hiç bilmediğim bir semtte buluyorum kendimi. durakta birini bekliyorum ama kimi? normal miyim? otobüsün içindeki kadın neden camı tıklatıp parmağını sallasın ki normal olsam? işte sokağın başında göründü beklediğim kişi. tanımıyorum fakat onu beklediğim yankılanıyor beynimde. nereye gidiyoruz? bu içimden çıkan ruhum mu? ya izleniyorsak. kalktık işte dünya hep daha farklı geliyor gözüme. daha soluk. her şey ölüm soğukluğunda. bu saatte burada tavşanın ne işi var? hem de beyaz. hayalgücün buraya kadar işte diyorum. o meşhur masonik beyaz tavşan ı görürsün anca. sen bu beyaz tavşan hikayelerinin kurgudan ibaret olduğunu mu sanıyorsun? donnie darko, matrix, alice in wonderland hepsi kurgu olabilir mi? ya gerçekseler. tanrı olsam diyorum, tanrı olsam dünyayı yine böyle yaratırdım. en kötü yanlarını bildiğim haliyle. yine bu kadar karmaşık. sefaletler ruhumu güçlendiriyor sanki. beyaz tavşan takip edilmeli. onu takip etmeliyim. iyi ama bu peşimdekiler kim? neden herkes bu kadar sıradan? monotonluk içinde boğulan insanların hayatına dahil olmayacağım. aslında hiçbir şeye ait değilim. sadece geçip gidiyorum kıyısından köşesinden. empati nasıl yapılır ki? ben neden üzülemiyorum? yoksa herkes benim gibi de sadece rol mü yapıyorlar? bence bu çok mantıklı olurdu. bir başkasına üzülebilme yetimizi kaybedeli çok oldu. nereye gidiyoruz diye kaçıncı soruşum be sana? takip et. az önce ayrıldığım dünyayla burası çok farklı. bedenim değil ayaklarım yürüyor sadece. gövdem onların izinde savruluyor. yer çekimi yar yarıya daha az. gözlerin çok güzel.
buraya kadar! herşeyi noktalayacağım zaman, bu zaman sanırım. gecenin en koyu vakti. şakağımda 44'lük sweet&wesson'ın hissettirdiği ölüm soğukluğu ile odamın penceresinden yansıyan yüzüme bakıyorum. pişmanlıklarımı, yalnızlıklarımı ve herşeyden vazgeçe vazgeçe bambaşka biri olduğumu görüyorum. çünkü unutamıyorum. unutmak, ölmektir. unutamadığıma gore ölmeyi deneyebilirim. bu 44'lük işimi görür. silahı şakağımdan çekmeden macallan marka viskimden bir yudum aldım. bardağı yerine koymayıp elimde tuttum. gözlerim halâ penceredeki yansımamda. ölümüme bir kaç dakika var ve bir saniyesini bile kaçırmak istemiyorum. silahın horozunu yavaşça geriye çektim. çıkırt! silahın çıkardığı bu sesi seviyorum. çünkü beni korkutuyor. korkmak, bana hâlâ insan olduğumu hatırlatıyor. o zaman biraz düşünelim. bu trajedinin içine nasıl düştüm? ve intihar etmek için neden hep gece yarısı seçilir? belki de gece, gündüzün tüm yalanlarının üstüne örtülen siyah bir çarşaf gibi olduğu içindir. neden olmasın? ve herkes uyuduktan sonra gecede kalanlar, geceye ait olanlardır. ölüme ve geceye ait olanlar ise şu anda şakağına sweet&wesson'ı dayamış penceredeki yansımasına bakarak kendi isini bitirmeye çalışıyordur. sanırım. ya da ben herkesi kendim gibi zannediyorum. fakat kimse benim gibi değil. bu yüzden belki de bu duruma kadar geldim. insan ölmek için doğar...
tekil şahsımda çoğul yalnızlıklar yaşadım. halâ da yaşıyorum. ve işimi bitirdigim anda ortada yalnızlığımdan eser kalmayacak. sadece etrafa saçılmış somut beyin parçalarını görebilecekler. oysa ki tüm vücuduma yayılmış yalnızlığımı gorebilseler, beyin parçalarıyla uğraşmazlardı.
kendime acıyorum. kafamın icinde yitirilmeye yüz tutmuş, sesi soluğu kesilmis bir kaç mutlu anılarım var aslında. daha ölümü hissetmemişken, herkes gibi yaşarken, onu severken, onunla bir yakadan diğer bir yakaya geçerken "dünya ancak bu kadar büyük olabilir" diye düşünürken, denizin sesi ve ayrılığın sessizligi beynime işlememişken, annem beni yanağımdan öpüyorken... silahın horozunu yerine geri getirdim. aniden koltuğun üstüne doğru fırlattım. elimde duran bir bardak viskiyi kafama diktim. silahı fırlattığım koltuğa oturdum. gözlerim donuk bir biçimde boşluğa bakıyordu. kendime geldim. silaha doğru döndüm. namlusu bana doğru dönüktü ve sanki bana " bu defa sen kazandın" diyor gibiydi. cevabım gecikmedi. " bir dahaki sefere, sıkı tutun..."
-geçmişe bağlılık mı dedin, geç bunları. o öldü bir kere, geçmiş yok artık dedim sana, çürüdü gitti o. peki neye bağlanacaksın dedin; belirsiz bir geleceğe mi bağlanacaksın yoksa dedin. ölü bir geçmişe ait olmaya çabalamaktansa yeni doğan bir geleceği tercih edeceğimi söyledim sana. ya gelecek de ölü doğacaksa dedin. öyleyse şimdide kalacağız sonsuza dek.
