doğmuştu ve artık yaşamak zorunda olduğunu biliyordu. kendi tercihi miydi? fani hayattan önce ki ahir zamanı hatırlamıyordu. ne sözler vermişti kim bilir? kim bilir yaşadığı süre içinde kaçını çiğnemişti. artık dönüşü olmayan bir yoldaydı. zaman yolunda. söylenenlerin gerçekliği, yalanlığı ve anlaşılmazlığı altında eziliyor, senelerce yaşamış kişilerin davranışlarına bakıp şaşırıyordu. kendi yaşıtları gibi değildi. anlaması kıt olduğu için verilen her bilgiyi tam olarak alamıyordu. belki de bu kendisini koruyan bir kalkandır. bu şekilde düşünüyordu. emek vermiyordu bir şeyler için. emek harcaması gerekmiyordu. büyüklerinden 'yediğin önünde yemediğin arkanda. dersini çalış' lafları işitmesine rağmen çalışmıyordu. arkadaşlarıyla da gezmiyordu. evde oturup 21. asırın nimetlerinden faydalanıyordu. **
Kendi yazdığım ve bir forumda yayınladığım hikayeyi size takdim etmek istiyorum.
Not: uzundur...
hikaye adı: törkiş delayt
bölüm 1
Çok güzel bir günde 19 yaşındaki bir delikanlı evde bavullarını hazırlıyordur. Mayo, giysi vebenzeri şeylerini bavula doldurur. Hala bavulda büyük bi boşluk vardır. Bavulun geri kalanınıda çok sevdiği Lokumlarla doldurur. Evinde bir sürü lokum cinsi vardır. Bu bahsettiğimiz arkadaşın adı ise Kerim'dir. Kerim tatile gitmek için hazırlanıyordur. Planında ramazandan önce dönmek vardır. Yani 1 ay orda kalacatır. gideceği yer ise Alanya'dır. Bavulunu hazırladıktan sonra arkadaşıyla buluşur. 2 arkadaş gideceklerdir tatile. Annesiyle vedalaşıp otobüse biner Kerim. Arkadaşı Hasanda Ailesine veda edip otobüse biner. 15 saatlik bir yolculuktan sonra Alanya'ya varırlar. Ordaki herhangi bi pansiyona yerleşirler. Kerim ve Hasan çok mutludurlar. Kerim uzun zamandır bu tatili bekliyordur. Çocukluğundan beri tatile gitmiyordur. ilk kez istanbuldan bukadar uzaklaşmıştır. Kerim serinlemek için bir duş alacağını söyler. Allah'tan bu pansiyonda her odada küçük bi duşakabin vardır. Ama tuvalet ortaktır. Kerim banyoya girer ve suyu açar. Soğuksu rahatlatır onu. Su damlaları gözüne gelince gözünü silmek için elini kaldırır. Fakat bi türlü eli yüzüne gelmemektdir. Sonunda koluyla siler. Ama ne görsün. Eli yok. Diğer eli yerinde. Ama sol eli yerinde yok. Vargücüyle çığlık atarak duşakabinden fırlar...
bölüm 2
Elinin yerinde olmadığını gören Kerim duşakabinden dışarı fırlar. Hasan Kerimin çıplak bi şekilde kendine doğru koştuğunu görünce korkudan yandaki odaya girer. Tabii yaka paça dışarı atılır. Kerim ise üstüne yorgan almıştır. Ama şaşkın şaşkın ellerine bakıyordur. Hasan kızgın bi şekilde ne yaptığını sorar. Kerim duş alırken sol elinin yerinde olmadığını anlatır. Hasan '' güneş başına geçmiştir, veya soğuk su çarpmıştır. Bi şey olmuştur ben doktor değilim. Ama şuan elin yerinde olduğuna göre hadi denize gidelim. '' der. Kumsala vardıklarında büyük bir kalabalıkla karşılaşırlar. Ama iki arkadaş kara denizlidir. Onlar için fark etmez. Derinlerde yüzerler, sakin sakin yüzerler. Kumsalda elinde buz çantalarıyla dolaşan bi adam vardır. Dondurma isteyen diğe bağırır. Genellikle hep aynı marka dondurması vardır. Kumsalda sıcaktan bunalan insanlarda almaktadırlar. Kerim uzaktan bu adamı görür ve Hasan'a dönerek '' gel 2 dondurma alak. biraz sernliyek '' der. Dondurmacının yanına tam geldiklerinde genç bir kız dondurmacının yanına gelir. Kızın giysileri normaldir. Uzun bir etek, ve süğeter. Her halinden bir tatilci değil yerel halktan olduğu anlaşılmaktadır. Dondurmacıya '' Remzi abi annem bize bi uğrasın dedi senin için '' der. Dondurmacı '' Bitti sayılır dondurmalar. Bitince gelirim. '' der. Kız gider . Dondurmacı Hasan ve Kerim'e dondurmaları sattıktan sonra başkalarına satmaya devam eder. Hasan dondurmayı açıp yemeye başlar bile. Kerim sol eliyle dondurmayı tutar. Tam sağ eliyle açacakken bu seferde sağ elinin yerinde olmadığını anlar. Ve çığlığı basarak yerinden fırlar ...
bölüm 3
Yerinden fırlayarak kumsalda koşmaya başlar. Çığlık atıyordur aynı zamanda. Hasan Kerim'in üstüne atlar. (Hasan kilolu bir arkadaşımız) Ve Hasan böylelikle Kerim'i durdurur. '' Ne oldu ?? '' diye kükrer Hasan . Kerim'in ağzından '' Elim !!! '' kelimesi çıkar. Ama eli yerindedir. iki elide yerindedir. Hasan Kerim'e bi tokat patlatır. '' Bu gün 2. kere oldu !! Hem senin yüzünden dordurmamı rahat rahat yiyemedim !!! Ceza olarak senin dondurmanıda ben yiyeceğim !!! '' der Hasan. Ve iki dondurmayıda tek eline alarak yalamaya başlar.
Kabin'e girip üstlerini giyinirler ve kumsaldan dışarı çıkarlar. Hasan '' Bi midye yeseydik keşke !! '' der havaya bakarak. Kerim cüzdanını çıkarır ve sinirli bir şekilde '' Ne kadardır o ? '' der. Hasan '' hayır ben öyle sokak satıcılarından yemem. Ben restorantda yerim sadece. '' der. Kerim şaşkın şaşkın Hasan'a bakarken birden adamın biri Kerim'e yaklaşır ve cüzdanı kaptığı gibi koşmaya başlar. Kerim ve Hasan koşmaya başlar. Kerim bağırır :
Kerim: Cüzdanımı ver Allah'sız !!!
Hırsız: Ya git bi peşimden !!
Kerim: Lanet olasıca herif !!!
Hırsız: Adam gibi sövsene lan !!
Kerim: Mod sadece buna izin veriyo valla .
Uzun bi kovalamaçdan sonra Kerim yere çakılır. Yol öyle taşlıdırki yüzü kan içinde kalmıştır. Ama bi tuhaflık vardır. Bu seferde ayağı yoktur. '' Yeter ama ! '' diyerek ağlamaya başlar. Bu sırada ona doğru biri yaklaşır.
bölüm 4
Yaklaşan kişi o gün gördüğü kızdır. Kızın annesi Hasan'a Kerim'i kucaklamasını ve dükkanlarına götürmesini ister. Orda Kerim'in yaralarını temizlerler. Kafası biraz çatladığı için oraya bez yapıştırırlar. Ardından taksiyle polikliniğe giderler ve dikiş atılır kafasına. Kadın ve kızına teşekkür ettikten sonra dükkanın önünde dondurmacı abiyi görürler. Dondurmacı abi Kerim'i hatırlamaz ama nezaketen bir '' Noldu başına kardeşim ? '' diye sorar. Kerim '' Düştüm '' der. Dondurmacı nasıl diye sorunca Kerim kıza rezil olmamak için ayağı takılıp düştüğünü söyler. Ve pansiyona geri dönerler. Aradan bir hafta geçer ve o bir hafta içinde 20'den fazla kez bir organı kaybolur. Bazen gözü, kulağı, kolu, bacağı, burnu, dili, ayakları ve elleri. Sonunda internette bunu araştırır. Ve bir doktorun sitesine girer. Sitede doktorun böyle acayip şeyleri tedavi ettiği yazıyordur. Kerim içinden '' Denemeliyim, yetti artık !!! Ya bu doktor beni tedavi edecek, yada beni bu hale getiren yazarı ve bu durumdan hoşnut olan okurlarını dövecem !! '' der. Sitede doktorun Erdemli'de olduğu yazıyordur. Pansiyoncudan arabasını ister. Ve Alanya'dan Erdemli'ye kadar gider. Kerim yoldayken pansiyona biri girer.O kişide o pansiyonda kalmaktadır. Hasan'la karşılaşırlar. Hasan adamı tanır. O adam dünki hırsızdır. Hasan vargücüyle hırsızın üstüne atlar. Ve böylelikle Hasan ve hırsız arasında bir güreş başlar.
