim! Ben sizden, Türkiye'de hâkimler bulunduğunu göstermenizi istiyorum!

Bir Türk fikir adamı, sizden, Türk kanunlarının bütün hakikatiyle tecellisini istiyor. Bir fikir adamı ki, (Hristantos veledi Prodromos) ismini taşımadığı için Türklüğe hakareti muhaldir... Bir fikir adamı ki, Sarayı Hümayuna mensup kilercibaşı bilmem ne paşanın oğlu da değildir ve hasbîlikten başka hiçbir vasfı yoktur... Bir fikir adamı ki, yalnız "Allah ve ahlâk" dediği için hapishaneye atılmıştır. Bir fikir adamı ki, ancak iki taksi otomobilini doldurabilen ve kendisine yüksek tahsil genci süsünü veren birkaç taharri memuruna karşılık, hakikatte bütün Türk gençliğiyle Türk halkının ketum ruhundaki sessiz alkışlar içindedir... Bir fikir adamı ki, istanbul'u ziyarete gelen ve ne kendisini tanıyan, ne de kendisinin tanıdığı bir Prensesten para istediğini ima edecek kadar esfel ve ahmak; ve o Prensesi kapı kapı dolaştırıp "Bu menfur yalana imkân olduğunu bilseydik istanbul'a gelmezdik!" dedirtecek kadar denî ve şaşkın bir propagandayla çevrilmek istenmiştir... Böyle bir fikir adamı, Türk kanunlarındaki hakkını beklemekte; yalnız şu kadar söyleyebilmektedir:

- GERiLERDE, DERiNLERDE, ENGiNLERDE TEK BiR ÜMiT KIVILCIMINA YER KALABiLMESi iÇiN, TÜRKiYE'DE HAKiMLER BULUNDUĞUNU GÖSTERiNiZ!"
Zaman Üstü Yazılar] Gazeteler ve gazeteciler
Gazete her tür günlük hadisenin canlı aynası, yirmi dört saatin târihî hâtırasıdır. Matbuat, dünyada olup bitenlere açık bir penceredir. Her sabah oradan insanlık gibi sürekli değişen târihî görünüşleri temâşâya koşarız; âlemin acı ve komik, ürkütücü ve ferahlatıcı, iyi ve kötü geçit resmini izlemek isteriz.

Kan kokusuyla fazilet, aptallık ile felsefe, yalanla doğru, karmakarışık görüş ağlarımızın önünden geçer. Ancak gazeteler vasıtasıyla insanlığın yaşantısından haberdar olur, ders alırız. Gazeteler halkın arzu ve isteklerinin tellalıdır, devlet memurlarının davranışlarını düzene sokarlar. Gazete, millet ile hükümet arasında -her gün görevlerini hatırlatan- bir tercümandır. Matbuat elinde bir meş'ale ile halkın, kamuoyunun önüne düşer: Olayların karanlık köşelerini aydınlatır, okuyucuların gözünde bilinmez, belirsiz, gizli kalan şeyleri siler ve gerçekleri göstermeğe çalışır. Saf görünmek isteyen lekeleri, ikiyüzlülüğe bürünen fesat ve suçları, çırılçıplak ortaya atar. Yüzyılın tarihi içinden gazeteleri çıkarınız: Her şey yoğun bir karanlık içinde kalır. Gazeteciler -söz yerindeyse- millet ordusunun süvari fırkasıdır: iç ve dış düşmanlara karşı ilk hücum onlardan beklenir... Gazete muharriri yalnız davasız bir tarihçi, küçük bir Herodotos değil, aynı zamanda bir uyarıcı ve öğüt vericidir. Her sabah okuyucularını uyarır, fakat ayaklarından çekerek değil, gözlerine gazete dediğimiz pulverizatörle dâima taze hadiselerin tozlarını püskürerek... Gazete yazarla okuyucunun daimi buluşma yeridir; her gün orada buluşurlar.

