18 haziran 2009 tarihli yazısında ironi sanatını başarılı bir şekilde icra eden yazar.
türkiye'de demokrasi dediğin şey dinci bir komplodan ibaret.
ilk muhalif parti Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın Şeyh Said isyanı'nın altından çıkması da, Atatürk'ün kız kardeşinin kurucuları arasında olduğu Serbest Fırka'nın Menemen Olayı'nı altan alta cesaretlendirmesi de o yüzden sürpriz değil.
Ama Fethullah Gülen 1938 doğumlu olduğuna göre bu tarihten önce olanlar onu bağlamaz.
O halde 1. Meclis'in muhalifi Hüseyin Avni Ulaş'ın Tan gazetesine belge sızdıran başka birileri olmalı. Ali Şükrü Bey'i öldürüp suçu Kemalistlerin üzerine atanlar da aynı odaklardır herhalde.
kendi gibi düşünmeyen herkesi anında faşist diye damgalayan, sağcı, gerici sözde demokrat, genç sivil. ayrıca kendisi o kadar demokrattır ki bütün diktatörlerin, zorbaların ortak fikri olan "amaçlar araçları meşrulaştırır" zırvasını sıkı sıkıya benimser.
bu arada r. ozan kütahyalı ile iyi bir ikilidirler taraf gazetesinde. yanlarına bir de akif beki'yi alırlarsa süpersonik olurlar.
23 Nisan 2009 tarihli Ne de olsa üstkimliği “laik” başlıklı yazısıyla, yaşlı bir kadının hastalığı yüzünden darbeci zihniyete güzelleme yapanlara verdiği ayarın derecesini arttırmış yazardır. ayrıca Kutlu Doğum Haftası haberine yer verdiği için Taraf'ı Vakit gibi davranmakla suçlayan aklıevvellerin ve islam düşmanlarının varlığını öğrenmemizi sağlamıştır.
sivri yazılar kaleme alan ve en önemlisi de akıcı bir anlatımı olduğundan yazdıklarını da sıkmadan okutan taraf gazetesi yazarı. daha çok okurlarının vicdanına seslenen yazılar kaleme alır ki, okuduğunuz da en çok savunduğunuz şeyleri bile oturur bir kez daha düşünürsünüz.
bugünkü yazısında, ülkemizde yaşanan ama nedense artık kanıksadığımız faili meçhulleri, intihar eden eski jitemci abdulkerim kırca'nın bölgede yaşattığı trajedi üzerinden sarsıcı bir öykü eşliğinde anlatmış taraf yazarı.
arog filmi hakkında müthiş bir yazı kaleme almış yazar*.. çok insan gördük ağzıyla sıçan, götüyle gülen ama götüyle film izleyen insanı ilk defa görüyorum. arog gibi sırf taşak için çekilmiş bir filmin kritiğini yaparken bile defalarca kemalist-sol kelimesini kullanmak, çaktırmadan atatürk'e giydirmek prim yaptırır diye düşünmüştür belkide. hayır yani filmi izlemeden bu yazıyı okusam cem yılmaz'ı şeriatcı olarak kakalıyacaklar bana. adam utanmasa filmde arif'in geçmişe gitmesini irticaya destek olarak yorumlayacak. çok komiksiniz yıldıray oğur bey.
neymiş..
"arif'in çocuğunun bıyıkla okula alınmaması türban yasağına bir göndermeymiş"*
neymiş..
"arif'in ''beyler bu toptur'' diyerek topu gösterdiği sahne, atatürk'ün şapka devrimine göndermeymiş"
neymiş..
"hızlı modernleşmeci arif, hızlı modernleşmeci atatürk gibi gardırop modernleşmesi yapıyormuş"
neymiş..
"çocuklara muhtarın görevlerini zorla anlatmaya çalışırken, tırnak içinde 'tahammülsüz modernleşmeci' olup atatürk'e gönderme yapıyormuş.
Dünya tarihinde görülmüş şey mi bir savaşta 17 er için bir paşanın feda edildiği?
Edilmez. Bilmemiz gerekirdi. 17 basit asker için o kadar yıldıza kıyılmaz.
Savaşın mantığına aykırı.
Yine bilmemiz gerekirdi.
Türkiye'de siyaset savaşın boyut değiştirmiş halidir.
Tüm siyasal pozisyonlar da savaş koşullarına uygundur.