Kerim Erdemli'ye varmıştır. Doktorun ofisini arar. Ve orayıda bulur. içeri girdiğinde 32 diş gülümseyen doktoru görür. Karşılıklı otururlar. Doktor '' Sorununuzu anlatın Kerim bey . '' der. Kerimde sinirli bi şekilde Alanya'ya geldiğinden beri başına gelen tuhaflıkları anlatır. Doktor dinler ve bir sonuca varır. Sonucunu Kerim'e de söyler: '' Kerim bey, çok nadir karşılaştığım bi olay bu. Yavaş yavaş yokolmaya başlıyorsunuz. Tabii çözümüde var !! '' der.
bölüm 5
Doktor anlatmaya başlar :
'' Bakın Kerim bey , bu çok nadir karşılaştığım bi sorundur. Ama tam olarak bi hastalık değildir. insanlar çift yaratılır. Ama normalde o çiftler farklı zamanlarda yaratıldığı için bir sorun teşkil etmez. Ama eğer çiftler aynı yıl, aynı gün, aynı saat ve aynı saniyede doğarlarsa sorun çıkar. birinizden biri yokolacak. Eğer el atmazsanız ikinizde yokolacaksınız. ''
Kerim merakla sorar :
'' Peki tedavisi nedir ? ''
Doktor anlatmaya başlar :
'' Dediğim gibi bu dünyadan birinizin gitmesi lazım. O yüzden senin yapman gereken şey, çiftini bulup ÖLDÜRMEN !!! ''
Kerim konuşur :
'' Ama başka yolu yokmu ?? Hapse filan girerim sonra ! Hem zaten nerden bulacam çiftimi ? Ben okurları dövsem sorun çözülmezmi ? ''
Doktor anlatır :
'' Hayır düzelmez. Muhtemelen onunda başına aynı olaylar geliyordur ve muhtemelen sebebini ve çözümünü bilmiyordur. O yüzden sen biraz daha şanslısın. Çünkü Türkiye'deki tek bu konuyla ilgilenen doktor benim ve banada öyle biri gelmedi. Yani şuan hiç bişey bilmiyor. Onu temiz bi şekilde öldürmen gerekiyor. Zaten cesedi yokolacak. Hem okurları dövme biri Çete Lideriymiş. Çiftini ise çağımızın icadı ile bulacağız. Feys ... ''
Doktor sözünü tamamlayamadan içeri bi adam girer. Adam Kerim'in tıpatıp aynısıdır. Adam koridordadır. Doktor tam koridorun önünde olduğu için adamı görebilmektedir. Ama Kerim duvarın arkasında olduğu için görememektedir. Adamda Kerim'i görememektedir. Doktor, Kerim'e dolaba girmesini söyler sessizce. Derken içeri giren adamın gözleri yok olur. Biraz öyle durur. Kerim dolaba girer. Biraz sonra kendiliğinden düzelir. Adam artık çok alışmıştır halinden bellidir. Hiç panik yapmamaktadır. Ve Doktor'un önüne oturur adam ...
bölüm 6
Kerim'in çifti Doktorun önüne oturur. Hemen konuya girer : '' O nerde ? Buraya geldimi ? '' . Doktor biraz korkarak '' kim ? '' diye sorar. Kerim'in çifti sinirli bir şekilde '' Bana bak doktor, bana oyun oynama !! Yoksa seni öyle bi döverimki, tavuk reklamındaki gülen kıza dönersin !!! '' der. Doktor anlamamakta ısrar eder. Kerim'in çifti dayanamaz ve '' ÇiFTiM !!! ÇiFTiM NERDE !!! ??? '' diye bağırır. Doktor şaşkındır ve '' Çift meselesini sen nerden biliyorsun ? '' der. Kerim'in çifti '' Bu ülkedeki bütün bu konuyla ilgilenen doktorlara başvurdum. Konuyu öğrendim. Ve her doktorda çiftimi arıyorum. '' der. Doktor biraz utanmıştır. Kerim'in çifti '' Ne yani sen dünyada bu konuyla ilgilenen tek doktorun sen olduğunumu sanıyordun ? '' der. Doktor '' Öyle sanıyordum ama meğersem değilmişim . '' der utançlı bir şekilde. Kerim'in çifti bir kağıda adını ve telefon numarasını yazar. Doktora verir. Kerim'in çifti '' Eğer buraya gelirse beni ara. '' der. Doktor kağıda bakar. Üstünde Ceyhun yazmaktadır. Doktor, Kerim'in çiftine döner ve '' Afedersiniz Ceyhun bey, ama siz nerde oturuyorunuz acaba ? '' der. Ceyhun, Doktora döner ve '' istanbul, Beykoz . Yarında döncem zaten. Ordada bi kaç doktora bakacam. Ama bu gece burda bi otelde kalacağım. '' der ve gider. Kerim dolaptan çıkar ve '' Demek çiftimin adı Ceyhun . '' der. Doktor, Kerim'e döner ve '' Bundan sonrasına beni karıştırmayın. Sahil yolunda tüfek müfek satan bi herif var. Ona git. Balonlara ateş ediyo. '' der. Kerim '' Tam sahil derken neresini kast ettiniz ? '' der. Doktor '' Bu sahil değil. Burdan minibüsle gidersin. Viranşehir de, indikten sonra aşağı in. Denizi görürsün zaten. '' der. Kerim arabaya atlar, bu iş nekadar çabuk biterse onun için okadar iyidir. Sora sora Viranşehir'e varır. Sahil boyuca yürürde yürür. Sonunda sahilde 40'lı yaşlarda kovboy şapkası takmış, elinde tüfekle balonlara vuran adamı bulur.
bölüm 7
Kerim, adama yaklaşır ve '' Tüfekler nekadar abi ? '' diye sorar. Adam, Kerim'in suratına bakar ve '' Satılık değil, 5 lira veriyosun, balon vuruyosun. '' der. Kerim '' Bu yakınlarda tabanca ve benzeri ürün satan bir yer biliyomusun abi, özellikle sen nerden aldın ? '' der. Adam '' Yukarda bir yerde satılıyor, ama ruhsat lazım. '' der. Kerim '' Merak etme, ruhsatsızda satarlar. '' der. Adam hak verir ve tarif eder. Fakat hırsız bütün parasını çaldığı için tek kuruşu yoktur. Kerim yerdeki bozuk 4 lirayı görünce bir cinlik düşünür. Parayı alır ve '' Ben 4 lira versem, vurmama izin varmı? '' der. Adam müsade eder. Parayı alır ve tüfeği Kerim'e verir. Kerim'in amacı tüfeği alıp kaçmaktır. Fakat işler yolunda gitmemiştir. Çünkü tüfek sandığından daha ağırdır. Ancak bunu bir avanntaja çevirip adam arkasını dönmüşken silahın arkasını adama pat diye vurur. Adamın yere yığıldığını gören millete Kerim '' Başına güneş geçti '' deyip kaçmaya başlar. Ve arabaya atladığı gibi doktoru arar ve Ceyhun'nun telefonunu ister. Sonra Ceyhun'u arar ve '' Ceyhun nerdesin ? '' der. Ceyhun '' Şehir dışındayıkm sen kimsin ? '' der. Kerim '' Ceyhun seninle acil bir şey görüşmem lazım, kaldığın otelin adını ver . Bende Mersin'deyim.'' der. Ceyhun kaldığı otelin adını söyler. Ardından sen kimsin demesine fırsatkalmadan telefondan patpat sesler gelir. Çünkü Kerim'in elleri yokolmuştur ve ayaklarıyla sürmeye başlamıştır arabayı.
bölüm 8
Elleri geri geldiğinde ise çok geçtir. Bir bakkalın içine dalar arabayla. Hemen arabadan iner. Hava yastıkları ona bişey olmasını engellemiştir. Burnu bile kanamamıştır. Hemen koşmaya başlar. Otele yaklaşmıştır. Hava ise kararmaya başlamıştır. Sokak lambaları yanmıştır bile. Ama otele girdiğinde oda almadan diğer odaların kapısını çalamayacağını öğrenir. Cebindede parası olmadığı için yan taraftaki bir parka gider. Bir bank bulur ve '' Bu geceyi burda geçireceğiz herhalde. '' der içinden. O sırada Hasan hırsızı polis teslim etmiştir bile. Cüzdanıda aldığı gibi midye yemeye gider. Ardından Hasan tuhaf birşeyler hissetmeye başlar. Dün gördükleri kız. Napıp edip onun adını öğrenmesi gerektiğini düşünür. Ve kızın dükkanının yolunu tutar. Dükkanı ise annesi kıza emanet etmişir. Bir arkadaşıyla dükkana bakmaktadır. Dükkanları ise aktardır. Kızın adı Ebru, arkadaşının adı ise Pınar'dır. Aslında o ikisi ilk okul arkadaşlarıdır, ve çok iyi arkadaşlardır. Böyle zamanlarda hazır havada karardığı için birbirlerine korku hikayeleri anlatırlar. O gün ise sıra Pınar'dadır. internette bulduğu korku hikayelerini anlatıyordur. Ama işler cinlere gelince Ebru korkmaya başlar. Çünkü cinlere karşı bir korkusu vardır. Bunu bile bile Pınar anlatmaktadır hikayeyi. Ebru böyle durumlarda bıçakla eline aldığı bir tahtayı kesmektedir. Pınar hikayeyi bitirdiğinde ağzından korkutucu sesler çıkarmaktadır. Ebru ayağa kalkar ve '' Artık eskisi kadar kormuyorum. '' demesiyle içeri Hasan dalar. Ebru o anki korkuyla bıçağı Hasan'nın boğazına saplar. Hasan'nın yüzündeki gülen ifade birden ağlamaklı olur ve yere pat diye düşer. Bunu gören Ebru ve Pınar ise donmuştur korkudan.
bölüm 9
Hasan'ı napıcaklardı. Oturup milletin bu manzarayı görmesine izin veremezlerdi. Balıkçıdan siyah büyük bir poşet alıp Hasan'ı da içine attılar. Ebru babasının eski arabasına girer hemen. Pınar'da Hasan'ı bagaja koyar. Ve birlikte ilerlemeye devam ederler. Amaçları ceseti Toroslara atmaktır. Veya bırakmak. Bu işten nekadar çabuk kurtulurlarsa okadar iyidir.