(…)

Matbuatın aşırılığından şikayet eden okuyucular, biraz tuzluca dedikoduyu içermeyen gazetelere itibar etmiyorlar; ciddi dediğimiz nüshalar küçümseniyor, satılmıyor; ciddiyet bize pahalıya mal oluyor. Hakkımızda en acı serzenişleri reva görenler sabahleyin gazetelere göz gezdirirken içlerinden pek hayırlı ve itidalli olmayan bir ses: "Bakalım, bugün de kimin ayağına ip takmışlar?" diye fısıldar, ellerindeki gazete sayfalarında yüzünden maskesi kaldırılan bir hâinin rezillikleriyle ilgili ayrıntıları arar ve şayet aradıklarını bulamazlarsa -umduğunu bulamayanlara mahsus- bir hoşnutsuzlukla gazeteyi bir tarafa atarlar. Gazeteleri gazeteciler yazar; fakat okuyucular yazdırır. Kalem gerçi muharrirlerin elindedir; fakat telkînler hemen dâima okuyucuların kalbinden gelir. Gazeteci bütün yetenekleriyle, beyniyle uyanık durmalıdır. Bu yorucu bir şeydir; bununla beraber cimnastik gibi ruha biraz alıştıktan sonra, o kadar tatlı gelir ki adeta bir tutku hâlini alır. insan tütüne, biraya alıştığı gibi gazeteciliğe alışır, o derece ki başka meslek ve uğraşılardan artık lezzet alamaz olur. Bakın, istibdat devrinde gazetecilik kadar tehlikeli ve hakir görülen bir meslek olmadığı halde Ahmed Rasim ve Zühdü Beyler Maarif Nezâreti'nin kendilerine gösterdiği rahat makamlara matbaaların hasır sandalyelerini tercih ettiler!.. Gazetecilik yorucu, fakat eğlenceli bir sanattır: Yarınki olayları herkesten evvel öğrenmenin ruhu okşayan öyle bir zevki vardır ki! Hâdiseler sanki tercihen önce gazeteciye, vücutlarını arz ederler.

(…)

Bizde muh(a)birlik sanatı hemen hemen hiç bilinmemektedir. Bizde muh(a)bir hemen hemen hiç yoktur. Böyle olduğu için hadiselere ait sütunlar uzayıp giden tefrikaların, dedikoduların hücum ve işgaline uğramaktadır. Avrupa'da muh(a)birlerden beklenen görevleri tam anlamıyla yerine getirebilecek muh(a)bir bizde yoktur. Avrupa'daki muh(a)birler zekâları, faaliyetleri, sür'atleri, nüfuz kabiliyetleri itibariyle insandan ziyade bir şeydirler. O kadar hassas, o kadar zeki, öyle yüksek kavrayış sahibidirler ki bir ses, bir koku, bir sandalyenin konumu onlar için birer bilgi kaynağıdır, sanki yalnız gözleriyle değil kulaklarıyla, burunlarıyla, bütün duygu organlarıyla görürler. Çok iyi bir fikrî eğitim almışlardır. Geniş bilgi sahibidirler: Mevcut antlaşmaların şartlarını, bütün muâhedenâmeleri; kongrelerin, konferansların ayrıntılarını; devletler hukukunu, devletlerin siyasî geçmişlerini ve gelişmeleri bilirler; birçok bilim dallarından haberlidirler. Hattâ kimyadan, ibnü'r-Rüşd'ün felsefesinden, Kırgız tarihinden, her şeyden az çok vukuf ile bahsederler. Bulundukları noktadan kımıldamaksızın cihanın uzak bir bucağında zuhur eden hadise hakkında ayrıntılı bilgi verebilirler. Avrupa'da muh(a)birler havadis makinası haline gelmişlerdir. Ciddi ve hakiki muh(a)birler, büyük saygı görmektedir; çünkü fedâkârlıkta gazete muharrirlerinden daha ileri varmışlardır.

(Bu metin, Cenab Şahabeddin'in 1908 yılında Tanin gazetesinde yayınlanan ve daha sonra Evrak-ı Eyyam adlı eserinde yer alan "Gazetecilik", "Gazete ve Gazeteciler" ve "Muhabirler" adlı yazılarından kısaltılarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.)

(Evrak-ı Eyyam, Haz: Hasan Akay, Timaş Yayınları)
Zaman Üstü Yazılar - Peyami Safa] isbatsız iddialar
Her iddianın doğruluğu, isbat edilmek şartına bağlıdır. Onu tahminden, vehimden, iftiradan ayırmanın başka çaresi olmadığını vicdan ve mantık sahibi her insan bilir.