-mutluluk diye bir şey yoktur diyorum sizlere. onu aramaktan vazgeçin. o bir yalancı. sürekli daha da fazlasını ister. her dozajda daha da bağımlısı olursunuz. sizi kendine köle eder. onun uğrunda çürütürsünüz bedeninizi. hayatınız bir gıdım mutluluk uğruna heba olur.
-yalnızlık nedir diye sordun. nedir mi bu? çölde bir ağaç olmaktır o. yeryüzünde senden bir adet bulunuyor olmasıdır; ve çok yakında o yeryüzünü de yalnız bırakmak zorunda kalacaksın. belki de bu durumda da yalnız değilsin; çünkü gölgen peşini bırakmıyor. yıldızlar yalnız değildir, birbirlerine ışıldayarak anlaşırlar onlar. en büyük yalnız tanrıdır. kimsesi yoktur onun. yapayalnız haldeki çaresizliğine merhem olması için insanları yaratmak zorunda kalmıştır o.
-insan mı yitirilmiştir yoksa dünya mı? doğa mı bizden beslenir yoksa biz mi doğadan? elbet doğa bizden beslenmekte ve yiten insandır. ona yani toprağa sayısız ölümler sunuyoruz. o ise ağzını açarak kurbanlarını yani bizleri içine alıyor ebediyete dek. çok yakında insanlıktan geriye hiçbir şey kalmayacak ve kızgın kırmızı güneş yine kahkahalarla arkamızdan bakıp gülecek.
-başarı nedir ki. dünya diye adlandırılan küçük ve boş bir kürenin üzerinde oynadığın rolle avunmandan başka ne olabilir ki bu? haz mı alıyorsun ondan? başarı kör eder insanı. halâ bu kürenin gerçek ve büyük olduğunu sanıyorsun ve herkesin seni ciddiye almasını bekliyorsun. peki onları kim ciddiye alacak? bu bir kısır döngüdür. başarı, para, kariyer? hayır ben bunları görmüyorum ben sadece doğumlar ve ölümler görüyorum.
-insan nedir peki? bunu henüz kimse bilmiyor. kim biliyorum diyorsa yalan söylüyor.
-geç mi kaldığını düşünüyorsun hayata? evet düşünüyorsun. uzun vâdede bir ölü olduğun gerçeğini sindirebilir misin peki? sen hayata yetişmeye çalıştıkça, hayat da dur durak bilmeden kaçacak senden. ne mi tavsiye ediyorum peki sana? onu sen kendin bulacaksın.
-ânı yaşamaktan mı bahsediyorsun? "carpe diem" diye tutturmuşsun. peki bilmez misin; hayatının her ânı bir ızdırapsa hangi anı yaşamaktan bahsedebilirsin ki?
-insanî olmaya çalışmamızı söylüyorsun, değil miydi en acımasızların insanlar olduğu gerçeği?
-şimdi de kurtulmak mı istiyorsun insanlardan? doğaya mı kaçacaksın? doğamızı da yaktık biz. evet tüm gemilerimizi yaktık.
-hepimiz dünya denen deliler ülkesi zindanlarında hapsedildik. ve her gün zindanımız daha da kalabalıklaşıyor.
-ruhun et bedenine dar mı geliyor? o daha bir şey değil. gelecekte anlayacaksın, bedeninin hapishane, varoluşun bir zindan olduğunu. hepimiz zincire vurulmuş ruhlarız.
pazar sabahi yenilen levrek ve yaninda içilen kirmizi şarap kadar uyumsuzdu, yanaklarindan akan gözyasi... sonbahara özenmis bir haziran ayında... denizin kulağına birşeyler fisildamak için dibine kadar inmişti gri bulutlar... vücudumda bir sıtma gibiydi yalnızlığım... ağlayarak arkasini donup giden bir kadin... herşey müthiş bir nizam içinde akıp gidiyordu. "dünyanın 8. harikası bir kadinin yalanidir" demişti, iyi bir dostum. haklıydı. ve o anda, kesinlikle, Tim Buckley'den Sweet Surrender çalması gerekiyordu...
tuzlukta canavarlar dolanıyor
çaydanlıkta hava alanları
dolapta öldürülmüş
bir adam var
ve halının altında
boğulmuş bir melek.
bu evde yaşamak zor.
bu evde yaşamak gerçekten zor.
geceleyin gölgeler
henüz doğmamış yaratıklar misali.
örümcekler
minik beyaz fikirleri öldürüyor
geceler berbat
geceler gerçekten berbat
içip sızıyorum
içip sızmak zorundayım.
boş yüklemlerle doldurduğum müsveddelere gömüyorum kendimi.
onları
yakıyorum
okuyup gülüyorum
üstüne kusuyorum
bira döktüğümde oluyor üstüne
ama genellikle
buruşturup tavana atıyorum
geldiğinde sarhoş muydum ?
hatırlamıyorum.
bana biraz daha rakı ver,
sonra git.
bazen beyaz kağıtlarla geçinmek
daha iyi sanki.
hüzünlü bir cinnet geçiriyorum
ve bu kadar çirkin olduğum için
beni kıskanıyorlar.
en iyisi sessizce uzanıp
hiç bir şey düşünmeden.
çok sevdiğim tavanımla başbaşa kalmak
yağmurlu bir gecede çamura batıp kalmak gibi olduğum yerde durmak
sahi saat kaç ?
tavan? yine mi çok geç oldu ?
boş ver ;
dünya dışarıda, benden ve senden uzakta takılsın
gel biz senle insan yaşamlarının paramparça edilişinin seslerini
dinleyelim
eğer bir kez, bir şeyi en üst düzeyde yaşayabildiğini düşünüyorsan ondan sonrakiler sana teğet geçme hissini yaşatacaktır. buna hazırlıklı değilsen aynalarını büyüt. yansımaları canlandır, kaybettiğin hislerin arkasından ağlama, gelmeyecekler. onları görmezlikten gelme, onlar ölmüş gibi davranırsan koşmayı özlerken yürümeyi unutan hastalıklı bir ruha sahip olursun.
eğer sadece bir kere, bir şeyin tadını en saf haliyle alabildiğini sandığın bir dönemden geçtiysen bunu kaydet, izlerini unutma. ne zaman, nasıl, nerede ne yaşadığını, neler kaçırdığını bilememek benim canımı yakıyor.