O sırada Kerim'in telefonu çalar. Arayan Hasan'nın annesidir.
Hasan'ın annesi : Alo Kerim
Kerim : Efendim Fatma teyze
Hasan's mother : Kerim Hasan nerde ?
Kerim : Şey ...... ( Kerim Mersin'de olduğu için biraz tereddüt eder. )
Hasan mutter : Kerim !! Hasan'a bişey mi oldu ?
Kerim : Bu sonuca nereden vardınız ?
Madre di Hasan : Telefonla 2 saattir arıyorum. Açmıyor. Sende ben arayınca biraz panik oldun.
Kerim : Yok telefonunu buraya bırakmıştıda o biraz daha yüzecekti.
Hasan anyja : Sen neden açmıyosun evladım ? Beni panik ediyosun.
Kerim : Sessizdeymiş Fatma teyze.
Mama lui Hasan : Tamam evladım, size iyi tatiller.
Kerim : Saolasın Fatma teyze.
Der ve ikiside telefonu kapatırlar.
Ebru ve Pınar halen yoldadırlar. Hava artık iyice kararmıştır. Saat tam gece 12'de ise ormanlık bir alan bulmuşlardır. Burası uygun diyip arabadan inerler. Bagajdan Hasan'ı da çıkartırlar. Ve kimse görmesin diye sürüklüye sürüklüye ormanın içine girerler. Ebru halen şoktadır. Ebru küreyi, Pınar ise Hasan'ı taşımaktadır. Birden ormanın içinde bir ses duyarlar. Bu ses son derece korkutucu bir sestir. Ağlayan bir adamın sesidir bu. Ama sesi çok titrektir. Ebru daha fazla dayanamaz ve yere yıkılır.
bölüm 10
Pınar'da artık korkmaya başlamıştır. Ve görmüştür. Sesin geldiği yeri görmüştür. Ses bir sarhoştan gelmektedir. Çalıların arasında ağlamaktadır. Pınar sarhoşa yaklaşır. '' Nasılsın dayı ? '' diye bağırır. Adam kafasını çevirir. 45'li yaşlarda, dişleri çürük, yüzü buruş buruş, bıyıklı ve ağlayan bir adamla karşılaşır. Pınar sarhoşa neden ağladığını sorar. Sarhoş '' Karım beni eve almıyo, boşıyacakmış beni !! Çocuklarımıda göstermiyecekmiş !! '' der. Pınar sorar '' Neden boşıyacakmış ? '' . Sarhoş '' içip içip ormana ceset gömmeye gelen gençleri geceleri korkuttuğum için. '' demiş. Pınar bu adamdan zarar çıkmayacağını anlamış ve küreğe sarılmış. toprağı kazmaya başlamış. Kaz babam kaz. Kaz anam kaz. O sırada Kerim bankta uyuya kalmış bile. Saat gece 2'yi gösteriyormuş. Ceyhun balkona çıkmış. Sonra aklına bu saatte yürümek gelmiş. Ceyhun çoğunlukla geceleri arkadaşlarıyla dolaşmayı severmiş. Alışkanlık olduğu için bu sefer tek bir yürüyeyim demiş. Ve inmiş otelden aşağıya. Tabi silahınıda almış yanına, ne olur ne olmaz. Parka girmiş ve gece olduğu için görmeden Kerim'in yattığı banka oturmuş. Hadi sadece Kerim'in yattığı banka otursa iyi, tamda Kerimin kafasına oturmuş. Kerim'in '' LAN !! '' diye bağırmasını duyan Ceyhun, birden yerinden fırlar ve '' Noluyo !!! Yürü git evsiz şey seni !! '' diye bağırır. Fakat Ceyhun yere düşer. Ve ışık tamda Ceyhun'nun suratına yansır. Bu yüzden Ceyhun Kerim'in yüzünü göremez. Ama Kerim, Ceyhun'u görür. Ve ağzı açık, hem uyku sersemliği, hemde şaşkınlıkla Ceyhun'a bakar. Kerim'in eli tüfeğe doğru gider. Bunu gören Ceyhun ise korkudan zamk gibi yapışmştır yere.
bölüm 11
Kerim eliyle tüfeği alır. Ayağa kalkar ve Ceyhun'a doğru doğrultur. Ceyhun ayağa kalkmaya çalışsada tekrar düşer. Çünkü bacaklarından biri yokolmuştur. Ve tek ayakla giderken yere düşer. Artık başka çaresi olmadığını düşünür. Umudunu yitirmiştir. Artık kazananın Kerim olduğunu düşünmektedirki, silah yere pat diye düşer. Çünkü Kerim'in yine elleri yokolmuştur. Derken Ceyhun'un bacağı geri gelir ve kaçmaya başlar. Kerim'de kovalamaya. Saat gece 3:30 , o sırada Pınar çukuru kazmış, içine Hasan'ı atmış, toprağı doldurmuştur. Ebru yavaş yavaş ayılır. Pınar, Ebru'nun koluna girer ve götürmeye başlar ordan. Ebru, Pınar'a bakar ve '' Noluyo Pınar ? Nerdeyiz ? '' der uyku sersemi bir şekilde. Pınar '' Ceset işini ben hallettim. Sen merak etme . '' der titrek bir sesle. Ebru'nun gözleri birden fal taşı gibi açılır ve bağırır '' KATiLiZ BiZ !!! KATiLiZ DiMi !! BiZ ÖLDÜRDÜK !!!! '' diye bağırır. Pınar, Ebru'nun ağzını kapatır. Pınar sessizce '' Eğer bunu başkaları duyarsa, başımız büyük bir belaya girer !!! O yüzden çeneni kapalı tut !! Adamı asıl öldüren sensin !!! '' der. O sırada Ebru'nun ailesi polislere haber vermiştir. Sonuçta dükkanı akşam kızlarına emanet etmişlerdir, saat gece 3:30 olmuştur halen kızdan haber yoktur. Bütün Alanya sokakları aranmaktadır. Yoldaki herkez sorguya çekilmektedir. Etraftakiler ise sonkez oraya şişko bir adamın girdiğini gördüklerini söylemektedirler. Bu ise aileyi daha tedirgin etmektedir. Fakat aile nerden bilsin asıl kurban o şişko adam.
bölüm 12
Saat 5'dir. Erdemli sokaklarında büyük kovalamaca sürüyordur. Ceyhun sonunda otogara gelir. Otobüslerden birinin içine karışır. Kerim eliyle ararken hareket halindeki bir otobüsten Ceyhun'u el sallarken görür. Otobüsün üstünde ise Düzce/Akçakoca yazmaktadır. Kerim artık Düzce'ye gitmek zorundadır. Tabii çok yorgundur. Bütün gece kovalamaç oynamıştır. Yerde para aramaya başlamıştır. Ama şansı herzaman yardım etmez. Mecburen bir taksiye biner. Taksici Alanya kelimesini duyunca gözleri parlar. iyi para kazanacağını sanar garibim. Tabii Alanya'ya gelince Kerim kaçar. Taksici kovalamaya fırsat kalmadan Kerim gözden kaybolmuştur bile. Pansiyonun yolunu tutar derhal.
Güneş yeni yeni doğmaya başlarken Pınar ve Ebru geri dönmektedirler Alanya'ya. Ebru halen şoktadır. Yaptıklarına inanamamaktadır. Halen Alanyaya dönememişler ormanın içinden arabayı sürmekedirler. Araba işlerini fazla bilmedikleri için gazın bittiğinin farkında değillerdir. Fakat gaz bitmiştir, ve araba durur. Yorgunluktan ikiside uyuya kalır, ve arabayı daha sonra halletmek babında uyurlar. Saat öğlen 2 olmuştur. Kerim yataktan uyanır. Hasan'a ulaşmaya çalışır. Fakat telefonda asanla birlikte gömüldüğü için müzik sesi yer altından çalmaktadır. O sıralarda ormanın o bölümünde bir jandarma dolaşmaktadır. yer altından çıkan müziği duyar. Ajdar'dan çikita muz çalmaktadır. Jandarma üst üste konulan toprakları ve tazeliği görerek, oraya bir şey gömüldüğünü anlar. Hatta daha yeni olduğunuda anlar. Yandaki kürekte yeterince iyi bir delildir. Kazmaya başlar. Derken beyaz pofuduk bir yaztık görür. Yastığı çekip çıkarmaya çalışırken, zorlanır. Biraz daha açar, ve görürki bu yastık değil, Hasan'ın omzudur. Jandarma bi çığlık patlatır ve arkadaşlarına, ordanda polise haber verir.