Türkiye'de sosyal yapının normal icaplar çerçevesini aşıp emniyet kuvvetlerinin müdahalesini lüzumlu gösterecek derecede bir irtica hareketi olduğunu iddia edenler bunu isbat etmekle mükelleftirler. Yıllardan beri tekrarladıkları bu iddia hiçbir gün, hiçbir şekilde isbat edilmiş değildir. Münferit vak'alar toplu bir hareketin delili olamaz. Kaldı ki bu vak'aların bir kısmı uydurmadır. Şişirilenleri de vardır. Hepsi doğru da olsa, elli seneden beri Türkiye'de 31 Mart ölçüsünde bir ihtilâl hareketi olmadığı hakikatini ortadan kaldırmaz.

Türkiye'de, her memleketin seviyesi ve nisbet ölçüleri dahilinde gerilik temayülleri vardır. Bundan yüzlerce sene sonra da olacaktır. Çünkü gerilik izafîdir. Komünistlere göre sosyalistler, liberaller, muhafazakârlar geridirler. Hem kendi benliğini kaybetmemek hem de ilerlemek zorunda olan her cemiyette (istisnasız her memlekette) muhafazakâr ve inkılâp­çı kutupları vardır. Sosyal muvazene ve dinamizm; bu kutuplar arasındaki düşünce ve temayül çatışmasından doğar. iki taraftan birinin lehine muvazeneyi bozan bir taşkınlık hareketi görüldüğü zaman tehlike baş gösterir. Böyle olmadığı zamanlarda "irtica var!" yaygarası, o muvazeneyi bozmakta siyasî veya ideolojik menfaatleri olanların yıkıcı propagandasıdır.

***

Türkiye'de Sovyet ajanlarının irticaı kışkırtmağa çalışmaları da, sabit olmamakla beraber mümkündür. Bundan "irtica var" neticesi çıkarılamayacağı gibi "bütün dindarlar yobaz ve yobazlar komünist" tarzında bir hükme de varılamaz. Bu da dinin politikaya âlet edilmesinin en sapık propaganda şekillerinden biridir.

Peyami Safa

(1959 islam Mecmuası / Objektif 4 - Din inkılap irtica, Ötüken Neşriyat)
MEHMET KAPLAN
[ZAMAN ÜSTÜ YAZILAR] Midas’ın Kulakları

Gizli ve kapalı cemiyetlere mensup olanlar çevrelerinde şüphe uyandırırlar. Çevre, böylelerine itimat etmemekte haklıdır. Zira gizli ve kapalı olan, herkesin bildiği veya inandığı şeylerden farklı bir inanç ve hareketi saklar. Emniyet verici hakikatlerin hepsi açıktır. Çevrelerinde emniyet duygusu uyandırmak isteyenler gizli ve kapalı işler yapmaktan sakınmalıdırlar. Nesimî ne güzel söyler:

Sırr-ı ezel oldu âşikâra

Âşık nice eylesin müdara!

Umumiyetle cemiyete zararlı, kötü veya ayıp şeyler, kumarbazlık, fuhuş, suikast, şahsî çıkar veya pislik gizlenir ve örtülür.

iyi, güzel ve doğrunun başlıca alâmeti, “açıklık”tır. Herkes tarafından kontrol edilebilen fikirler doğrudur. Kontrol edilemeyen her şeyden şüphe etmek lâzımdır. Bir fizik, matematik veya kimya âlimi, bulduğu gerçeği gizlemez. Bilâkis herkesin tecrübesine sunar. Dünyanın her yerinde en şüpheci kafaların kontrol edebileceği hakikatler “üniversel hakikatler”dir.

Sanatkârlar da güvendikleri eserlerini halktan gizlemezler. Mutasavvıflara göre Tanrı herkes tarafından bilinmek ve sevilmek için varlığını bin bir şekilde ortaya koymuştur. Varlık insanoğlunun etrafında sonsuz olarak uzanır. Git gidebildiğin kadar. Su, ışık, ağaç, ot, görmesini bilenler için mikrop, her şey “açık”tır. Descartes’a göre “açık ve seçik” olarak idrak edilen her şey doğru ve gerçektir.

insan zekâsı, kendisi için gizli ve kapalı olan şeyleri açmağa çalışır. Açmak, fethetmek demektir. Gerçi gizli olan şeylerin hayali tahrik eden bir çekiciliği vardır. Fakat bilinince gizlilikten doğan o esrar havası kaybolur. Dikkat edilirse gerçek bilim adamları, gizli şeylerden ziyade açık şeyleri incelerler. Dünya, Güneş, su, maden, nebatlar... ilimlerin konusunu herkesin bildiği şeyler teşkil eder. Gizli ilimler, Ortaçağ’a mahsus vasıflar taşırlar.