Cepheler kazılmıştır, ilk siren sesinde herkes siperine koşar ve savaşta artık her şey meşrudur.
Hakikatler ikiye ayrılır burada. işinize yarayanlar yaramayanlar, sizinkiler, onlarınkiler.
Hakikat kurşun gibi, havan gibidir. Bizim hakikatimiz değilse, üzerimize, üzerimize gelir, tehlikelidir.
Hakikat üzerinize geliyorsa ona karşı elinize ne geçtiyse, balta, kazma, orak, çekiç, iftira, komplo, dezenformasyon, saldırmak sonuna kadar meşrudur.
Rutin dışına çıktı bu gazete, boş yere gerginlik çıkardı. Ağızların tadını bozdu.
Rutin şuydu.
17 Şehit haberini alınca birinci gün kahrolmak, dövünmek, varsa gözlerinizden iki damla gözyaşı dökmek.
ikinci gün bu gariban çocukların hayat hikâyelerini, en sevdiği şarkıları, sevgilileri ile ilgili ne varsa gazetenize koymak. Kahramanlık destanlarını tüketmek. "Siz olmasanız biz burada olamazdık" edebiyatının dibine vurmak.
Üçüncü gün cenaze günüdür. Hep hor görülmüş o gencecik erlerin bedenleri bayrağa sarılı tabutlar içinde taht misali o soğuk musalla taşlarında bir namazlık saltanat yaşar.
Sonra....
Üç gün sonra kimse onları hatırlamaz. Acılı anneleri, babaları öyle ortada kalır. Meclis köşelerinde diğer çocuklarına iş için gelip giderken horlanır.
işte bu kez öyle olmadı. Bir gazete rutin dışına çıktı.
Bir gazete o çocukları, görkemli cenazeleri dağılınca, arkalarından söylenen kahramanlık türküleri kesilince, medyadaki hamaset tükenince hatırladı.
Ve sadece onlar için hiç bilmediği, el yordamıyla hareket ettiği tehlikeli yasaklı askerî bölgeye girdi.
Şehit ailelerinin bile alınmadığı o yasaklı alana.
"Çocuğum nerede, nasıl ve neden öldü" sorularının ağza tıkıldığı, çocuklarına otopsi yaptırmak isteyen annelere hain gözüyle bakıldığı, çocuklarının gömüleceği mezara bile devletin karar verdiği yasak bölgeye.
Bugüne kadar kimsenin girmeye cesaret edemediği, mayınlarla, örümcek ağlarıyla kaplı, bilinmez, akıl sır ermez, korkutucu askerî alana.
Öyle şeyler gördük ki orada, öyle karanlık işbirlikleri, öyle iktidar ilişkileri, öyle vurdumduymazlıklar, öyle basiretsizlikler, ihanetler, ihmaller.
Öfkeden deliye döndük.
Bekledik ki bizim gibi bunları görenler de öfkeden deliye dönsün, bir kereliğine olsun kafalarını cephelerinden çıkarsınlar, hesap sorsunlar, bir açıklama beklesinler.
Ve bir sürpriz oldu. Bunca garip ilişki ağına, üzerimize çökmüş iktidar bloklarına rağmen medyadan cesur sesler çıktı: Hürriyet'ten Ahmet Hakan, Milliyet'ten Sedat Ergin beni en çok şaşırtanlardı.
Sonra birileri yeniden savaşta olduğumuzu ve savaşta 17 er için bir paşanın feda edilmeyeceğini hatırladı.
Savaş baltalarını çıkardı.
Kâbuslarına giren o 17 şehidi bağırıp çağırarak başından savabileceğini zanneden bol yıldızlı, kudretli beş paşanın arkasında saf tuttu.
Fatih Altaylılar, Uğur Dündarlar, Yılmaz Özdiller işte bugün için doğmuştu.
Gerektiğinde paşalar için fedailik yapmak, en akla gelmedik iftiralarla gözü kapalı saldırmak, dezenformasyon yapmak, montaj, komplo, iftira diye bağırmak, bağırlarını açıp kendilerini ortalara atmak için.
Necip Fazıl hayranı, Milli Türk Talebe Birliği sempatizanı, Milli Görüşçü günlerinden Tayyip Erdoğan'ın, Abdullah Gül'ün beyinlerine yerleştirilmiş "devlet ebed müddet", "Allah devletimize zeval vermesin", "peygamber ocağı ordu" çiplerinin zamanlaması da kudretli paşanın haşmetli bağırtılarıyla devreye girdi.
