harikulade bir godard filmi. filmin son iki bölümü bile bu harikuladeliğe yeter. özellikle on birinci bölümü. on ikinci bölümde edgar allen poe'nun kitabından okunan kesitler ise oldukça güzeldi. ve film müziği. film müziği yüzünden izlediğim filmler arasında yer edindi bu film. godard'ın filmi olduğunu ise filmi açtığımda öğrendim. güzel bir denk gelişti.
"neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. ne kadar çok konuşursak kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor. "
12 bolumden olusan bir basyapit.
nana (anna karina) 22 yasinda genc bir kadındır. hayali aktrist olmaktir. filmlere ilgi duyar,plakcida calisir,parayi sever ve herkes gibi ihtiyac duyar.
ancak olaylar hayalindeki gibi gelismez. unlu bir aktrist olmak isteyen nana kendini kaldirimlarda bekleyen bir fahise olarak bulur. godard tarafindan mukemmel anlatilmis bir dramatik oykudur.
aklimda nana nin kendi mutlulugunu sorguladigi bolumde (8.bolum yanilmiyorsam) muzik kutusuna koydugu sarki esligindeki dansiyla kazinmistir.
film, muhtesem muzikleri kesilerek birden yerini sessizlige birakmasiyla unludur.
ünlü cafe dialoğu haricinde şu repliği yazmasam olmazdı;
'bence yaptığımız her şeyden biz sorumluyuz. elimi kaldırıyorum ben sorumluyum, başımı çeviriyorum ben sorumluyum, mutsuzum ben sorumluyum, sigara içiyorum ben sorumluyum, gözlerimi kapatıyorum ben sorumluyum, sorumlu olduğumu unutuyorum ama öyleyim. kaçışı yok bunun. herşey güzel bence... sadece olayların ilginç yanlarını görmelisin, sonuçta her şey neyse odur, mesaj mesajdır, tabak tabaktır, adam adam, hayatsa yine hayat.'
michel legrand etkisi 80 dakikayı sürükleyip godarad da görsel destekli sinemasal anlatımını uygulayınca tadından yenmez olmuş filmdir.
ayrıca; bunu seven bunu da sevdi,
(bkz: La fille sur le pont.)
kendi ayrı soundtrack i ayrı bir jl godard filmi. anna karina nın bir hayat kadınının sıkıntılarını, aşklarını, umutlarını çok güzel işlediği en etkileyici performanslarından birine sahip olma özelliğini taşıyan kültötesi film. daha önce nana kadar iyi canlandırılan bir hayat kadını görmedim. hoş bir soundtrack i vardır.
godard ın 1962 de çektiği bir kadının arayışı, kelimleler ve sessizlik üzerine bir film. 12 tablodan oluşan dolayısı ile 12 parçaya ayrılmış filmde, nana nın (anna karina) kendisinin de tam çözemediği bir şeyi arayışı ve bu süreçte hırsızlık ile başlayıp fahişelik ile süren denemeleri, kayboluşları ve sonunda yakalayışı anlatılıyor. ilk dönem filmlerinin aksine daha çizgisel bir kurgu izleyen godard, vivre sa vie de daha durağan çekimler ile ve kolaj stili anlamlar olmadan ilerliyor. tabi bununla beraber alışılmış godard stili odak noktasından hafifçe kayan kamera çekimleri ve özellikle açılış sekansında arkadan denediği çekimleri es geçmemek gerek.
---olası spoiler ibaresi---
poe nun hikayesi ile sonlara doğru özdeşlik kazanan nana nın hikayesi kendini bırakıp gerçeklik ve masumiyete varış hususunda bir nevi hal-kal hikayesi. sesli başlayıp aslında sessiz filme doğru giden, belki bir anlamda sessiz sinemadaki teatral anlatımın samimiyetini vurgulayan film, bunun yanında kullandığı tematik müzikle de sakin atmosferini yer yer gerilimle dengeliyor.
yine bir sahnede jules et jim sinema salonunun tabelasında görünürken, filmde bol bol gitanes tüketilip nikotin isteği uyandırıyor. filmde vurgulanan portre çizimi ve sonlara doğru poe dan okunan, bir anlamda dorain gray i de akla getiren şekilde sessiz sinemaya dönme, ağırlaşma görülüyor.