Ortaokulda iken ruhlara merak sardım. Bu merakla “ruhiyat” (psikoloji) kitaplarını hatmettim. Gördüm ki bunlarda ispirtizmacıların karanlık odalarda masalarına çağırdıkları ruhlardan eser yoktur. O zamandan beri bir daha beni korkutan ruhlar âlemi ile meşgul olmadım.

Sosyal sahada da açık olan her şeyin doğru ve sağlam olduğuna kaniim. Kasap veya bakkal bir şeyi size sırtını dönerek veriyor veya tartıyorsa, hile yaptığından şüphe etmekte haklısınızdır. Her şeyi açık olarak gösteren ve tartan esnaf, emniyet uyandırır. Demokrasinin diktatörlüğe üstün oluşu, her şeyin meydanlarda, kürsülerde, gazetelerde açık açık tartışılmasındandır. Bir göz yanılabilir, on göz, bin göz daha az yanılır. Değerli şair Sezai Karakoç’un deyimi ile “hakikat sekiz köşelidir”. Herkes bulunduğu yerden hakikatin sadece bir köşesini görür. Hakikati yalnız bir açıdan gören ve onun mutlak gerçek olduğunu iddia eden diktatör aldanmağa ve yok olmağa mahkûmdur. Diktatörlükler hakikate değil, yalana ve silâha dayanır. Diktatörler, bütün çirkinliklerini gizlerler, yalan söylerler, kendi yalanlarını doğru göstermek için etraflarında dalkavuk ararlar; hakikati söyleyenleri sürerler, öldürürler. Fakat hakikati uzun müddet gizlemek imkânsızdır. Yalana kuyular bile dayanmaz ve kendilerine emanet edilen sırrı “Midas’ın kulakları eşek kulakları” diye haykırır ve ifşa ederler.

(Hisar, nu; 82, Ekim 1970,

Sevgi ve ilim, Dergah Yayınları)
SEZAi KARAKOÇ

[ZAMAN ÜSTÜ YAZILAR] Ak ve Kara

insanlığın varolduğu andan bu yana iki medeniyet çarpışmaktadır. iyinin medeniyeti ile kötünün medeniyeti. Doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin medeniyetleri. Tûba medeniyeti ile zakkûm medeniyeti. Bal ile zehir, inci ile kara taş, sülün ile yılan, kartal ile karga, altınböceği ile akrebin ayrılmasından, çarpışmasından doğan iki medeniyet.

Öbürüne de medeniyet diyorum. Çünkü; o da örgütlenmiş, güçle donanmış, hattâ kendisini haklı görmenin felsefesini düzenlemesini bilmiştir.

Ak inanca karşı “felsefe” adı altında kara felsefeyi, ruha karşı maddeyi, ulviye karşı süfliyi, huzura karşı sıkıntıyı, ahenge karşı kaosu çıkarmıştır kötünün medeniyeti.

Ak medeniyet ile kara medeniyet. Fotoğraftaki negatifin oynadığı rolü oynar karası, akı için. Hikmet bakımından akının bilinmesi için karası da gerekli.

Bu ikisinin çarpışmasından ruhumuzda hakikat lâmbası yanar. Daha doğrusu, kötü, iyinin alevlenmesini sağlar. iyinin kendini bilmesi ve sürekli olarak kendini kurması için kötünün saldırısı lazımdır. Kötü iyiyi, kendi şuuruna vardırmaya yarar.

Biri Peygamberler Medeniyeti, öbürü Şeytanlar Medeniyeti.

Doğu Medeniyeti, Batı Medeniyeti. Burada doğu ve batıyı coğrafî terimler olarak değil, ruhun manevi doğusu batısı olarak kullanıyorum. Yoksa coğrafî anlamda gerçek medeniyet adeta ortada doğmuş, doğuya ve batıya doğru, sapmalar sebebiyle sahte ve düşman medeniyetlere dönüşmüştür.