10 yaşındaydım. şimdiye göre çok daha kilolu gösteriyormuşum o zamanlar; saçlar uzun, yanaklar şişik, yere yakın ve fırlama bir oğlan çocuğu.
annem böyle anlatırdı hep. 2. sınıfa gidiyorum, geç yazdırmış babam okula. basketbol oynarım diye planlar yapmış, daha doğar doğmaz. beraber
yaptığımızı hatırladığım sayılı şeylerden zaten babamla basketbol oynadığımız. beni havaya kaldırdığında ellerinin arasında topu potaya atmam.
sonra bir telefon geldi.annem zorla ödevlerimi yaptırmaya çalışırken. annem hızla hazırlanıp çıktı evden. çıkarken hiç birşey söylemedi
'halan gelecek kapıyı sadece ona aç.' dışında. halam geldi sonra ödevimlerimi bitirmiştim çoktan. annem geldiğinde bi aferin duymak için yapmıştım,
biraz baştan savma olsada.
o gün ve sonraki akşamlarda babam yemekte yoktu. tabağımı bitirmemi söylemiyordu kimse bana. basketbol oynamak da istemiyordum o günden sonra.
okulda kimseyle konuşmuyordum. okulada gitmek istemiyordum zaten.
aradan bir kaç yıl geçmişti ve çok daha güçlü olmuştum. tüm arkadaşlarımdan daha güçlüydüm. gelecek kaygılarıyla yaşayan bir ben vardım içlerinde.
en uzak gördükleri yer üniversiteydi onların. çok daha ilerileri görüyordum ben onların dışında. her gece planlar yapıyordum. annem ve kardeşim için.
lise birdeydim. annem, kardeşim ve dedem gittikleri yolculuğu tamamlayamadılar.
hepsi giderken çok şey götürdüler. şimdi sadece ikimiz ve bu ıssız ev kaldı. kahkahaların olmadığı, sadece tebessümlerin mutluluğun göstergesi olduğu
bu hayat.
şimdi o uyuyor, bense senle karşılıklı rakımızı yudumluyorum. bazen tebessümler buluyorum sende, bazen de dert ortakları.
ne kadar anlamlı bir söz bütünü!
çünkü ey kadın,
tren istasyonlarına şırınga basmaktır yaşam,
ki sevgiyi göz kuyuların yusuf aleyhisselam ilan ederken,
aşırı dozdan kalkan trenler düşlerdedir.
bütün bunlar bilmediği bir dünyaymış; karanlık bir suymuş, derinini görmemiş, üzerindeki yakamozun pırıltısında takılmış gözleri. havayı içine çeke çeke yaşadığından alışmış, sonra da pencerelerin birden kapanması kahretmiş onu. pencereler kapanmış çünkü dışarıda kış gelmiş. sanki o, o kışta havasız kalmaya mecburmuş gibi..
başka tarafta başka bir deniz, aydınlık; uzun süre farkedilmeyi beklemiş. aklı karanlık sulardaki yakamozun parıltısına takılmış küçük siyah elbiseli kız ise başka pencereler olduğunu görmüyormuş. bazen görse de o ay ışığından uzaklaşamıyormuş işte..
bir yap-bozun parçaları gibi birleştirmeye koyulmuş kafasında. kış bitmiş, ilkbahar gelmiş. pencere aralanmış. hala uzakmış pırıltıya, ama havayı içine biraz da olsa çekmiş, sonra yeniden hayallere dalmış.
günlerden bir gün kıyıda bir başka küçük kız görmüş. önce kıskanmış, daha sonra ondan alınan başkasına verilmiş gibi hissetmiş, yitirmişken bulduğu bir parçasını yeniden kaybetmiş sanki. sinirlenmiş. bir yap-bozun milyonlarca parçası gibi kafasında olayları birleştirdikçe suyun karanlığını da görmeye başlamış. karanlık su gerçekten de bilmediği başka bir dünyaymış. bu sefer küçük kızın içindeki tüm pırıltı aşkı sönmeye yüz tutmuş. yap-bozun diğer parçaları da birleşse kim bilir daha ne pislikler çıkacakmış su yüzüne. deniz kirlendikçe pırıltısını, hoş kokusunu kaybetmiş. yine de sevimliymiş ya neyse.
kızcağız pencerelerin tümünden uzakta, hayal kırıklıkları içinde sessizce yaşamış gitmiş.
taa ki...
beyninin derinliklerinde bir yerde bu düşünce var biliyorum. sen de biliyorsun.
itaat etme zorunluluğunda hissediyorsun kendini ama neden?
hayat senin hayatın. kendin yaşa! itaat etme!
vazgeçme,
erteleme yaşamı umursa.
kendi gerçeğini bulmak istiyorsan,
düşünü kovala.
sev ki sevil. sevmeden karşıdan sevgi bekleme. bu sevgi belki karşılık bulur, belki...
