"... bu dunya. herkes kendi dünyasında, herkes kendi hülyasında.." diye devam eder kayahan'ın dilinden.
sevdiğimiz, ara ara özlediğmiz bir şarkıyı hatırlatır..
(bkz: ümit dünyası) yazarı ŞEVKET RADO... insanlara yeni görüş açıları getiren bir makale kitabıdır. Bu geçici dünyada misafir olarak kaldığımız müddetçe kaybetmememiz gereken, hep saklamamız, ruhumuzun bir köşesinde kendisine ufacık da olsa her zaman bir yer ayırmamız gereken tek şey ümittir. insanoğlu kaybettiği birçok şeyi, bu arada parayı, mevkii, sağlığı ancak ümidi kaybetmezse yeniden bulabilir...
"insanlar düşündükleri gibi yaşamazlar, yaşadıkları gibi düşünürler" diyen marks'a inceden selamı çakıp, sazlar da yerini aldıysa başlayalım hemen.
kamera... ışık... ekşın!
sahnenin tozunu az da olsa yutmuş olan herkes bilir, meydanlarda toplaşan binlerin arasına karışıp da tek yürek, tek yumruk olunduğu vakit insanın içini dolduran o coşkuyu. birkaç saat sonra kısılmaya yüz tutacak olan ses, bir hatta üç beş ton kalından salınır, çoğu kez adını bile bilmediğin o insanlarla yan yana yürürken. hatta bazen "lan aslında az kalabalık da değiliz ha, bizim gibi üç beş ütopik dangalak daha olsa sallarız biz bu düzeni" türünden 'toyluklara' kapılıp inancı, umudu tazelemek bile mümkün oluyor. o derece güzel oluyor mayısın ilk günü diyerek mesajı da verip paragrafa noktayı koyarım.
- dur bi ya vericez, alla alla... 1973 yapımı bir safa önal filmi.
ne diyodum ben... hah;
aralık ayının son haftası yeşeren umutlar vardır bir de. hani şu, hayallerin bol keseden kurulduğu, en uzununa nimet abla gişeleri önünde rastlanabilen kuyruklarda boy veren umutlar... tam da bu noktada düşünmeden edemiyor insan; nimet abla mı yoksa marks mı insanlığın gerçek umududur? görüldüğü üzere akla düşen her düşünce, soru işareti öyle pek de kıymet barındırmıyor. lakin yine de cevap vermek isteyenler olursa mesaj kutum 7/24 açık.
itiraf edeyim. başta epigraf niyetine koyduğum marks alıntısından da anlaşılacağı üzere bu yazıyı kurgularken niyetim; bir vakitler dost muhabbetlerinde biraz da üzerine geyik çevirelim diye dillendirdiğimiz bir mevzu olan "ulen yılbaşında büyük ikramiye bize çıksa hala bu işlerle uğraşır olur muyuz acaba"nın nostaljisini yaşatmaktı. sonra da kurtuluşun toplumsal düzeyde olduğu zaman bi anlamı olacağından filan dem vuracaktım. lakin şu an bir kez daha farkına vardım ki lüzumsuz mevzular bunlar. ama yazdıklarımı da silmeye gönlüm elvermiyor. "ee ne diye vaktimizi çaldın o zaman" diye haklı sitemlerde bulunacak herkesten emeğe saygı beklemekten başka çarem yok.
Filmde yoksul bir matbaa işçisiyle kimsesiz hasta bir kızın acı gerçeklerle dolu aşk ve evlilik öyküsü anlatılıyor. Büyük kentin kenar semtindeki küçük insanların yaşantıları, ilişkileri, dostlukları, dayanışmaları, sorunları, birbirlerine sahip çıkmaları pembe gerçekçilik çizgisinde yoruma kaçmadan doğal biçimde perdeye yansıtılmış.
istanbul'un Cağaloğlu semtindeki küçük bir matbaada çalışarak Avustralya'ya gitmek için para biriktiren Ahmet (Tarık Akan), kiracı olarak oturduğu yaşlı bir kadının Zeytinburnu'ndaki tek odalı evinin önünde Zeynep (Necla Nazır) adlı hasta bir kız bulup acıyarak içeri alır. Yetiştirme yuvasında büyüdükten sonra yanında çalıştığı terzi tarafından haksız yere hırsızlıkla suçlanarak dövülen kızla aralarında bir gönül bağı oluşur. Nikahsız yaşadıkları için dedikoduların büyümesi üzerine ev sahibinin evden atmak istediği Zeynep ortadan kaybolur.