Gerçek Medeniyetin doğum yeri, bugün Ortadoğu dedikleri bölgemizdir. O medeniyetin tek devamcısı, tek varisi de islâm Medeniyeti’dir.

Batı Medeniyeti dediğimiz Avrupa Medeniyeti, Doğu’nun, hakikatin ve peygamberlerin medeniyeti olan islâm Medeniyeti’nin karşısına dikilmişse, bu, insanlığın doğuşundan bugüne kadar gelen savaşın süreğinden başka bir şey değildir. Yalan, doğrunun, kötü, iyinin karşısına dikilmiştir her zaman. Kıyamete kadar ona bu izin verilmiştir. Ta ki, iyinin ve doğrunun değeri bilinsin. iyi ve doğrunun ucuz olmadığı anlaşılsın.

Ölçü ile aşırılığın çarpışmasıdır bu evrensel çarpışma. Fizikötesi ile fiziğin kavgasıdır bu sürüp giden. insan için önemli olan, hangi tarafa katılacağıdır.

Zehirden acı zakkum ağacının dallarına mı asılacak, yoksa bal yemişli ve renkli tûba ağacının kurtarıcı kollarına mı atılacak?

insan bu kararı kendisi verecektir. Bu seçmeyi kendisi yapacaktır. Cennet ve cehennem, bu kararın ufkunda, bu seçişin içinde.

Medeniyet rengi, sonsuzluğa erişme biçimi bu karar ve seçme tohumunun içinde.

Kader bu karar tohumundan beslenecek ve çiçeklenecek. Sonra da bu tohum, alınyazısının yemişi olarak geleceklere doğru avucumuza düşecek.

insanların hayatlarında olduğu gibi toplum ve kültürlerin, millet ve medeniyetlerin hayatında da bu seçiş ve kararlar temel rolü oynar. Kültür ve medeniyetlerin, toplum ve milletlerin alınyazılarının şifresi olur bu seçiş ve kararlar.

Her saat kader saati olduğu, daha doğrusu saatler kaderin dışında olmadığı halde, kader çizgisinin dışında zaman ve saat bulunmadığı halde ve önceki saatler kendisini hazırladığı ve sonraki saatler kendisini açtığı ve uyguladığı halde, bazı seçkin saatlere kader saati deyişimiz, o saatlerde alınyazısının yoğunlaşması sebebiyledir, bu tohum özelliğini taşıması sebebiyledir. Sembolik bir adlandırmadır bu.

Peygamberler medeniyetinin süreği olan medeniyetimiz, islâm Medeniyeti, Ortadoğu kültürü, günümüzde yine böyle bir kader saatinin önünde gelmiş durmuştur.

Uzun süreli bir kış uykusuna, ölüm uykusuna mı dalacak, yoksa ayağa kalkarak, diriliş baharının yağmurlarına doğru mu yükselecek, işte bunun kararını verme günü gelmiş çatmıştır.

Kaçmak bir kurtuluş olmayacak, batış olacaktır.

Karar verip sabır göstermek, dayanmak ve oluşun bütün çilesine katlanmak, kültür ve medeniyetimizin kader savaşını zaferle mühürleyecektir.

(Sûr, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, 1975, Sh. 59)
YAHYA KEMAL
[Zaman Üstü Yazılar] Aziz istanbul'dan

istanbul'un fethi ve fâtihi olan millet tarafından kuruluşu hem birbirine bağlı, hem de birbirinden ayrı iki bahistir. Beşeriyetin muhayyilesine bir büyü têsîriyle aksetmiş olan fetih, hâlâ târihin başlıca bir vak'ası sayılır.

O zamandan beri, devirler boyunca kurulan Türk istanbul ise gözleri en ziyâde kamaştırmış ve gönüllere en ziyâde yerleşmiş bir şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı; tek başına yalnız bu eser şeref namına yeterdi.

Çok parlak fetih vak'aları, istanbul'un fethinden evvelki asırlarda da, sonraki asırlarda da yüzlerce defa vuku bulmuş, lâkin hiçbiri istanbul'un fethi kadar efsunlu bir tesir bırakmamış, onun kadar derinden duyulmamış, onun kadar sürekli bir merakla hatırlanmamıştır. Bu görüş, her türlü edebi şişirmelerden ârî bir görüştür, diyebiliriz.

