imâm-ı Rabbânî'ye göre, sûfîler seyr u sülûk yani mânevî yolculuk esnâsında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli olsa da, temelde iki türlüdür. Birincisi varlığın birliği (vahdet-i vücud), ikincisi de görülenin birliğidir (vahdet-i şuhud). Vahdet-i vücud mertebesinde sâlik ‚varlığı bir olarak bilir‛ ve böyle inanır. Allah’tan başkasını yok bilir, tecellîlerini de hayâl olarak kabul eder. Vahdet-i şuhud mertebesinde ise sâlik‚ Allah’ın varlığını görür‛ ancak ondan başka varlıklar da olduğunu inkâr etmez ya da âlemi gölge olarak görür. ‚Her şey O‛ değildir, ancak‚ her şey O’ndandır.
ekseriyetle bilinenin aksine, imam-ı rabbani ekolü vahdet-i şuhud’çu değildir, hep yanlış anlaşılır. imam-ı rabbani her iki görüşün de ötesine geçmiş ve marifette çıtayı çok yükseltmiştir. vahdet-i şuhud, imam-ı rabbani hazretlerinin tasavvufta belli bir makama gelen sufi’nin yaşadığı vahdet halini değerlendirmesi ve teşhisidir. buna göre vahdet güneşi doğduğunda, sufi yıldızların(halkın) yok olduğuna hükmeder; ancak imam-ı rabbani hazretleri, “hayır yıldızlar yok olmadı; güneş ışıklarının galebesi sebebiyle sadece senin şuhudundan/görüşünden çıktılar” der ve şuhudi fenaya cevaz verir ama vücudi fenayı imkansız görür. “muhyiddin-i arabi doğru görmüştür, ancak doğru söylememiştir(ilmi hata) diye belirtir.
imam-ı Rabbani'ye göre vahdet-i vücud gibi, vahdet-i şuhud da aşılması gereken bir mertebedir. Bu ikisinden daha üstün olan mertebe Allah Teâlâ ile âlemi ayrı ayrı görmek anlamındaki Abdiyyet mertebesidir.