Erdoğan'ın öfkeli gözlerinin içine bakarak muhafazakâr-demokratlık tezleri uyduran kişisel akademisyeni, liderinin en savunulmayacak böyle bir gününde bile bokundan boncuk çıkarsın diye vardı.
Memleketin dindarlarının basiretinden fersah fersah geride kalmış, Akif'i bir çağ geriden izleyen, 3. dünyacı islamcılardan "sivil servislerle" Başbakan-Başbuğ muhabbetinin örselendiği komplo teorilerinden başka ne beklenebilirdi ki?
AKP'lilik ile demokratlık arasında sıkışanlar için tek çare "Ama kurumları yıpratmamak lazım" geyiklerindeydi.
Bu savaşa kendini fena halde kaptırmış, bütün siyaseti güç mücadelesi şeklinde okumaktan hakikate karşı duyarsızlaşmış bazı demokratlar için de "Taraf iyi paşa Başbuğ'u zor durumda bırakmaya çalışan Ergenekoncu askerlerin oyununa gelmişti."
Görüyorsunuz. Bu kadar büyük bir kavgada, böylesine büyük hesaplaşmalarda, akıl sır ermez uluslararası komplolarda, dünya düzeni, derin devlet analizlerinde kimin umurundaydı 17 çocuğun ölümünde ihmal olup olmadığı?
Hakikat terazileri şaşırmış, "siperlere borusuyla" vicdanlarını atlarının terkislerine atan kurşun askerler için sahici Mehmetçiklerin kısa ve değersiz ömürlerinin bir kıymeti olabilir miydi?
O 17 çocuk için onbin yıllık devlet geleneğimizin köküne kibrit suyu dökmek caiz miydi?
O 17 ölü çocuk için medyada gerginlik çıkarmak, hükümet-ordu ilişkilerini bozmak, orduyu yıpratmak, paşaların tatlı canlarını sıkmak, onları öfkelendirmek reva mıydı?
O 17 çocuk için beş paşaya kıyılır mıydı? O 17 çocuk için cumhuriyetimizin temeli ordunun yıpratılmasına göz yumulur muydu? O 17 çocuk bu kadar mesele yapılıp, ekonomik kriz gibi meseleler ikinci plana atılır mıydı?
17 çocuk için 10 gündür konuşuyoruz işte. Yeter bu kadarı onlara.
Ölene çare bulunmaz.
Çok uzadı, koordinatlar falan.
Ne yapalım ordu bizim ordumuz atsan atılmaz, satsan satılmaz.
Başbakan bizim başbakanımız, arada bağırıp çağıracak böyle, kaderimiz, çekeceğiz.
Hadi kapatalım artık bu mevzuyu burada.
Kapatalım üstünü ve önümüzdeki şehitlere bakalım...
son gelişen siyasi olaylar ve balıkesir'den başlayarak oluşturulmak istenen olası bir kürt-türk çatışması bağlamında son derece manidar bir yazı kaleme almıştır.
an itibari ile cnntürk te tarafsız bölgeye konuk olan kişi.. yine farklı üslubu ve yaklaşımları ile renk katmaktadır ortama.. yanındaki konukları baz aldığımda renkli bir program olacağı öngörüsünde bulunmadan geçemeyeceğimdir ayrıca..* etrafa karşı rahat duruş sergileyen, tevazu sahibi insan.. bu kritik dönemeçte, köşe yazarlığı mesleğinin namusunu kurtardığını düşünmekteyim.. iyi (ki) yazıyor, iyi (ki) düşünüyor.. ve iyi ki paylaşıyor..
genç siviller'in düzenlediği "biraz da biz kürtleşelim" programı kapsamında son olarak diyarbakır'dan hasankeyf'e giderken henüz azıcık bir kürt olduğu halde başına gelenleri yazdığı yazıyla bir türk'ün kaleminden kürtlerin halini anlatmış yazar.
AZICIK KÜRDÜN BAŞINA GELENLER
"Biz Türkler Kürtlerle ilgili ne biliyoruz? Tanıdığımız bütün Kürtler Türkçe konuşuyor. Biz Kürtçe 'merhaba' demeyi becerebilir miyiz?