Kerim, pansiyon sahibinin yanına gelir. Ve borç para ister. Beklediği cevap gelmeyince biraz dolaşmaya çıkar. Derken aktarın önündeki saksının altındaki cüzdanı görür. Bu onun cüzdanıdır. Hemen kapar. Bakar içinde kimliği ve paraları duruyordur. Kartlarıda duruyordur. Hemen akşam için bir otobüs bileti alır. Zaman geldiğinde otobüse biner. Otobüsn televizyonuna testere filmi konulur. Bu filmi izlerken Kerim dahada cesaretlenir.
bölüm 13
Düzce'nin Akçakoca ilçesine geldiğinde sabah saat 10'dur. Gözlerini açar Kerim. Ama bir sorun vardır. Koskoca ilçede Ceyhun'u nasıl bulacaktır. Belkide başka ilçelere kaçmıştır. Ceyhun burdaysa bile nerde kalıyordur ?
Ceyhun gözlerini bir karyolada açmıştır. Salondaki televizyonu açar biraz kafa dağıtmak için. Birden içeri yaşlı güler yüzlü bir kadın girer. Bu kadın Ceyhun'un teyzesidir. Ceyhun'un anne tarafı Düzce'li olduğundan Teyzeside bu evde yaşamaktadır. Evlerinin salon penceresinden deniz görülebilmektedir. Ama Ceyhun yinede rahat değildir. Çünkü kaç kaç nereye kadar. Elinde sonunda Kerim'le karşılaşıp onu öldürmesi lazımdır. Eniştesi bir avukattır. Bundan dolayı hep tabancayla gezinir. Birden aklına eniştesinin tabancasını almak gelir. Bu çok akıllıca bir fikirdir. Teyzesi Ceyhun'u kahvaltıya davet eder. Ceyhun ayağa kalmasıyla birlikte yere düşer. Çünkü ayağı yoktur yerinde. Geri gelince hemen kahvaltıya koşar. Kahvaltıdan sonra gizlice eniştesinin tabancasını alıp bahçeye iner. Kerim'de acaba Düzce'demidir diye düşünür. Sonra aklına 2 gün önceki telefon konuşması gelir. Kerim onu aramış ve hangi otelde kaldığını sormuş olduğu telefon konuşması. O nuaradan Kerim'i arar ve ;
Ceyhun : Ben Ceyhun, çiftim senmisin ?
Kerim : Evet Ceyhun !!! Şuan nerdesin ?
Ceyhun : Düzce Akçakoca'dayım. Çabuk gelde şu işi bitireyim.
Kerim : Bende oradayım. Nerdesin ?!!!
Ceyhun : Kale çok ünlüdür. Kime sorsan gösterir. Kalenin oraya gel !!! Seni bekliyorum !!!
Ama birden konuşma biter. Kerim'in cep telefonunda ''Batarya Zayıf'' yazmaktadır. Ama konuşmayı tamamladığı için şükretmektedir. Sıradaki amacı kaleyi bulmaktır.
bölüm 14
Ebru ve Pınar çoktan uyanmış hatta yola koyulmuşlardır bile. Yürüye yürüye gidiyorlardır. Ancak etrafı saran polisler yüzünden ormanın içinden gidiyorlardır. Çalıların arasından biri geliyordur. izlendiklerinin farkına varan Ebru ve Pınar hızlı hızlı koşmaya başlarlar. Onları takip eden şeyde koşmaya başlar. Ama kovalayan şey Ebru ve Pınar'dan daha hızlıdır. Birden karşılarına çıkar. Ebru ve Pınar karşılarındaki aç ve vahşi Vaşağı görünce korkudan ne yapacaklarını şaşırırlar. Kaçarlar ! Hiç koşmadıkları gibi koşarlar. Vaşak hemen arkalarındadır. Küçük dereyi geçip kayalıkların arasına saklanırlar. Ama nerden bilsinler buranın bir vaşak yuvası olduğunu. Etrafta 5-6 tane vaşak vardır. Aralarında küçük vaşaklarda vardır. Ama 3-4 tanesi büyüktür. Ve buda Ebru ve Pınar'ı parçalamak için yeterli bir rakamdır. Tam kaçarken vaşaklardan biri Pınar'ın ayağına pençe atarak tutar. Pınar yere düşer. Ebru kaçmaya devam eder. Vaşaklar Ebru'nun peşini bırakırlar. Ve Pınar bağırır. Bağırır. Sonkez Ebru'ya bağırır. Artık Pınar ses çıkaramamaktadır. Ebru ise ağlayarak koşmaktadır. Ve yürüye yürüye otoyola çıkar. Yol bomboştur. Sıcaktan başı döner ve pat diye asfalta çakılır. Pınar ise vaşakların miğdesine inmiştir çoktan.
bölüm 15
Kerim kaleye doğru gitmektedir. Sora sora yürür. Ama Ceyhun arabayla yaklaşmıştır bile. Sonunda Ceyhun kaleyi görür. Arabadan çıkar ve kaleye doğru gider. Kerim elinde tüfekle yaklaşmıştır. Kumsala iner. Ve adım adım kaleye doğru gider. Ceyhun ise kalede beklemektedir. Tam köprüden yürüyecekken Kerim, birden bir fırtına çıkar. Denizden çıkan dev dalgalar sonucu, etraftaki polisler kaledeki herkezin kaleyi terk etmeleri gerektiğini anons eder. Kerim ve Ceyhun uzaktan göz göze geldikleri halde bişey yapamazlar. Polisler etraftadır ve derhal inmeleri gerektiğini söyler. inerler yanyana yürürler. Kerim '' Nereye gideceğiz şimdi ? '' der. Ceyhun '' Gel uzakta bi ormana benzer yer var. Orda bitireyim işini. '' der. Birbirinin tıpa tıp aynısı olan iki kişi doğruca yürürler.
Ebru gözünü bir kamyonda açmıştır. Şaşkınlıkla kamyoncuya bakar. Ebru '' Nerdeyim ? Nereye gidiyoruz ? Sen kimsin ? '' der. Kamyoncu '' Adım Cezmi, Konya'dayız, Bursa'ya gidiyoruz. '' der. Ebru şaşkınlıkla '' Ben neden gidiyorum ? '' der. Cezmi '' Çünkü seni çok sevdim. Tam kardeşime layık bir kızsın. Onunla tanıştıracağım. Beğenmezsen kendin geri dönersin. '' der. Ebru '' Okadar yolu parasız pulsuz nasıl döneyim. '' der. Cezmi bıyıklarını kıvırtarak '' Bilmem artık para için bi yolunu bul. '' der. Ebru bunu demesi üzerine '' Pis sapık ! '' diyip Cezmi'nin üstüne atlar. Onu kamyndan atar ve kamyonu tek başına sürmeye başlar. Fakat kamonu kontrol etme çok zordur. Yolda yürüyen x tuner adlı şahsa çarpar. x tuner'i de öldüren Ebru şaşkınlıkla tarlalardan birinin içine dalı verir. Kamyon ise ters döner.
bölüm 16
Ebru çarpmanın etkisiyle bayılır. Ve rüya görmeye başlar. Rüyasında uyandığını görür. Etrafa bakar. Japonca yazıları görünce '' Burada nere ? '' der. Ayağa kalkar. Bir adam oraya yaklaşır. O adam onun babasıdır. Hemen eve giderler. Ama evleride Tokyo'dadır. Babasına '' Burasıda neresi buba ? '' der. Babası '' Bundan sonra burda yaşayacaz. Bizim olayımız bu dostum. Burda bi okula yazdırdım seni. Bu arada ! Sakın kamyon drifti yapma !!! '' der. Ebru ilk başda anlamaz. Hemen okula gider. Okulda Hasan'ı görür ve vurulur. O anda japonca unutulmaz şarkısı çalar. Dersini gördükden sonra yemekhaneye iner. Tam yemek yerken önüne bir adam gelir. Bu adam Maykıl Ceksın'dır.
Maykıl : Abla alırsın dimi bişey.
Ebru : Yok param yok.
Maykıl : Uydurma bea
Ebru : Burda düşündüğünden az kalacağım. Rüyam biter bitmez gidecem. Sadece etraftaki insanlar şuan beni hastaneye götürüyo olmalılar. Bende halen baygınım.
Maykıl ile okul çıkışı dolaşmaya giderler. Bir sürü kamyoncunun olduğu bir otoparka gelirler. Kamyon drifti yapıyodur herkez. Derken Hasan'ı görür. Konuşmaya başladıkları sırada çekik gözlü bir şekilde Serdar Ortaç gelir.
Serdar : Hasan benim ! Çok istiyosan drift yapalım. Kazanan Hasan uşağı alır.