arkadaşımın satırları beni bu konuda bir şeyler yazmaya itti. sevgi kadar yüce bir duygu yoktur ki paylaştıkça büyüyen. karşılık beklemeden severiz. ağacı severiz, kuşları severiz ,bir bayanı severiz ya da bir erkeği severiz. insanı dahi sevmeyen kişilerin olması hep acıtmıştır canımı. sevgi denen şey paylaştıkça çoğalır dedim demesine ama nefret o kadar hızlı bir şekilde çoğalıyor ki sevginin çoğalması pek kayda değer değil günümüzde. sevenlerin değil de nefret edenlerin sesinin ses evreninde daha büyük yer kaplamasının sebebi bundan olsa gerek. istatistik tutmadım bu konu üzerinde ama eğer tutsaydım 1 sevgi kelimesine karşılık en az 10 nefret kelimesinin günlük hayatımızda kullanıldığını söyleyebilirdim ve hiçbiriniz itiraz etmezdiniz buna.
nefret edenler rahatça içlerini dökerken seven insanlarda bir içe kapanıklık,bir korkaklık var,neden? dünyanın en güzel duygusundan neden utanırsınız? utanması gerekenler yüzsüzlük yapıp utanmaz iken sizin utanmanız nedendir? mutlu olmanın formülü gayet açık ve net. sevmek. haykırın sevginizi, utanmayın gözyaşlarınızdan. gözyaşlarımız değil midir sevginin dışa vurumu? sevdiğimiz bir şeyi kaybettiğinizde ağlamıyor musunuz siz?sevin, ağlayın, sevginizi haykırın. çıkarsız sevin. çıkarsız sevginiz karşılık bulur mu bilemem. ama sevgi yüce bir şeydir. sevginin yüceliğinde yitip bitmek istiyorum ben, peki siz istiyor musunuz?
not: yucemonster - oklavalizebani ortak çalışmasıdır. Baştaki şiir yucemonster arkadaşıma aittir.
kayıt altına alınması gereken bir münzevilik nöbeti daha. bir-iki. çok istediğim şeylerin olmaması koleksiyonuma bir yenisini daha katarken, tozlu raflarda gözüme çarpan eski çok istediklerim hala olmamış bir şekilde yüzüme sırıtıyor. sanki, hiçbir zaman olmayacağım der gibi. kaderimin yazılı olduğu defterin, sinekli bir bakkalın kenarları kırışmış veresiye defterinden farksız olmadığını düşünüyorum rafların tozunu alırken. bunca iç burkulması, bu zifiri bakışa uydurabileceğim en mantıklı kalıp bu. nabzım, en sevdiğim jazz şarkısının ritimlerine uygun atıyor. belki birazdan da öyle kanayacaklar ve harika bir şarkının son notaları gibi pıhtılaşacağım.ya da kayıt edilmeyen bir beste gibi hiç bulaşmadan insanların dillerine kaybolacağım. solunum yaparken oksijen değil keman melodileri alıp veriyorum. göğsüm acıyor çünkü ve soluk boruma kıymıklar batıyor gibi. zincire vurulmuş martılar kadar özgür, o martıların çığlıkları kadar kavruk bir yaşam sürüyorum.
ben hiçbir zaman ölmeyeceğim. ölüm meleği bulamayacak ruhumu. ya da bulduğu zaman acıyacak yüksek ihtimal. çünkü ben ruhumu paramparça ettim birtakım doğruların faaliyete geçmesi adına. inandığım şeylerin hayatımda kanunlaşmasına. bir parçasını seninle dans etme hayallerinde kopartıp bıraktım, bir parçasını giderken sana verdim, yolda karnın acıkır da başkalarının günahına girme diye. bir parça ona, bir parça buna, şuna vs. dağıldım dört yana, hiç bilmediğim, görmediğim coğrafyalara.
bir-iki.
kayıt altına alınması gereken bir kanama daha. kendi yara kabuklarımı kopartırken tenimden, kabukların üzerinde vahşi hayvanlarınkine benzeyen tırnak izleri ya da pençe, dil çıkartıyor. sırat köprüsünden geçerken annemi aşağıya itmiş gibi bir suçluluk ifadesi var yüzümde. gözlerimi günahların bana bakan gözlerinden kaçırmaya çalışıyorum. utanç yüklü gemiler gibiyken, yokluğun kaldırma kuvveti dayanamıyor, batıyorum... kirletebileceğim bir duru deniz, yalnızlığımı bölüşebileceğim balıklar ve yine kalbimin orta yerine sıçıp köpek balıklarıyla ihanet edecek deniz kızları. bundan bir adım ötesi; cennet. bir adım gerisi; cehennem.
ben hiçbir zaman olduramayacağım. kabul görmeyecek fısıldadığım dualarım. ya da o kadar çelimsiz bir nefes ile fısıldayacağım ki; tanrının kucağına vardığı zaman, tam da iletecekken isteklerimi, düşüp ölecek bütün kelimeler. çünkü ben nefesimi ziyan ettim gitme diye çığlık atarken hepsinin ardından. lütfen diyerek çürüttüm bütün fısıltılarımı bazı şeylerin istek ile, acıma duygusu ile olabileceğine inandığımdan, aciz bir şekilde. ah, hasta beynim!
bir-iki.
sonlandırılması gereken bir yaşam, bir umut daha. umutlandığım şeylerin boğazına bir kablo geçirip, öldürmek isterken diğer maktüllerin cesetleri ayaklanıp yalvarıyor; yapma. hayır, yapmalıyım! bir sperma hücresi olsaydım eğer, mastürbasyona zorlardım kendimi. katledilmek için milyonlarca kardeşimle beraber. çünkü soyum kırılmalı, kalbim kırıldıktan sonra, soyun ne önemi var ki? vahşi hayvanların bile girmeye cesaret edemediği bir ormanda yaşamaya çalışmak; aptallığın en yüksek rütbelisidir. kimi cesaret der buna, kimisi delilik.
ben hiçbir zaman yaşayamayacağım. kanıt sayılmayacak göğsümün inip kalkması ve kalbimin atması. bir masal perisinin kanatlarının altında yazılı adın, sana dair dualarım, uzun metraj hayallerim. apoletinde intihar yazılı bir asker gelecek ormana, perinin kanatlarını kopartıp, kalbini kıracak. işte o gün kıyametler kopacak bir ruhun üzerine, yıldızlar kayacak gökyüzünden yüzüne. daha evvel de demiştim hani; yıldızlar en çok yüzüne yakışıyor benim gözümde..