Yalnız bizim aramızda değil, Frenk muhitlerinde de ne zaman "Fetih" ve "Fâtih" sözleri geçse, 1453 Mayıs'ının 29'uncu Salı sabahı olan vak'a ve o gün Bizans pâyitahtına giren genç Fâtih hatırlanır. Şüphesizdir ki, fetih vak'asının icrâ ettiği bu têsîrin sebepleri çok uzaklarda ve çok derinlerdedir.

* * *

Mayısın yirmi dokuzuncu gününü sabahtan; güneş batıncaya kadar, Topkapı'dan Edirnekapı'ya surların dibinde gezine gezine geçirdim. istanbul bahârının bu sıcak günü, genç Fâtih'in Türk ordularını istanbul'a soktuğu gündür. istanbul muhâsarasının öyle bir sihri var ki bir defâ tutulan uzun seneler kurtulamaz; gözünde târihin bütün öteki levhaları silinir, yalnız bu kalır. Dört buçuk asırdır bu muazzam vak'a nice âlimlerin rü'yasına girmiş, Dethier ihtiyar Mordtmann gibi nicesi ömürlerinin en güzel senelerini bu surların dibinde geçirmiş, bu efsunlu vak'anın hazzına doyamamış.

Ben de bu hazzın kara sevdâsına uğradım. Üç senedir vakit buldukça bazen yalnız başıma, bazen Dârülfünun'dan birkaç gencin refâkatiyle Topkapı tramvayına bindim. Sur hâricine çıktıktan sonra Marmara'dan Haliç'e kadar kule kule, diş diş göz alabildiğine giden sûrun yanından yürüdüm, yekpâre düşmüş duvar kütlelerinin üstünde dinlendim, ayaklarımı sarkıtarak burçların üstünde oturdum, Fâtih'in topları ve ordulariyle geldiği Edirne yollarını seyrettim. Bir sene de tam fetih günü gelmek ahdimdi. Sene-i devriyeler takvim oyunlarıdır. Ama yine insanın muhayyilesine zevk veriyor.

Yazık ki bu sene-i devriyeyi hicrî takvimle (Bu yazı, Türkiye'de Mîlâdi takvimin kabulünden önce yazılmıştır.) tam mevsiminde idrâk etmek kabil değil, yoksa zevkine büsbütün doyulmazdı; çünkü takvimlerin dîni, îmânı, vicdânı var. Meselâ sene 857 deyince islâm'ın istanbul'a girdiğini hissediyoruz, bu rakamda anlı şanlı bir tınnet var. 1453 deyince bilâkis Bizans'ın Türklere mağlup oluşu idrâk olunuyor. Bu rakamda bilâkis bir can çekişme, bir ufûnet, bir günlük kokusu var. Bu rakamların biri Müslüman, biri değil!

istanbul fethini tattığım bu son üç senede daha az üzüldüm. Bu vak'a Türklüğün ve islam'ın hem en güzel, hem de en büyük merhalesidir. Hâlâ bu saat Marmara'dan Haliç'e sur hizâsınca giden yolda canlı bir halde de bulunuyor. Baharın böyle bir gününde, biz Müslümanlara çiniden yeşil bir kelime gibi görünen "Feth"i hissede ede bu yoldan geçenler, Müslümanlığın en derin zevkini duyarlar.

Nîsandan hazîran başlangıcına kadar olan o son muhâsara bu taşlara, bu servilere bir rûh gibi sinmiş, hâlâ çekilmiyor. Hâlbuki bu sur ondan evvel neler görmüş, neler geçirmiş, taşlarında ne kadar Barbar hücumlarının dalgası kırılmış, bu hendeklere ne kadar başka başka ırkların kanları akmış, önünde asırlarca ne kadar renk renk düşman çadırları kurulmuş, gûyâ bütün bu akınlar silik bir efsâne de, yalnız Fâtih'in son gelişi bir hakîkatmiş; muhayyile ondan ötesini görmek istemiyor. Bu vak'anın böyle kazâ ve kadere benziyen bir efsûnu var.

(Bu metin, Yahya Kemal Beyatlı'nın, Aziz istanbul adlı eserindeki 'Türk istanbul' ve 'istanbul Surlarında' başlıklı yazılarından alınmıştır.)
zamandan beklenen bir bolumdur
slogada bile soylenir
gercekler zaman la anlasilir..
yeni çağda nostradamus' un yazıya döktüğü kehanetleri.