Olayların bir anda gelişmesi Ebru'nun kafasını karıştırır. Ebru içinden '' Ben bunu biyerden hatırlıyom ama neyse .'' der. Birden kendini kamyonun içinde bulur. Ve yarış başlar. Elbette Serdar Ortaç, Ebru'yu yener. Ve Ebru'nun kamyonu paramparça olur. X Tuner, Ebru'ya yaklaşır ve '' Bana bir kamyon borçlusun ! '' der. Ardından Ebru'yu kendi özel kamyonuna atıp gezmeye başlarlar. Ebru halen '' Ya bu olaylar bana tanıdık geliyor. '' der. X Tuner '' Sana kamyon driftini öğretecem '' der. Derken kamyon muza basar ve ters döner. Ebru içinden çıkıncada kamyon alev almaya başlar. Ama X Tuner halen içindedir kamyonun. Ebru kurtarmaya koşar, fakat kamyon patlar.
Maykıl : Oh my god ! They killed X Tuner !!
Ebru yavaş yavaş bu '' Kamyon Drift '' rüyasından uyanmaya başlar. Ama gözünü ameliyat masasında açar. Doktorlar tekrar Ebru'yu uyutur. Ve Ebru rüyasına geri döner...
bölüm 17
Ormana gelirken polisler tarafından çevrilirler. Silahlarına el konulur. Ve artık sadece yumruk konuşacak deyip ormanın yolunu tutarlar. Az gitmişler, düz gitmişler. Bazende dümdüz gitmişler . Sonunda ormana girmişler. Derinlere girmişler. Kimsenin görmeyeceği bir yere girmişler.
ilk yumruğu Ceyhun atmış. Kerim şaşkınlıkla geri geri tökezlemiş. Az buçuk bildiği Aikido'yu denemeye kalkmış. Amacı Ceyhun'un elini tutup, evirip çevirip yere yatırmak ardından boğazına bir kaç darbeyle öldürmekmiş. Fakat işler yolunda gitmemiş. Ceyhun'un elini tutmuş. Mübarek çevrilmiyo. O sırada Ceyhun diğer eliyle Kerim'in kafasına patlatmış. Kerim başka bir hareket denemiş. Yine dayak yiyince ras gele sarhoş gibi yumruk sallamaya, tekme sallamaya başlamış. Biraz Ceyhun'a gelmiş. Ceyhun'un bacağı yokolmuş birden. Ve yere düşüvermiş. Bunu fırsat bilen Kerim, Ceyhun'un üs tüne çıkıp boğmaya kalkmış. Fakat Ceyhun'un elleri yerinde olduğu için oda Kerim'e bir yumruk atmış. Sürüklene sürüklene Kerim'in yanına gelip boğazını tutmuş. Kerim'in eli armut toplamıyo, oda yumruk atmış. Fakat onun yumruğu fazla etkili olmamış. Kerim içinden '' Hadi be ! Adam benden güçlü çıktı ! Napıp ne edip yardım alarak işini bitirmeliyim ! yakınlarda biyerde taş filanmı atsam ne yapsam ! '' diye düşünür. Gözü cam kırıklarına takılır. Yavaş yavaş eğilerek cam kırıklarından en büyüğünü alır. Ceyhun'a doğru bağırarak koşar. Onun üstüne atlar ve Cam kırığını Ceyhuna doğru savurur .
bölüm 18 (final)
Ebru için artık çok geç oluştu. Ailesi Konya'ya gelmişti. Sonunda kızlarını bulmuşlardı. Fakat hem açlık, hem susuzluk, hemde yorgunluk Ebru'nun çökmesine yol açmıştı. Okadar gündür sokaktaydı ve çok şey gelmişti başına. Sonunda Ebru'da hayata veda etti. Ailesi üzgündü. Ama yapcak bir şey yoktu. Geriye cevapsız sorular kalmıştı. Pınar neredeydi ? Hasan kimdi ? Neler olmuştu peki ? Hiç bilinmeyen bir sır olarak kaldı bu. Kayıtlara ''açlıktan öldü '' diye kaydedildi.
Kerim cam kırığını savururken Ceyhun elini tutar. Ve büker. Kerim ayağa zıplar. Kerim sağdan bir yumruk atar. Bir yumruk daha. Üçüncü yumruk. Ve bide soldan. Ceyhun neye uğradığını şaşırır. Kerim'e nasıl geliştir birden bu güç. Kerim'in birden ayakları yokolur. Ve bir kuyuya düşmeye başlar. Elleriyle tutunur kuyuya. Düşmemeye çalışır. Ceyhun kuyuya doğru gelir. Yorgun bir gülümseme atar. Ayağıyla sol elini ezer. Kerim acı çeker fakat elini çekmez. Ceyhun bi kaç kere ayağının topuğuyla ezer. Sonunda Kerim sol elini bırakır. Cebinden cam kırığını alır. Tutunacak gücü kalmayınca önce cam kırığını Ceyhun'a fırlatır, sonrada ellerini bırakır. Cam kırığı öyle sivridirki hızla geçerken Ceyhun'un boğazını çizer. Kerim kuyunun aşağısına düştüğünde kemiklerinin kırıldığını hisseder. Ve bayılır.
Ceyhun mütiş bir acı çeker. Boğazını tutar. Ama halen ordada cam kırıkları vardır. Ceyhun yere düşer. Etraf kan içinde kalmıştır. Artık yaşama şansı yoktur. Güneş doğmaya başlar yavaş yavaş. Ceyhun ise çoktan ölmüştür. Birden etrafı beyaz bir ışık kaplar. Ve bembeyaz giysili bir adam çıkıverir. Bu adam Erdemli'deki doktordur. Ceyhun'un ölüsüne bakar ve küçük bir kahkaha atar. Ellerini kuyuya doğru doğrultur. Sonra yukarı kaldırır. Kuyudanda beyaz bir ışık çıkar. Baygın bir şekilde Kerim uçarak çıkar kuyudan. Doktor, Kerim'i uyandırır. Kerim hareketsiz bir şekilde şaşkın şaşkın doktora bakar.
Doktor: Kerim sınavı sen kazandın. Belki başına çok talihsiz olaylar geldi. Belkide başkalarına o talihsiz olayları geçirttin. Ama sınavı kazandın.
Kerim: Şimdi nolacak. Yaşasam bile yarı ölü olacağım.
Doktor: Hayır Kerim ! Dünya Ceyhunla senin doğduyunuz güne geri dönecek. Ve o gün Ceyhun değil, sen doğacaksın !
Kerim: Yani Ceyhun hiç doğmamış olacak ?
Doktor: Evet. Ama küçük bir şey hariç. Ceyhun tamda bu tarihde bebek olarak doğacak. Yani Ceyhun senden 19 yıl 45 gün sonra doğacak. Oda bu gün oluyor.
Kerim: Onu tekrar öldürmeme gerek varmı ?
Doktor: Hayır. Zaten hiç bir şeyi hatırlamayacaksın.
Ve Dünya Kerim'in doğduğu güne gider. Aradan 19 yıl 32 gün geçer. Kerim hazırlıklarını yapmaktadır. Bavula çok sevdiği Türk Lokumlarını koyar. Ve bavulu kapar. Hasan'da hazırdır ve Kerim'i beklemektedir. Aileleriyle vedalaşıp otobüse binerler. Ve tatillerini doyasıya yaparlar. Tabii Hasan manita yapmıştır. Manitası ise Ebru'dur. Kerim ise tatilini iyi bir şekilde yapmaktadır. Tatile gelmelerinin 13. gününde telefonu çalar Hasan'ın ;
Hasan'ın annesi: Oğlum müjdeler olsun !
Hasan: Noldu anne ? Ne bu neşe ?
Hasan's mother: Oğlum ay ay, nefesim tükendi bi su içip öyle söliyim
Hasan: Noldu anne çatlatma adamı
Hasan mor: Oğlum müjde ablanın bir oğlu oldu !
Hasan: Ne ? Kız değilmiymiş ?
Mama lui Hasan: Yok oğlum erkek çıktı bu !
Hasan: Adı ne peki ?
Hasan anyja: Adını Ceyhun koyduk. Nasıl ?
Hasan: Güzeel !
Tatillerini bitirip eve geri dönerler. Ve böyle bitti lokum gibi hikaye. Onlar ermemişler muratlarına ama biz erdiler varsayalım.
-- SON --
Gitme..
Acımasızca gözbebeklerini hedef alan güneşe aldırmaksızın, karşısındakine dikmişti gözlerini Karşisindaki anlayabilirdi sadece bu bakişlarin anlamini, etraftan geçen herhangi biri degil Bir şeyler söylemesi gerektiginin farkindaydi.Fikirler sözcüklere, sözcükler cümlelere döküldükçe konuşma anlamsizlaşacakti… Aslında iki taraf da biliyordu Artık anlamı yoktu konuşmanın. Ama bu bir gelenekti adeta Sözler söylenir, ruhların üzerine perdeler çekilirdi. Perdelerin kapanışı ile bütün parçalara ayrılır, yabancılaşırdı
Bu kapıdan dışarıya adımını attığın anda, biliyorsun değişecek her şey. Dışarıda sen olacaksın, içeride ben Bütün o özgür dünyada yalnız olacaksın ve ben artık bir daha omzuna yaslanabileceğin, kaçabileceğin insan olmayacağım. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak.