Karamsar bir müzikalin, en yalnız repliği. Sahnede bir adam... Sadece bir adam, ne dekor, ne müzik, ne dans eden oyuncular ne de alkışlayan insanlar. Hatta salon bomboş.
Do, Re, Mi...
...
Kırık bir mikrofonla kayıt yapmak ses tellerinde fazla mesaiye yol açıyor ve insanın gırtlağına mikrodalga fırında gereğinden fazla kalmış tavuk gibi bir tat bırakıyor. Kırık bir mikrofonla insanlara bir şeyler anlatmak, anlatmaya çalışmak. Anüsüm yırtılacak gibi hissediyorum, her seferinde kalbim yırtılıyor. Minik bir gölü andıran, çürümüş kan birikintisine basılan bir dal sigara gibi 'cız' diye çığlık atıyor yüreğim her gece.
insanlar orgazm sonucu dünyaya gelen ahmak yaratıklardır henüz anlaşılamayan ve hiçbir zaman anlaşılamayacak olan. Bu denli zevkli başlayan bir yaşam macerası, neden sıkıntıyla devam eder? Ve neden hüzünlü biter? Merhamet denilen şey, çektiği acılar yüzünden sürgün edilmiş gibi uzak diyarlara ve vicdanlar asılmış iğreti şehirlerin gri meydanlarında. Sevimli olmak Âdem'in çocuklarına artık yakışmıyor, artık o maskelerin altında ne olduğunu biliyor bütün evren, tanrının gizli dosyalarını kurcalamış da şeytan, bütün fotokopileri uçakla şehirlerin üstüne yağdırmış gibi....
Düşünmek... Düşünmek... Düşünmek...
Tanrıya çektiğim 426. telgrafda bile; 'insanlardan düşünme yetisini geri almasını' istiyordum ta ki postacı bir şizofren olduğumu yüzüme vurana kadar. incindim. insanlar başkalarının kusurlarını yüzlerine vurmamalı, sanki tanrı tokat atmış gibi acıtıyor. Düşünmek ve içmek.
Düşünmek beyin damarlarıma işkence ediyor gibi. Sanki birileri damarlarıma elektrik şoku veriyor, Filistin askısına asıyor, tırnaklarını çekiyor. Düşünmek biraz da beni alkol tüketimine zorluyor. O halde düşünce kapitalist midir? içki içtiğimde düşünmüyorum. Bu durumu seviyorum hatta aşığım. Bir şeyler hakkında endişe duymadan vakitleri öldürebilmek, sakince ve huzurlu bakabilmek, anlamsız bir şekilde boşlukta amaçsız salınan Eylül yaprakları gibi durabilmek, harika bir durum açımdan.
Do, Re, Mi...
Bir canlıyı öldürebilmek herkesin cesaret edemeyeceği bir şey fakat yok etme güdüsü bütün insanların bilinçlerinde pusuya yatan bir canavar gibi. Zevk için balık tutmak ve çaresiz çırpınışlarını izlemek, insana özgüven tazeleyen bir durum. Balık, 'son' diye düşünürken ağzındaki iğneyi dikkatle çıkartıp onu tekrardan denize salmak ve o an aklından geçirdiklerini düşünebilmek bir meditasyon şeklidir. Ve balığın canını bahşetmek kimseyi tanrılaştırmaz. Eğer bu durum insanı tanrılaştırsaydı, her Pazar günü dünya tanrıdan geçilmezdi... Ve tanrılar intihar etmez, sadece unutulur yarattıkları tarafından. insanoğlu, ne de hayırsız yaratık!
Do, Re, Mi...
Karamsar bir müzikalin, en yalnız repliği. Sahnede bir ceset... Sade bir ceset değil, biraz süslü. Kanla, dışarı çıkarılmış iç organlarla, eksik bileklerle ve yalnız. Ne dekor, ne müzik, ne dans eden oyuncular ne de alkışlayan insanlar. Hatta salon bomboş. Hatta hayat bomboş...
bakın size savaşı anlatayım.
dile getirildiğinde dervişlere abdest maşrabaları tekmelettiren, renk ve güneş düşkünü değirmen çocuklarının anlamadığı o savaşı.
ne ares, ne hitler, ne arz. böyle savaş bilmez hiçbiri.
bu savaş, barış zamanlarında körüklenen, merkezi insan, hedefi insan, müttefiği insan, düşmanı insan; soykırım olsa insan; af olsa insan...
bu savaş bağlama tellerinde, bu savaş meydanlarda yürüyüşlerde, bu savaş geceleyin bir korku, bu savaş paylaşılan yarım kab aş, bu savaş ölülere esinti, dirilere ölü eli.
biz bu savaşın basit erleri, allah'ın aciz, günahkar köleleri.
biz bu savaşı sabaha karşılarda kurduk, sabahın ilk ışıklarında düşledik, ancak gün toprağa kavuşunca ...ler ve dünyacılar arasında bir tümen kuramadık; şimdilik minimal cephelerimiz, zihnimizde kurguladığımız dev yıkım ve yapımlara yarım yamalak ev sahipliği yapıyor.
evet, biz bu savaşı sabaha karşı, gece yarısı, üşürken bir deniz kenarı, susarken bir yarım çay önünde titrerken ve diğerleri...
biz bu savaşı "insansız" mülkiyeliler olarak, insanlardan uzakta kurguladık.