Kürtler; Saadettin Kaynak şarkılarını okuyabilir, Neşet Ertaş türkülerine eşlik edebilir. Ya biz! Bir tane bile olsa Kürtçe şarkı biliyor muyuz?
Bütün Kürtler, Türklerin Orta Asya'dan gelip Malazgirt Ovasından Anadolu'ya girdiğini bilir. Peki, Kürtler nereden geldi, dağda Kart-kurt sesi çıkaran dağ Türkleri olduğunu biliyorduk, 20 yıl önce öyle olmadıkları ilan edildi. Yoksa hep burada mıydılar?
iştahla yediğimiz yemeklerin kaçı Kürt yemeği dersiniz?
Biz; yanı başımızda yaşayan, komşumuz, arkadaşımız, hani "o kız alıp kız verdiğimiz" Kürtlerle ilgili ne kadar da az şey biliyoruz. Almanlarla, Japonlarla, Fransızlarla ilgili bildiğimizden bile daha az, farkında mısınız?
Hâsıl-ı kelam, Kürtler bugüne kadar epey Türkleşti. Sıra bizde.
Biraz da biz Kürtleşelim. Hem de cebren ve hileyle değil, gönüllü olarak, isteyerek."
işte bu çağrıyla birkaç aydır bir grup Türk bir araya geldik, hızlandırılmış Kürtçe derslerinden, Kürt müziğine, Kürt edebiyatından, Kürt tarihine kadar çeşitli dersler aldık. işte bu gönüllü asimilasyonun sonunda kendimizi geçen hafta sonu Diyarbakır'da bulduk. Son üç günü Diyarbakır, Mardin, Midyat, Hasankeyf arasında geçirdik. Pazar akşamı da Diyarbakır'da Dengbej Evinde mezuniyet töreni yaptık. Meziyetlerimizi sergiledik. Azıcık Kürtleşmiştir belgelerimizi hakettik.
Mesela ben artık azıcık Kürtçemle o gece mezuniyet törenine gelenlere şunu söyleyebildim.
Navê min Yıldıray e. Ez ji Rize me. Yani Kurdê behr diti.
Le ez pir kêm bume Kurd li ber vi ezê tırki baxêvim.
Yanlış da olabilir ne de olsa azıcık Kürdüm ben.
Merak edenlere hemen söyleyeyim, Kürt olmanın Türk olmaktan pek farkı yok ilk başta. Ama acısı daha sonra çıkıyor.
Azıcık da olsa Kürt olmanın bile bu topraklarda bir bedeli varmış.
işte o diplomayı aldıktan sonraki gün o bedelin azıcık olanı da bizim nasibimize düştü hemen.
Yirmi kişilik bir minibüsle Hasankeyf'e gitmekteydik. Tamamen turistik amaçlı bir geziydi bu. Şarkı türkü söyleyip yolda gördüğümüz koyun, keçi türünden her canlıyla fotoğraflar çektirmekte, 'şimdi biz oryantalist olduk mu olmadık mı'türünden tartışmalar yapmaktaydık. Batmanlı şoförümüzün Orhan Gencebay seçkisi eşliğinde böylece yol alırken birden minibüs yavaşladı.
O anda bir tankın üzerinde ağır silahıyla bekleyen bir askerle yüzleştim minibüsün camından. Yol çevirmesi olmuştu. Hani artık bundan bir kaç yıl kadar önce bölgede iki şehir arasında seyahat etmeyi imkânsızlaştıran, son yıllarda azaldığı söylenen yol çevirmelerinden biri de bize denk gelmişti.
Ağır silahlı zırhlı bir cipin üstünde, her an üzerinize ateş açacak gibi elindeki otomatik silahla duran bir asker vardı. Karşı tarafta ise renkli yazlık kıyafetler içindeki kadınlı erkekli, fotoğraf makineli bir turist kalabalığı.
Önce birkaç subay vardı, karşı tarafta da başka bir tank bekliyordu.
Bir turistik bölge yolu üzeri için ağır ve ürkütücü bir çevirmeydi bu. Yoldan Sıla dizisinin çekildiği evi görme aşkıyla oralara kadar gelmiş orta sınıf beyaz Türk kadınlarını taşıyan otobüsler geçiyordu. Biz indiğimizde araçları durdurulmuş çapkınlığa gidiyormuş havasındaki şen şakrak Kürt gençlerin üzeri aranıyordu. Onlar tam Kürt oldukları için onları nasibine daha uzun beklemek düşmüştü.