Karşisindaki giden kişi olmanın verdiği bencil mahcubiyetin yüzüne yansıttığı pembe renkle gözlerini yere dikti Yüzünde üzgünüm ifadesi vardı Oysa gözbebeklerinde özgürlüğe uçmak için çırpınan martıların kanat sesleri odayı doldurmuştu bile Kendi kendine konuştugunun farkinda olsa da, gelenek bozulmasin diye son konuşmasini yapiyordu. Bir bütün olarak geçirilen günlerden hak ettigi tazminatti bu adeta. Bazilarina göre karşisindakini geri döndürmenin yolu, bazilari için ise kendi canini acitanin canini acitmakti. Oysa delikanlinin hiçbir amaci yoktu, son dakikalarda onu görebilmekten başka Karşisindakinin tepkisizligine ragmen devam etti;
Senden nefret ediyor değilim. Daha önceki deneyimlerimde öğrendim zaten sonsuza dek bütün olma hayallerinin saçmalığını Sen gitmek istemeseydin günün birinde ben giderdim zaten Ya da bir bütünün parçaları olmaya o kadar adardık ki kendimizi, ortada ne sen kalırdın, ne de ben..
Karşisindakinin gözlerindeki martilarin sesi odayi doldururken, içindeki hayale dair son kirintilari o martilarin gagalarina dogru atmanin aslinda sadece kendisini daha çok çikmaza soktugunun farkinda olmasina ragmen söyleyeceklerini bitiremiyordu. Ama zaten bu içindekileri bir zamanlar en iyi dostu olan bu insana söylemeyecekti de kime söyleyecekti?
Varlığınla bir zamanlar içine hapis olmuş bulunduğum karamsarlığımdan kurtardın beni. Bunun için sana minnettarım. Hayatımdaki bir sayfayı kapatmama yardımcı olurken, yeni bir sayfa açmama da yardım ettin. Seninle tanışmadan önce seninle ayrılmış olsaydım, belki de senden nefret ediyor olacaktım. Senin gidiyor olman o kadar da acıtmıyor içimi.
Karşisindakinin kendisini degersiz hissetmesini de istemiyordu. Sözlerinin yaratacagi etkiyi gidermesi gerektigini biliyordu;
Geçmişteki insanlarla kiyaslandiginda hepsinden daha güzel duygular yaşattin bana; Ama onlar için çektiğim acıların yarısını bile hissetmiyorum. Bunun nedeni sana verdiğim değerin az olmasından kaynaklanmıyor. Bu tamamen senin dünyama girip, benim hayatımda yaptığım değişiklikleri güçlendirmenden kaynaklanıyor. içimdeki, o her sürtünmede acıyan demir çıkıntısının her gidişte törpülenip, artık gidişlere karşı direnecek durumda olamamasından kaynaklanıyor. Eski sayfalar kapanırken, açılacak yeni sayfanın getireceği mutluluk ve hüzünleri sabırsızca beklemeye başlamamdan kaynaklanıyor anlıyor musun? Artık hayat sadece bir film gibi dönüyor etrafımda Aşk ise sadece güzel filmden bazi sahneler..
Gözlerini kaldırdığında, karşısındaki o kadar yabancılaşmıştı, o kadar koyu perdeler çekmişti ki, sözlerini anlamadığını, daha fazla uzatmanın anlamsız olduğunu anladı. Başka yerlerde, yeni hayatlara bakmanın sabırsızlığı ile uçup gitmeye çalışan bu rüzgarı durduramayacağını biliyordu. Sadece o ılık rüzgarı biraz daha fazla hissetmeye çalıştıkça, rüzgar daha da üşütüyordu.
Karşisindaki her şeyin yolunda gitmedigi için ne kadar üzgün oldugunu ifade etmeye çalişiyordu. Ama bu noktada ne kendi sözlerinin ne de onun sözlerinin anlami var miydi? Karşisinda duran, eski ateş topunun buza dönüşünü durduramayacagi gibi, karşisindaki de bu çürüyen ruhun hizla çürümesini durduramazdi sözleriyle.
Ayağa kalktı Yutkundu Artık konuşmaya devam etmenin anlamı olmadığına göre, sözlerini tamamlayacak olan son geleneksel figüre gelmişti sıra.Sımsıkı sarılırken insan karşısındakini bırakmak istemezdi, eğer gerçekten samimi ise Ama bu defa farklıydı Bir adım sonrasında onu bir daha hiç göremeyeceğinin bilinciyle, biraz da karşısındakinin artık ne düşünüyor olduğunu umursamadan sarılıyordu. Karşısındaki ise kendisine zorluk çıkarmadan avuçlarını açıp gitmesine izin verdiği için minnet duyuyordu. Onun ne kadar mükemmel, kendisinin ise içgüdülerinin etkisi altında hareket etmekten başka yapacak bir şeyi olmadığından ne kadar aptal olduğunu söylüyordu Bu sözlerin hiçbir değeri yoktu Binlerce defa bu sözleri duymuş ya da söylemişti Bildiği ve kimsenin hiçbir cümle ya da davranışla değiştiremeyeceği bir şey vardı: O TÜKENMiŞTi. ilk zamanları düşünüp o günleri özlemek, kendine işkence etmekten başka hiçbir şeye yaramıyordu. Kız o utangaç tavrıyla kapının eşiğinden dışarıya adımını atarken, nefesini tutmuş, onun bir an önce dışarıya çıkmasından başka bir şey istemiyordu. Kız çıktı, o kapıyı kapattı Kapıyı kızın arkasından kapattıktan sonra ayakta duracak gücü kendinde bulamıyordu Kapıya yaslandı Yavaşça yere dogru çömeldi içinde tuttuğu, o içini yakan nefesi bıraktı. Bıraktığı nefesle beraber ruhundan da bir parçanın çıktığını hissetti Bütün dünyası etrafında dönüyordu Oturduğu yerde hıçkırıklara boğulmuştu… içinden kopan parça nedeniyle ruhunda kanayan yara, çocukça GiTME diyordu, sözlerinin duyulmayacağını bile bile..
Marvel'ın ürettiği süper kahramanlardan süpermen, örümcek adam, batman ve yeşil dev Hulk; bu devirde new york'ta asayişi sağlamaya güçlerinin yetmediğini artık yaşlandıklarını anlamışlardı. Hele süpermen, artık kripton'dan değil; su görse erimeye başlayabilecek kadar bunamıştı. Bundan kelli buralarda yaşayamazlardı.. Sonuçta onlar eski süper kahramanlardı ve şehirde çok düşmanları vardı. Emekliliklerini huzurluca yaşayabilecekleri, New york'tan bir gömlek daha küçük ama popüler olan bir şehre; istanbul'a yerleşmeyi kararlaştırmışlardı.. Hepsi heyecanlıydı.. Hepsinin hayalleri vardı..
Süpermen, THY’nin 'gerçek' manada ilk rakibi olacaktı..Hulk, rutin bir olay haline gelen gazi mahallesi’ndeki pkk sevdalıları tarafından gerçekleştirilen olaylara noktayı koyacak ve komiser hulk olacaktı..Batman, afili arabası batmobile ile Mahmutbey-ikitelli hattında minibüsçülük yapacaktı..
Örümcek adam, Derya baykal’ın programında ‘sabit konuk’ olarak arzı endam edip, kendi ağından yaptığı kanaviçeleri, Selanik örgülerini nasıl yaptığını tüm detaylarıyla saatlerce anlatmak istiyordu. Hayaller yüksekti, hepsi heyecanla bavullarını hazırlamaya başladı; fakat bir sorun vardı.. Süper kahramanlığı bıraktıktan sonra devlet onlara bir ödenek ayırmamıştı.. Sonuçta hangi ülke süperkahramanları için emekli sandığı kurar..
istanbul'a uçakla gidecek paraları yoktu.. Yine de hepsinin ayrı bir özelliği vardı, batman arabasıyla su üstünde gidebiliyordu okyanusu geçip meriç nehrine saparak istanbul a gelecekti. Supermen, halihazırda uçuyordu zaten başlı başına bir uçak.. Hatta diğerleri 'bizi de sırtında götür'' dedi; fakat süpermen ''evet bir ortadoğu ülkesine gidiyoruz ama ben uçan halı(magic carpet) değilim arkadaş!'' şeklinde huysuz bir cevap vererek ne kadar yaşlandığını gözler önüne seriyordu. Ayrıca Hulk'ı sırtında taşımak onun için büyük risk taşıyordu.. hulk bir hışımla sinirlenip canavarlaşırsa.. O anda Süpermen'in ya yolda fıtığı atsa..
superman uçarken örümcek adam da zıplayarak gidecekti istanbul'a.. Örümcek hislerini devreye sokarak özelliğini bir gps sistemi halinde kullanacaktı. Peki Hulk? O ne yapacaktı? Belki samanyolu gezegenini bile içine sokabilecek o koca götlü hantal hödük..? Ne olacaktı?