kelimelerin doğası, onları sahte kullanma, hata ile yalan arasındaki bağıntı irdelenirken, godard, hep yaptığı şekilde az da olsa izleyiciyi de filme dahil ediyor. cafedeki sözcükler üzerine konuşmada nana nın birkaç saniyeliğine kameraya yani seyirciye baktığı, gözlerini kaçırıp utandığı sahne ise gerçekten harika. kendi yolculuğundaki çirkinleşmesinden utanan nana, adeta onu röntgenleyen izleyiciden utanarak kaçmak istiyor. ki filmde nana nın dönüşümü ve harekete geçişi de bu tablodan sonra oluyor. buradaki filolojik saptama ve sözcüklerin semantik açılımları hakkındaki düşünceler ise godard ın sinematik anlatımını belirtmesi açısından iyi bir okuma örneği.
sonlara doğru edgar allen poe nun hikayesi ile nana nın yolculuğu açımlanmış oluyor. hikayedeki ressam karsının güzelliğinden çalarak ve dahi ölümüne sebep olarak mükemmel tabloyu yaratırken; nana ise kendi gerçeğini bulma yolunda güzelliğini ve hayatını harcıyor. istediğini tam olarak elde edemese de kelimelerin yalancılığının olmadığı ve aşkı bulduğu noktaya varıyor. maalesef cafede yaşlı ile söyleşisinde konuştukları gibi bunun için başka bir boyut olması gerekmekte ve bu saflığı toplumun pisliği ile keskin bir kontrast oluşturacağı için nana öldürülüyor. tıpkı izlerken ağladığı sessiz filmde jean darc ın başına gelen gibi: la mort.
---olası spoiler ibaresi bitti---
ağır ve okuması zor bir film olsa da, godard ın fırçasının dokunduğu harika bir sesli-sessiz film tablosu
"Bugüne kadar hiç aşık olduğu şeyin ne olduğunu bilen birine rastladın mı? Hayır. Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. "Seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir."
şöyle muhteşem filmin sadece yazar nicki olacak olması, film için neredeyse bir iki entry girilmiş olması beni sonsuz üzüntülere gark ediyor. (bkz: gark)
evet. anna karina'ya ilk görüşte aşık olduğum film bu. yüzündeki saf ve masum güzelliği hiçbir kadında görmedim ben. ve o yüze fahişe rolü biçmiş olan godard'ın ölümsüz yazarlardan özlü sözleri ekrana el yazısıyla taşıması.. ve muhteşem bir spoiler vardır aklımda; "gecenin ışıkları yükeldiği vakit, bir fahişenin sonsuz yolculuğu başlar" diye. sanırım tüm filmi o küçük cümle özetliyor. bu filmi izlememizi salık veriyorum sayın seyirciler. iyi günler. iyi seyirler.
"Insan ancak bir sure yasamdan feragat ettigi zaman konusmayi ogrenir."
Jean Luc Godard, izledigim her filmi ile uslubuna ve teknigine beni biraz daha hayran birakiyor. Vivre Sa Vie ile bir hayat kadini uzerinden istenc kavramini irdeleten Godard, bununla da yetinmeyip dusunceyi ifade etme uzerine de filmin son yirmi dakikasiyla adeta mest ediyor. Yonetmen, minimal aydinlatma ve close up - shot cekim teknigi ile Nana profilinden tablo gibi sahneler sunmaktadir, Nana'nin sevimli yuzu duyguyu yansitmadaki becerisi, dramatik durusu oyle saniyorum ki bende uzun sure etkisini surdurecektir. Godard, Paris sokaklarinin kasvetli goruntuleriyle ve kurguda yerlesmis ahlak kurallarina karsi durusun hikayesini de harmanlanlayinca etkisini uzun sure tasiyacagimiz bir eserle basbasa birakiyor. On iki bolumden olusan hikayenin birinci bolumun ilk sahnesinde, arka profilden Nana ve Paul'un goruntuleriyle filme dahil oluyoruz. Genc ciftin yuzlerini gormeden aralarinda gecen diyalogtan evliliklerini sonlandirdiklarini goruyoruz.
Ozgur olma istegi ve ayni zamanda parasal nedenlerin de bu evliligin bitmesinde onemli rol aldigini konusmalarindan anliyoruz. Nana ozgur iradesini kullanmakta, bilincli bir sekilde hayatina yon vermektedir. Kadinin amaci oyuncu olmaktir ama ne var ki bunun yerine kendini sokaklarda bulur. Ozgur istenc kavramini ahlak acisindan ele alan yonetmen Nana'nin iki karsit secimin esit oldugu bir konumdayken, secimini hayat kadini olma yonunde kullanan bilincini ve ikilemini felsefi diyaloglarla izleyiciye yansitiyor. Ilerleyen bolumlerde Nana'nin arkadasi ile yaptigi diyaloglardan anliyoruz ki; kisi hatali da olsa , aldigi kararlardan ancak kendi mesuldur ama bu istenc, dis dunyayi da etkilemektedir. Ancak yine insanin dogruya ulasabilmesinin tek yolunun da hatalardan gectigini goruyoruz.