çünkü ancak o zaman zehirlenmedik ve söylemesi mümkün bir çift lafımız oldu.
nietzche üstinsan diye yırtınırrken, "olsun bir denemedir" diye hafif bir selamlamayla ve hızla onu aşıp, rabb-insan ilişkisindeki noksanlıkların kaynak ve sebeplerine kan kusarak kükredik.
ama insandık, mağlup olduk, yenildik çoğu kez.
o dev basamaklarla çıkılan tapınaklarda bir zamanlar zeus'un oturduğuna inanan sıcak şarap ve nişantaşı döllerinin karşısına,
kapıcı dairesine inan basamakların daha yüce olduğu savunmasıyla dikildik.
inanır mısınız ?
biz böyle dikilince.
bizi de zeus sandılar.
salaklar.
Her şey olabilirdim. Estetik cerrahı, başarılı bir mühendis veya avukat, en iyi öğretmen, en karizmatik işadamı... Ama ben zoru seçtim. Hiçbir şey oldum. Hiçlik en kadim dostum oldu. Ama en zoru oydu. Hiç olarak yaşamak, elde hiç varken. Hiçliğin verdiği yalınlığın tadını çıkardım. Hiçliğimi her şeyim yaptım. Bunu başardım. Güçlenmeye başladım, bir korkak gibi sağa sola tutunmadım. Sonsuzluğu hiçlikte buldum. Huzur ordaydı. Fakat kimseye tavsiye etmedim. Hiçliğimi kıskandım, benim vadimdi orası. Özgür hissettim kendimi. Kendime de hayrım yoktu ki hayatıma temas edenlere ışık vereyim. Çene çalıp yön verdim. Sonra ne yaparlarsa yapsınlar hiçbir şeyi siklemedim. En iyi avantajı da kendim yanarken başkalarının da nasıl yandığını naklen izleyebildim, ne acı ki onların yandığından haberleri bile yoktu. Sessizce bitiriyorum yazımı, her şeyi yarım bıraktığım gibi yarım bırakarak. Bırakayım bu da bir hiç kalsın, sonsuza kanatlansın.
Vasiyetimdir;
Sonu 'izm'ile biten ne varsa terk etmeli bu gezegeni. 'Maniheizm', en uç atalarım olan Uygurları yedi. Yiğittiler, savaşıyorlardı, kan döküyorlardı! Ama insanlaştılar, eridiler. Zaten insan sevgisi hangi devirde kime ne kazandırmış cesetlerden başka?
Üvey oğlum 'Anarşizm' molotof kokteyli atsın 'Faşizm'in barınaklarına, sonra içeri dalsın sığınıp insanlığına ve sarılarak ikisi birden, kül olsun, duman olsun karışsınlar bulutlara. O kadar çok gerekli de değil hani, yalnızlık baş edilemeyecek kadar kaos yaratabilme yetisine sahip ve aşırısı fazla.
'Sofizm'i siktir edin, bilgi öleli çok oldu belki cesedi bile kurtlanmıştır ve kimse üzerinde kurtçukların oynaştığı bilgileri istemez. insanlar para ister, petrol ister, büyük memeler ister, ıslak vajinalar ister, tatmin edebilecek sert(!) şeyler ister. Biraz da alkol...
'Budizm' önce biraz kilo vermeli, o kel adamın kıçı neresi, kafası neresi ayırt edilemiyor ikisi de çok benziyor birbirine ve komik görünüyor. Budist olsam ibadet esnasında çarpılırdım diye düşünüyorum bu yüzden.
Tanrım işine karışmak gibi olmasın ama ben olsam 'Deizm'i çarpardım. Neden olduğuna dair en ufak bir mantıklı açıklamam yok. Sanırım biraz şiddet gerekli.
En sevdiğim kardeşim, ailemizin en mazlumu 'Liberalizm' diyeceğim ama gırtlağını çoktan sıktılar onun. 'Materyalizm' kendi kendini fesh etmeli, efendi efendi çekilmeli evine. Emekliliğini beklemeli. Ben sadece ruhumla yaşıyorum, çırılçıplak. Ya da kafa tutuyorum işte.
'Nihilizm' ayda bir kere uğrayan pek göremesem de en sevdiğim dayım gibidir. Bazen gelirken çikolata getirir sanki. Espiri de yapar hem; 'yok satıyor bu çikolatalar' diye.
'Pragmatizm' sabah akşam ıslak odunla dövülmeli, gerekirse yüksek voltajlı elektrik versinler. insanlar, insanlardan birşeyler almadan, karşılık beklemeden iyilik yapmayı, işe yaramayı öğrenene kadar, her öğrenilemeyen bir gün için 'pragmatizm'in etinden bir parça koparmalı paslı kerpetenlerle. Bırakın ciyaklasın kaltak! 'Pragmatizm' gebermeli!
Ve 'Sosyalizm', 'Kapitalizm'i becermeli arkasından. Öyle bir becermeli ki, onun da çükü işlevini yitirmeli. Ee tabii, 'Sosyalizm' bu, serde yiğitlik var. Durur mu? Ya 'çüküm ya ölüm der, çeker vurur kendini. Bunu gören 'Emperyalizm' ihanete uğradığı için intihar etmeli, kutularca ilaç içerek. Kendi üretimi ilaçlarla ölmek, huzurlu ve değişik olsa gerek he 'Emperyalizm'?
Velhasıl bizi rahat bırakmalısınız 'izm'ler...