Herkes istanbul'a nasıl gideceğini diğerlerine anlatırken hulk sessizce köşede oturuyordu.. Örümcek hisleriyle durumu anlayan örümcek adam, ''tamam hulk.. senin için bir şeyler düşüneceğim'' dedi.. hulk gülümseyerek ona sarıldı.. Ağlıyorlardı da..
Ertesi gün örümcek adam, Ben amcasından kalan tütün tarlasını kelepir bir fiyata satmıştı.. zira orası Amerika, kapitalizm vahşiliğinin doruk noktalara ulaştığı bir merkezdi, ''eki günlerin hatrına, o kadar korudun bizi Allah razı olsun tarlaya 2 katı fiyat vereceğim'' cümlesini bekleyen örümcek'in gözünün yaşına bile bakmamışlardı.. Hele ki tarlayı alan Marry jane'in sarhoş babası olunca ona daha da bir koydu.. Ama hemen atlattı bu durumu sonuta yeni bir hayat onu bekliyordu ve bunlara üzülecek zamanı yoktu..
Örümcek adam, tarlanın parasıyla uçak bileti alarak Hulk'a sürpriz yaptı.. Sonuçta hulk normal bir insan şekline de bürünebiliyordu, uçağa binmek sorun olmayacaktı.Artık herkes planını yaptı, istanbul'a vardıklarında kanlıca'da buluşacaklardı.hepsi, gece yataklarında, ertesi gün çıkacakları yolculuk için heyecanlanıyordu..
-Büyük Gün-
Birbirleriyle helalleştikten sonra hepsi farklı rotalardan yola çıkmışlardı.. Hiçbiri tahmin edemezdi, kalan ömürlerinin huzurla geçirecekleri cennetlerinin bir cehenneme dönüşeceğini.. Örümcek bile..
Batman, okyanustan kaptırıp Meriç Nehri üzerinden yoluna devam edecek Edirne den de istanbul'a karayolu üzerinden geleceki. Her şey güzel başlamıştı Fransa'nın Marsilya kıyılarında insanlar Batman'in üzerine güller yağdırıyor, San Marino'lular onun şerefinde yarasalar uçuruyordu.. Batman olanlardan keyifli bir şekilde Meriç Nehrini geçti ve Edirne'de karayoluyla gitmeye hazırlanırken arabasının lastiklerinin indiğini ve ıslanan fren balatalarının çalışmadığını fark etti.. Hemen üzüm bağlarının yanındaki ''Haydar Usta Oto Tamir'' tabelasını görerek oraya doğru yöneldi.. Kendinden emin ve tanınmışlığın, meşhurluğunun verdiği hazla ''selamün aleyki!' dedi. Batman'i gören tamirci çırakları birden bağırmaya başladılar! ''iblis, iblis, haydar usta cin var ustaa'' diye bağırarak vücutlarında salgılanan adrenalinin verdiği cesaretle çıraklardan birisi bir BMW tamponunu Batman'in kafasına geçirdi.. Yarasalar 3 sene yas tutarak geceleri mağaralarından çıkmama kararı alırken ülkemiz illerinden Batman'da 2 gün bayraklar gönderin aşağısına çekildi.. Çırak olanlardan pişmanlık ve vicdan azabı duydu ve motor yağı içerek intihar etti..
Örümcek adam atlaya zıplaya Avrupa kıtasında binaların üzerinden geçerek istanbul'a vardı.. Örümcek, Eminönü'ne vardığında binaların birinin üstüne çıkıp muhteşem boğaz manzarasını seyre dalmıştı.. Fakat üstünde durduğu bina, bir haşerat firmasına aitti, onu gören çalışanlar hemen 40 galon böcek savar sıvısını bir hortuma bağlayarak tazyikli bir biçimde örümceğin üstüne sıktı.. Durum anlaşıldıktan sonra haşerat firması zengin oldu. Çünkü ''bakın örümcek adam bile bize karşı koyamadı heyt!'' şeklinde yaptıkları reklamlarla yok sattı.. Fakat Pentagon, firmaya durumdan rahatsız olduğunu bildiren bir muhtıra yolladı. Bunun üzerine şirketin sahibi ''adamlara ayıp olmasın'' diye Sirkeci büyük postane önüne bir özür mahiyetinde olan 'örümcek adam anıtı'nı büyük bir kokteyl ile dikti..
Süpermen, uça uça çok rahat bir şekilde istanbul'a vardı, küçükçekmece'ye vardığı sırada Başbakan Erdoğan'ın 'evet' propagandalı mitingi vardı, daha yakından görmek isteyen süpermen alçaktan uçarken AKP'nin 'evet' yazılı bez bayraklarına dolanıp küçükçekmece gölü'ndeki kripton havzasına düştü.. Kimse bir daha haber alamadı, federaller 3 senedir olayı araştırmalarına rağmen bir sonu elde edemedi. Süpermen'in sevdiceği gazeteci Luis, onun istanbul'a geldiğini bildiği için hemen gazetenin helikopterine atladı ve gazetecilik kimliği ve tarafsızlığıyla olayları gün ışığına çıkartmaya çalıştı, aşkını her yerde arayan Luis, bir sonu elde edemeyince istanbul'daki iş arkadaşlarına sormak için habertürk binasına geldi. Fatih Altaylı ile karşılaştığı anda süpermeni bir anda unutuverdi ve Altaylı ile evlenerek istanbul'da yaşamaya karar verdi. Türk vatandaşlığı da alan Luis'in yeni ismi 'Aliye'' olarak değiştirdi.. Mutlular da..
Yeşil dev hulk ise diğer kahramanlar kadar istanbul macerası kısa sürmemişti, Yeşilköy Atatürk Havalimanından indi. istanbul'a ayak uydurmak için evvella topkapı'ya giderek kendisine öğrenci akbili çıkarttı. Anadolu yakası'na indirimli bir şekilde vapurla geçerek hemen kanlıca'ya gitti.Ne gelen ne giden.. Bunun üzerine hulk, 'istanbula gelir gelmez kurnazlaştılar ve beni sattılar' şeklinde düşünerek kanlıca'dan ayrıldı. Vapurla Avrupa yakasına geçip geceyi Sultanahmet'te bir bankta geçirdi. Ertesi gün meteliğe kurşun attığını gören hulk, 'istanbul'un tadı böyle çıkmaz, para lazım'' diyerek Sirkeci'ye giderek doğubank hanına girdi, bir anda gömleğini yırtarak canavar oldu ve doğubank'taki dükkanlardan 6 bin lira gasp etti.. insana dönüştüğünde kimse ondan şüphelenmeyecekti ki öyle oldu.. Bir otele gidip günü orda geçiren hulk ertesi gün kendisine beşiktaş'ta kiralık bir ev aramaya başladı. Beşiktaş'ta dolanırken istanbul Adliyesi önünden geçti. Onu gören Jandarma-Cezaevi görevlileri hemen yakaladı. Neye uğradığını şaşıran hulk, kendisini istanbul 13. Ağır ceza Mahkemesinde buldu. istanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce gerçekleştirilen ergenekon duruşması sonucunda savcı, hulk'ın derin devletin başındaki gladio olduğu kararına varıp yasada bulunmamasına rağmen 'istisna kanun' gereğince idam cezasına çarptırdı. Bunun üzerine Hulk, mahmutpaşadan yeni aldığı gömleğini yırtarak tekrar canavar haline geldi. fakat 'hukuk devletten üstündür' kuralı gereğince bir bok yiyemedi..
idam işlemi tamamlandıktan sonra ceset, islami usûllere göre kesilip ülkedeki kırmızı et sıkıntısının az da olsa giderilmesi sağlandı. Yazık oldu..
küçükken hissettirmişti aşkını, doyumsuz bir tatla bağlanmıştı sevdiğine. hayatla ümidi sanki ona bağlarmışçasına yaşıyordu. çıkagelen farklı tatlara tebessümle yaklaşıyor, sevdiğinin süprizlerine ise başka bir içtenlikle gülümsüyordu.
henüz 9 yaşındaydı poyraz, ama mahalle maçlarında büyüklerine taş çıkartıyordu. esnek ama bir o kadar sağlam ilerliyordu her buluşmasında topla. abilerine farklı hissettiriyor kendini, yaşıtlarını ise farklı kıskandırıyordu. iki duygusal karmaşa da umrunda değildi elbette poyrazın. aşkın tek tanımlaması futbol olunca her akan duruyordu onun gözünde.
sessizliği bir yana efendiliği bir başka hissettirir insana. sanki sahada ki o atılgan, koşan, çırpınan kişi değil poyraz. bir farklı kişiliğe bürünüyor sahada sanki. kendini olabildiğine kaptırıyor aşkı bildiği tek somut varlığa. o zamanlar hayalle büyür çocuklar ya, işte poyrazında hayaliydi o çubuklu formayı giymek. yatmadan düşünmek kendini binlerin önünde, kale mi top mu seçiminde kaleyi seçmekti hayali. o seçimi de kaleciye bırakmatı her zaman. "hakeme tek küfür etmeyeceğim söz, yeter ki giyeyim formayı derdi"; 9 yaşında ama inandığı allah a tek duasıydı her gece.
yıllar kaybettirmedi onu yeteneğinden. 11 yaşında belediyenin futbol okuluna verdi babası, ama tek şartı okulunu okumasıyla. derslerinde pek başarılı olamasa da poyraz, öğretmenleri pek bi severdi ay yüzlüyü. zayıfı olmadan geçiyordu ya dersleri, yeterdi babasına geçtim demesi. işte bu yüzden oynarken, çocukluk aklı ya vicdanı rahattı biraz olsun.
belediyespor da başladı ilk formalı mücadelesi. henüz yıldızlara dahi girememişken, oynarken ki şevki ve arzusu kulüpteki yetkililerin önünde, ilk farkındalığı yaratması yüzündeki tüyler terlerken gerçekleşmişti. takımın yarısını ipe dizip kalecinin üstünden yumuşak bir vuruşla tamamlamıştı acemi ritüelini.
kulüpçe tanınır hale gelmişti küçük yetenek kısa zamanda. teknik direktörü ile ilk sohbeti kendini birkaç antreman sonra gerçekleşti;
-anlat bakayım poyraz kaça gidiyorsun, derslerin nasıl?