Bizim araca yaklaşan subay önce erkekler aşağıya dedi. Kızların da kimlikleri toplandı.
Hayatımda ilk kez karşı karşıya geldiğim, elinde sigarası, canı fena halde sıkılmış bir subay bizimle hemen senli benli konuşmaya başladı. "Tanışıyor muyuz" diye sorup başımı belaya sokmamak için bayağı bir kendimle didiştim. Üzerimizi aramalarını emretti askerlere. Bayağı filmlerdeki gibi kollarımızı havaya kaldırdık, aradılar. Sonra kimliklerimizi güvenlik soruşturması için (GBT) araca götürdüler.
Bu arada "Affedersiniz arkadaşlar, bu rutin bir güvenlik aramasıdır" gibi sıradanından bir açıklama bekledik. Gerek duymadılar. "Acelemiz var, hemen Hasankeyf'i gezip Diyarbakır'a dönmemiz gerek" dedi rehberimiz alçak bir ses tonuyla. "Fazla soru sormayın, size gıcık olursak işiniz bitmez" manasına gelen bir diyalog geçti aralarında. Zaten "Dediğimizi yapmaz, soru sorar, herhangi bir şey derseniz sizin için pek hoş olmaz" havası asılı durmaktaydı. Sonra durumun nezaketini tam olarak anlayamayan gruptan bir arkadaş, etraftaki güzel tarlaların resmini çekmeye başladı. Hemen bir asker fotoğraf çeken arkadaşın yanına geldi, "Komutanım seni çağrıyor" dedi. Komutan resimlere baktı, herhalde ışığını, perspektifini yanlış bulduğu için bazı resimleri sildirtti.
işte dakika bir gol bir hükmünde azıcık Kürdün başına gelenler bunlar. Siz hesap edin hepten Kürt olanlar neler yaşadılar ve yaşıyorlar? Azıcık düşünün. Azıcık empati kurup, azıcık onları anlamak için.
samimiyetinize ve iyiniyetinize güvenerek bu mektubu size yazıyorum. Çünkü dünyaya her ne kadar farklı pencerelerden baksak da aynı işi yapıyoruz. ben sizin genç ve yeni bir meslektaşınızım.
siz türkiye'nin en eski, en köklü gazetesinde çalışıyorsunuz. arşivlerinde tüm cumhuriyet tarihinin bulunduğu bir gazetede. türkiye tarihindeki tüm olaylarla ilgili manşeti olan bir gazetede. pek çok gazetecinin yetiştiği bir gazetecilik okulunda. birkaç gün önce öldürülüşünün 15. yıldönümünde andığımız, türkiye'de araştırmacı gazeteciliğin duayen isimlerinden uğur mumcu'nun yetiştiği gazetede. bu mektubu bu yüzden size yazıyorum. Çünkü ancak sizin bu konunun üzerine korkmadan, samimiyetle gidebileceğinizi düşünüyorum.
biliyorsunuz Ümraniye'de basılan bir evden bir sürü bomba, bir yığın karanlık ilişki, plan ve belgeler çıktı. ve önceki gün bu soruşturma kapsamında susurluk'tan, hrant dink cinayetine, 301 davalarındaki linçlerden danıştay baskınına kadar adı pek çok karanlık işe karışmış, meclis'teki susurluk komisyonu'na bile getirilememiş ulusalcı paşa veli küçük tutuklandı.
sizin gazetenizde çıkmadı. ama diğer gazetelerden okumuşsunuzdur. Ümraniye'deki evden çıkan bombalarla 2006'nın mayıs ayında sizin gazeteye atılan üç bomba aynı cins çıktı. yine biliyorsunuzdur hem size atılan hem de Ümraniye'deki evde bulunan bombalar mke yapımı ve kara kuvvetleri komutanlığı'na ait. yine biliyorsunuz cumhuriyet gazetesini para karşılığı, barda çalışan, sabıkalı kişilerin bombaladığı ortaya çıkmıştı. yani tehlikenin farkında mısınız? diye reklâmı yapılan 'şeriatçı bir kalkışma vardı' ama cumhuriyet'i bombalayacak iki 'şeriatçı' bulunamamıştı.