Bizler 'deist', 'ateist', 'sosyalist' ya da 'kürt', 'laz, 'yunan, 'ingiliz' olarak değil sadece 'insan' olarak seslenmeliyiz birbirimize. Mesela sınırlar falan da kalkmalı, iskoçya'ya viski içmeye gidebilmeliyim rahatça. Şarap diyarından bir kardeşim, koynunda çalıntı şişelerle masamıza katılmalı 'Ate' bir dostumla bir caminin çay ocağında 'felsefe'den bahsedebilmeliyiz, o; 'tanrı yok' diyebilmeli, bense; 'var.' Ya da bir orospuyla mesaisi dışında oturup bir fincan sıcak çikolata içebilmeliyim herhangi bir coğrafyada. Eşcinseller ile omuz omuza stadyumda maç izleyebilmeliyim ya da köhne bir kıraathanede 'batak' oynamak. Aslında bilmem oynamayı ama öğrenirim insanlık namına. Maksat kimlikleri, kökenleri değil 'insanlığı' bir arada tutabilmek. Neden bilmem ama ingiltere'den takım elbise almalıyım, toplum şık görünmemi istediği için. Aslında yaprak takıp gezmek daha mantıklı, en doğal ortam. Değdirecek sapıklardan korkmasam... Bir siyahi kardeşim penisinin büyüklüğü dışında 'iyi adam yahu' diye anılmalı arkadaş ortamlarında. Polis memurlarından ödünç 'marjiuana' alabilmeliyiz bolca. Borç ulan, sonra vereceğiz alınca!
Bütün bu 'izm'ler siktir olup gittiği zaman, kuralları bozmaya yönelen her an insan, sikinden ya da memelerinden asılmalı ağaçlara. Ve yaşamaya hakkı olmamalı ruhu bozukların bu sofrada. Bu zamana kadar yeterince sıçtılar tabaklarımıza...
Bütün 'izm'ler gitmeli, öldürülmeli. 'Erotizm' ve 'Alkolizm' hariç. Zaman zaman yalnızlığımı bastırıyorlar. He bir de, 'Massive Attack' daha fazla albüm yapmalı. 'Pragmatizm!' Sen ölmemiş miydin orospu çocuğu?
"hadi ordaan", "yallaaah", "yol al", "herkes kafasına göre", "biz böyleyken siz böyleydiniz de biz farklıydık" vs vs vs... öyle sanıyorum ki çoğunuz bu tarz lafları duymuşsunuzdur ve bilmem belki de bir kısmınız kullanıyorsunuzdur ki umarım çok küçük bir kısmınız kullanıyorsunuzdur. yeni nesilden nefret eden bir yetişkin gibi konuşmayacağım ama gerçekten de nereye gidiyoruz. bence sonsuza dek giden bir yok oluşa, bir kara deliğe... pek de şikayetçi sayılmam yaşadıklarımdan ama acı son da beni korkutmuyor değil. insanlar birbirinden nefret eder oldu, ilk izlenimin bir avans niteliğinde taşıdığı saygı tamamen kayboldu. ve şahsen özellikle bu kelimeleri karşı cinse kesinlikle yakıştıramıyorum. 18'li yaşlarında ve sanki hayatın en ağır tokadını yemişçesine haykırıyor: "yol al!" gerçek bir erkek için gerçekten tiksindirici ve ereksiyon kaybı ve hiç çekinmeden söyleyebilirim ki gerçek bir kız değil. sapıkça gelebilir ama buram buram kız kokmuyor. "seninle kim sevişmek ister ki" dedim ve o da aynen: "haydi kafana göre, yol al." içten içe gülebildim sadece. hakikaten öyle bir kelime ki balyoz etkisi yapıyor söylenince, karşılık olarak bir "anti-yol al" deyip golü atamıyorsunuz. buradan bu iki kelimeyi yan yana koyarak bu kalıbı oluşturan vatandaşa tebriklerimi sunuyorum ama bu iki kelime bir kızın eline verilmemeli çünkü gerçekten iğrenç bir manzara ortaya çıkıyor. bir keresinde msnime nerden geldiğini hatırlamadığım bir kız -ve sanırım onunla uzun zamandır konuşmamıştım- "naber" yazdı. karşılıklı birkaç diyalogdan sonra kamera açmamı istedi ve ben de kabul ettim, etmez olaydım. meğersem kameranın öbür ucunda msnın adresinin esas sahibi olan kızın arkadaşı varmış. kamera açıldıktan sonra hemen hemen hiç konuşmadık ve aradan birkaç dakika geçtikten sonra bir işim çıktı ve kamerayı kapatmam gerektiğimi söyledim ve o da bana ne derse beğenirsiniz: "kafana göre!" ve kamerayı benden önce kapattı. anladım ki insandan hangi varlığa döndüğü belli olmayan -belli ki konuşabilme-yazabilme yetisini de kaybetmiş- yaratık benim işimin çıkmasına belli ki alındı belki de inanmadı ve tepki olarak ana dilinden şu iki kelimeyi kullandı: "kafana göre!" bir kıza çok çirkin diyecek kadar kendimi -yakışıklı ve kendini beğenmiş- olduğumu falan düşünmüyorum ama kız pek de sokakta yürürken dönüp de bakılacak bir görünümü yoktu. zavallı belki de bunun farkında ve acı gerçekle bir kez daha yüzleştiği için refleks olarak böyle bir şey dedi, kim bilir. umarım o kız bir gün bu yazıyı okur ve benim kim olduğumu hatırlar. belki de bir kez daha tarafımdan kendini aşağılanmış hissedecek ama olsun, intikam serttir. peşindeyim kızım!
yağmur vücudumu ıslatırken düşüncesizce ilerliyorum. saçımdan süzülen damlalar ve yanaklarımı ıslatışı...
aklımdasın.
parça parça hayalin gözlerimin önünde. denize atladığım zaman gibi yine seni başka bir boyuttan izliyorum.
ayak uçlarım ıslanmış. deniz çok güzel görünüyor. savana daki leoparlar kadar rahatım sen aklımdayken ve deniz hala karşımdayken.
düşünsel ve ruhsal rahatlık bedensel rahatlıktan daha cazip şu an.
kahverengi büyük kapıya geldim. camdan içeri bakıyorum. oradalar! onlar beni bekleyen kederlerim.kendi hallerine dalmışlar. birkaçı uyumuş.