Basit bir hikaye irade, kader olgulari arasinda islenen kurgunun bir hayat kadinini anlatisindaki edebi dile, usluba, estetige, felsefesine hayran olmamak imkansiz. Bu filmin muziklerine deginmeden gecmek ise filme buyuk saygisizlik olur. Filmin dramatik yapisini daha da belirgin hale getiren, insani huzne bogan muthis bir muzige sahip. Film sinamaseverlerin gonlunde eminim ozel bir yere sahip olacaktir.
"Konusmak neredeyse bir yeniden dogus demektir." Filmin 11. bolumu "Kasitsiz Filozof Nana" diye adlandirilmis. Agirlikta dusuncenin sozcuklere sirayetinin islendigi bu bolum beni fevkalade etkileyen bolumlerden oldu. Oyle ki; son yirmi dakikasinda insana kendini unutturabilen diyaloglarin ve aforizmalarin oldugu bu bolum icin bile film kacirilmamali diye dusunuyorum. - Dengeyi kendimiz kurariz. Sessizlikten, sozcuklere gecisimizin sebebi de budur. - Bu ikilemin arasinda gider geliriz cunku hayatin devinimi bunu gerektirir. - Insan bu sekilde, gunluk yasamdan daha ustun bir yasama yukselir. Dusunce yasamina! Ama iste bu yasam da insana, gunluk yasamindan tamamiyle siyrilmasini sart kosar. - O halde dusunmek ve konusmak ayni sey midir? - Oyle, oyle. bu konuda Platon'un soyle bir sozu vardir: "Hic kimse dusunceyi, onu ifade eden sozcuklerden ayiramaz." Dusuncenin zorlayici sarti, onun ancak sozcukler vasitasiyla kavranmasidir. 6o'li yillarin Champ Elysees'sinden yine nefes kesen goruntulerin oldugu filmde Godard, Nouvelle Vague'in diger onculerinden olan Francois Truffaut'ya bir sinema afisi ile selam gonderirken, Edgar Alan Poe'nun Oval Portre oykusuyle filmin son bolumunu de iliskilendiriyor. Filmin ardindan Anna Karin hakkinda bilgi ararken Jean Luc Godard ile yasadiklari duygusal birlikteligi okumak hislenmeme neden oldu.
Tüm düşüncelerimize rağmen ne kadar sıradan bir şekilde bu dünyadan ayrılabilecegimizi suratimiza tokat gibi çarpmış filmdir. Her şey öyle normal gelişiyor ki neden öyle oldu ki diye affallıyor insan ve bu bizi şaşirtmak üzere yapılan bir film sahnesi bile değil. Hepimizin yapması gereken budur belki sıradanlığımızı kabul edip yaşamaya çalışmak.
girişindeki özgünlüğüyle, farklı açılardan kamera çekimleriyle, diyaloglarıyla, anna karina ile, siyah beyazlığı ve derinliğiyle farklı bir jean-luc godard filmi. nana'nın umarsızca dans edişi güzel sahnelerinden sadece biridir. filmde geçen ve insanı düşünmeye sevk eden diyaloglardan biri de şöyledir:
--spoiler--
nana: her insan doğruyu bulmaya çalışmalı. biri bana şöyle demişti: "her şeyde bir doğru vardır, hatalarda bile."
filozof: bu doğru, fransa 17. yüzyılda bu gerçeği göremedi. onlar insanların hatalardan kaçınabileceklerini düşündüler ve dahası, insanların doğru yolu kolayca bulabileceklerini sandılar. bu mümkün değildir. buna karşılık, kant, hegel ve alman felsefesi ise bizlere doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.
nana: aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?
filozof: onun da üstesinden gelinmeli. leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat çekti. ne de olsa hayat kimi zaman tesadüfi, kimi zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir. alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: hayatta her insan hatalarıyla yaşar. önemli olan bunlarla baş edebilmektir.
nana: aşkın hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu?
filozof: bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir. bugüne kadar hiç aşık olduğu şeyin ne olduğunu bilen birine rastladın mı? hayır. yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. yaptığın tek şey keyfi seçimlerde bulunmaktır. "seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir. neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise, olgunluktur. doğruyu aramak, işte yaşamın gerçeği budur. ve aşk eğer gerçekse ancak o zaman bir çözüm olur.
--spoiler--