detayları siz benden daha iyi biliyorsunuzdur. eminim tüm gelişmeleri ve ergenekon yapılanmasıyla ilgili soruşturmayı da hepimizden daha yakın takip ediyorsunuzdur. başta da söylediğim gibi bir gazetecilik okulunda çalışıyorsunuz. ayrıca en önemlisi siz davayla doğrudan ilişkilisiniz. o bombalar sizin gününüzün çok önemli bir kısmını geçirdiğiniz iş yerinize atıldı. yaşamlarınıza kast edildi. herhangi birininiz o sırada bombaların atıldığı yerde olabilirdiniz. en azından cam kırıklıkları birinizi yaralayabilirdi.
yani bu dava sizi doğrudan ilgilendiriyor. en çok sizin sorumluları takip etmeniz, en çok sizin soruşturmanın savsaklanmaması için agresif bir yayın izlemeniz gerekir. köşe yazarlarınız sert ve iğneli kalemlerini hepinizin hayatına kast etmiş o bombacıları kimden emir aldıklarını sorgulamak için çalıştırmalılar.
işte bu mektubun yazılmasının nedeni tam da bu. cumhuriyet gazetesi Ümraniye soruşturmasını yeterince görmüyor. bu soruşturmanın bir ayağının da cumhuriyet gazetesinin bombalanması, danıştay cinayeti olduğunu atlıyor. köşe yazarlarınız böyle bir şey olmamış gibi aynı türban yazılarını yazıp duruyorlar.
peki, siz ne yapacaksınız? siz de "gerçekler işimize gelmiyor o halde sırtımızı dönelim, kendi gerçeklik dünyamızın huzurunu bozmayalım” mı diyeceksiniz?
siz de "bizi bombalayanlar türban karşıtı, kemalist yayınlarımızdan rahatsız olan şeriatçı güçler değilmiş" deyip gerçeğe küsecek misiniz?
muhtemelen gazetenizin okuyucusu olan, pek çok konuda gazeteyle benzer şeyler düşünen bir paşanın, kuvvacı derneklerin gazetenizin bombalanma emrini verenlerden olması ihtimalinin üzerine gitmeyecek misiniz? inanmasanız bile bugünlerde bir sürü tutuklanma olan bu ihtimalin yanlışlığından emin olmak istemez misiniz?
evet, belki siz de türkiye'nin iran olmaya doğru gittiğini düşünüyorsunuz, akp iktidarından rahatsızsınız. ama bu iktidar savaşında, ulvi amaçlar uğruna sizin hayatlarınızın riske atılması karşısında sesinizi çıkarmayacak mısınız? bugün sizin hayatınızı tehlikeye atmakta sakınca görmeyen o ulvi amaçlara günün birinde ulaşıldığında bunun sizin için de bir zafer olacağını mı düşünüyorsunuz?
Çok ciddi, somut iddialar ortalıkta dolaşıyorken en azından bu iddiaların üzerine yayınlarınızla neden gitmediğinize dair gazete yöneticilerinizden bir açıklama istemeyecek misiniz? uzun zamandır aynı şeyleri yazıp duran köşe yazarlarınıza neden bu konuyu es geçtiklerini sormayacak mısınız?
ulvi amaçları için sizin hayatlarınızı kıymetsiz bulanlara kim olurlarsa olsunlar hesap sormayacak mısınız?
bu mektubu sadece sizin adınıza endişelendiğim için yazdım. umarım samimiyetime inanırsınız. işinizi yapmaya çalıştığınız gazetenizin, bombaların, paşaların, çetelerin oyuncu olduğu bu karanlık oyunda bombalanınca siyasi dengelerin değiştirilebildiği açık bir hedef olması hiç adilane değil. hiçbiriniz böyle bir karanlık oyun içinde arada kalmayı hak etmiyorsunuz. filler tepişirken ezilen çimler muamelesini hak etmiyorsunuz.
tam da bu yüzden hikmet-i hükümet zihniyetini soluğunda hissetmiş sizlerin bu karanlıkların aydınlanmasında önemli bir görev üstlenebileceğinizi düşünüyorum. en iyi gazeteciliği, en derin soruşturmayı siyasi olarak işimize gelir gelmez demeden, manipüle etmeden ancak siz yapabilirsiniz. Çünkü bu dava, aynı zamanda sizin şahsi davanız. buz dağının görünen kısmı ortaya çıktı. görünmeyen kısmını ortaya çıkarmak ise bu buzdağının varlığını araştırırken öldürülen uğur mumcu'nun size vasiyetidir.