önce küçük bir koridor ve ona paralel iki büyük salon. değişik bir nem kokusu kapıyı açmamla ciğerlerime doluyor. aldırış etmeden boş bir yer buluyorum. gözlerim etrafı süzüyor ve beni düşündürüyor.
aitsizlik...
istediğim tek şey müzik. işte! yaylılar giriyor beynime, beraberinde sevinç. güçlü korkularını salıyorlar. dük ve düşeslerin asil, aristokratik zevk salonlarından, kimsesizlerin ve yaşayan ölülerin acı salonlarına dönüşünü yaşıyorum. gözlerimin önünde canlanıyor.
aniden 5 kişi giriyor içeri. vazgeçilmez kabarık adımlarıyla gürültü çıkarma haklarını kullanarak gözlerine kestirdiklerini sorguluyorlar.
alt tabakadan birinin daha alt tabakadan birini ezmesi...
uzanmış ayaklarımı ve yazı yazdığımı görüyor biri. gözünün içine bakarak yazmaya devam ediyorum kaldığım yerden. kafasını çevirerek sorgulamadan geçiyor beni. sırıtarak diğerlerine bakıyorum.
tütünüm aklıma geliyor ve biraz daha seni düşünmek için dışarı çıkıyorum sessizce...
bana güneşim gerekli baktığımda gözlerimi kamaştıran
bana mavilik gerekli, gökyüzünün rengini alan
birde kıyıya vurmalı dalgalarının sesi, tüm seslerden uzak iç içe doğayla
kuşların dilinden anlamalıyım, beni gülümsetmeli maviliğin sesi, güneşin parıldaması, kuşların cıvıl cıvıl sesleri
her sözümde huzur arayışlarım var, beynimde bir dünya oluşturdum içinde sadece ben ve güneş olan, canımı acıtmasın tüm sahtelikler diye...
içimde bitiremediğim bir sürü hayatın gecesiyle uyanıyorum. şehirlerimin namusunu, değişim zabıtalarını kaptırdığımdan beri; yaşamak için kaçak seyyarlara ihtiyaçlıyım. kendime eğilip birkaç satır silmek istediğimde, arkasını göremediğim etnik duvarlarım var. ruhuma dayadığım her merdivende, hep aynı basamakta sıkışıp kalıyorum: toplum.
belirlenmiş kuralların temasında kendime hep bir kılıf uydurmam gerekiyor. hukuk neresinde kalırsa kalsın, özgürlüğüm henüz benden çıkamadan hapis oluyor. içimde dağılan yaşamın izdüşümleri hep başkasına benziyor. kendin olabilmek istediğinde zoraki tabulara uymak mecburiyetindesin. ya herkesin herkese benzediği bir moda ya da herkesin seni inkar ettiği bir yola girmelisin. kendin için haksızsın. çünkü onlar toplum.
düşüncenin arkasında durmak için önce düşünmemen gerekiyor. sadece inanışının hatırına nefes alabildiğin, doğduğun coğrafyanın inkarıyla ya da sahiplenişinle sıfat kazanabildiğin bir iklimdesin. bir sebep mecburiyetinde, cümlelerde eksik kalmış yüklem olmalısın. gizli özne hep kendin olabilmek istediğinde işe yaramakta. hiçbir makam ya da hiçbir mecrada düşüncenin özgürlüğüne bağlanamazsın. hep belirlenmiş kalıplara üye, hep yazılmış fikirlere tamah etmelisin. çünkü sen anlamazsın, onlar toplum.
kendi fiiliyatında her eylemin sansürlü, kendin kadar başkasına saygı duymak istediğinde özürlü mührü yiyorsun. kültürel sadakat ilkellik, ithal inanışlar medeniyet demek. bunun tam tersinde sadece kendi bildiğin doğruya inanmaksa, felaket demek. beklenen duygu sürüsel zamanlarda yaşamandır. asla kümesinden başını kaldırma ya da asla cesaret edip ruhundan taşma. okuduğun bir gazeteden mahkum, oturduğun köşeden müebbet alabilirsin özgürlük bekçilerinden. senin aklın ermez. çünkü onlar toplum.
ruhumuza saygı duymadan insanlık kaygılarımızla yaşamamız bekleniyor. bir zaman aşımında günlerimiz geçerken, hangi başı bağlı hangi başı açık, ne önemi var? bütünsel değerler yerlerini bireysel menfaatlere bırakmış. çocukları sokak yapan hayatlara, susmaya, kabullenmeye ve çarçabuk unutmaya alıştık. bize ne gerek resepsiyonlardaki kravatla, papyonun kavgası sesli düşünmek yasak, tahammülsüz olmak serbest. kendinden çok düşünme, kendinde kalmaz. çünkü onlar toplum.
kalbim siyasallaşıyor, beynim özelleşiyor, ruhum kamulaşıyor (kbr). toplumsal huzur mu, toplumsal katliam mı sorgulayamıyorum bile. çünkü onlar toplum!
Haberlerde müjdeliyor 'kar geliyor' diye. Sevindirmesi gereken bu haber üzüyor beni iyice. Biliyorum ki bu şehre kar en son 17 yıl önce uğramış ve bir daha zoor! Kışın tadını almak için gezinirken sokağında bu şehrin, ıslak bir titreme alıyor beni, halbuki kar nasıl da ısıtıyordu aynı bedeni. içimi ısıtırdı kar soğukta olsa, belki saflığın rengi ile aynı olduğundan. Belki de soba-kestane ikilisini hatırlattığından ve belki de annenin elinden yenen son kestanenin hatırası idi içimi ısıtan.