-5'e gidiyorum hocam, fena değil derslerim, geçiyorum işte.
-annen, baban onlar ne iş yapıyor?
-annem ev hanımı, daha doğrusu dikiş falan yapar bütün gün, evin ihtiyaçlarını karşılar. babam pazarda çalışır. domates biber diye bağırır bütün gün durmadan. bende hafta sonları onun yanına giderim, bağırırım gün boyu, akşamda bir kaç lira verir bana dondurma alırım kendime. severim dondurmayı.
-nerede oturuyorsunuz?
-cebeci de, demirlibahçe. okulu geçtikten sonra laz bakkal amca var ona dersen kernekli nerede oturuyor, gösteriverir hemen bizim evi hocam,gelin bekleriz bize.
hocasında poyraz ın masumiyet belirtilerine verdiği ufak tebessümle,
-çok isterim evladım, inan çok isterim.
belediyespor da yıldızlara girdi poyraz. artık liseye gidiyor, arkadaşları okul takımında vazgeçilmez futbolcu olarak oynatıyordu. gelişmişliğin verdiği cesaretle daha bir ağır basıyordu artık adımlarını. babası hala pazarda, ama annesi gözlerinde oluşan tembellikten eskisi gibi faydalı olamıyordu. şükrü yaradan a bir borç bilirdi ya poyraz, annesine yaşatacağı güzelliklerden şüphe duymadan tadardı, yokluğun getirdiği inanç duygusunu.
antreman esnasında o günü unutamayacağı bir olay yaşadı. yıllarca hayalini kurduğu çubuklu formanın yöneticileri duyulan övgünün akabinde kendisini izlemeye gelmişti. takımdaki en yakın arkadaşı tarık söylemişti yetkililerin onun için geldiğini, duymuştu hocası konuşurken poyraz ın bambaşka bir yetenek olduğunu söylerken onlara.
antreman biter bitmez yanında belirdi bir kaç takım elbiseli adam. yeteneğine övgüler yağdırırken, bir daha ailesinin maddi sıkıntı çekmeyeceğine dair sözünü verdiler. yaşarırken gözleri, kalbinde atan her vuruşun sesini hissetti benliğinde. binlerin poyraz diye bağırdığı günü hayal ederkenki günleri geldi birden aklına, gerçekleşecekti belki de en yakın zamanda. en istekli futbolunu oynarken bile koştuğu andan daha hızlı koştu evine, bu mutlu haberi annesine verip sevincini beraber yaşayalım diye.
17 yaşında poyraz. resmi sözleşme hemen önünde duruyor. kamera falan yok ama bu kareye sonsuzlaştıracak bir kaç fotoğraf makinesı var karşısında. imzayı atarken çubuklu formaya hala inanamıyordu hayallerinin gerçekleştiğine.
ilk antremanı sıcak bir eylül ayında başladı. televizyondan görüp hayranlığını her defasında yinelediği müthiş sol ayakla aynı sahadaydı. ilk başta as takımla çıkmasa da antremana, hocası söylüyordu çok geçmeden onunda burada olacağını. öylede oldu. lig başladıktan kısa bir süre sonra as takımda ilk 18 e girmişti poyraz. o büyülü anı yakalamaya çok az kalmıştı. tribünlerin onun yeteneğinin çok farkında olmasalar da kısa zamanda kendini gösterebileceğine inanıyordu. maç zamanının gelmesiyle yedek kulübesine oturdu poyraz, gözünü kırpmadan bir taraftar gibi izliyordu olan biteni. bir girebilseydi şu sahaya, bir oynayabilseydi... anons yaparken poyraz diye bağırsaydı ya tribünler, sevincini bile şimdiden nasıl yaşayacağını düşünmüştü golden sonra, küçüklüğünden beri aşık olduğu takımının armasını öpecekti. heyecanını yenmeye çalışması düşüncelerindeki kendini bir profesyonel gibi hissetmesi telkiniyle devam ediyor, bir yandan da gözlerini hocasının kalk demesini bekliyordu. işte o an gerçekleşti, dakikanın 60'ı göstermesiyle hocası başını salladı genç yeteneğe ısınmasını söyler edasıyla. kale arkasına hızla geçen poyraz esneme hareketlerine başlıyor, maçtan gözlerini bir an için ayıramıyordu.
bir şeyi sevmek sevilmekten ötedir. küçükken bu bilince sahip olmak olgunluğun göstergesidir. sevmenin ne demek olduğunu, amacına ulaşırken bir kez daha anlıyordu poyraz. hocası çağırdı, formasını giydi ve yan hakemin yanında kramponlarını göstermesiyle başladı yolculuğu sert esen rüzgarın. oyuna girişiyle takım arkadaşı pasını verdi, daha ilk saniyede topla buluşan genç yetenek sağ kanatta hızla ilerlerken orta açmayı düşünüyordu. çizgiye doğru ilerleyip müthiş sola pasını aktarmasıyla gol sevincini sarılarak yaşamayı hayal etti ansızın. işte orta geliyor deyip içinden,hamlesini yapacakken bir ayak uzandı engellemesi için ortayı. uzanan ayak topa gelmedi. poyraz'ın çığlığıyla inledi bir an stadyum, kramponun kaval kemiğini kırmasıyla.
-yerde çırpınıyor çocuk yardım edin.
sağlık ekiplerinin sahaya girmesiyle sedyeye aldılar poyraz'ı, faulu yapan futbolcu bin pişman. henüz daha 17 yaşında hayallerindeki takımda formayı ilk kez giymiş olan genç yeteneğin futbol hayatına ağır darbe vurmuştu belki de. çok geçmeden ameliyata girmiş ve doktorundan duyduğu kelimeler, sahada yaşadığı elim kazadan daha çok can yakmıştı. kulaklarını kapamak, gözlerindeki yaşa inanmamak, yüreğinde oluşan ağırlığın tarifini yorumlamak istemedi. uzatsa elini annesine, kaldırıp kendisini, eskisi gibi koşmak istedi. sahadaki haykırışı izleyenlerin yüreğini dağladı ya, içindeki haykırış o anda boğazını düğümledi poyrazın .futbol hayatının son maçına, çubuklu formanın bir kaç saniyesiyle veda etmişti, sevginin bir katresini hayatın anlamı olarak yorumlayan genç yetenek.
bir tane daha yazalım bakalım...
Küçük bir ülkede iki aşık yaşarmış, biri zalim kralın iyi kalpli kızı, diğeri ise fakir babanın gururlu oğluymuş.
Bir gün bu iki gencin birbirlerine aşık olduğunu öğrenen zalim kral bu iki gencin ölümüne karar vermiş ve bütün ülkeye duyurmuş.
Bunu öğrenen genç oğlan kızı kaçırmış ve doğruca kış mevsimine gitmişler:
-Kış bizi karlarının altında saklayabilirsin ne olur bu kraldan kaçmamıza izin ver. Demiş hüzünlü genç oğlan.
-Zalim kral karlarımı eritebilir bu iyiliği size yapamam demiş.
Kız ve oğlan tekrar kaygılı şekilde yola çıkmışlar bu sefer yaz mevsimine gitmişler:
-Yaz bizi denizine saklayabilirsin ne olur bu kraldan kaçmamıza izin verdiye isteğini dile getirmiş oğlan.
-Olmaz demiş yaz Zalim kral benim güneşimi söndürebilir lütfen buradan gidin demiş yaz kızgın bir şekilde.
Kız ve oğlan son çare olarak Bahar a gitmiş oğlan artık hıçkıra hıçkıra bahara dönmüş ve...
-Bahar ne olur bizi ağaçlarının arkasına sakla ne kış ne yaz bizi kimse iste...cümlesini bitiremeden zalim kralın askerleri tarafından vurulmuş ve oğlan oracıkta ölmüş bunu gören bahar kızı ağaçlarının arkasına saklayarak zalim kralın zalim askerleri ile savaşarak ağacındaki bütün yaprakları dökmüş sonunda zalim askerleri yenmiş fakat ağaçlarındaki bütün yaprakları döktüğü için yataklara düşmüş kız durmadan baharın iyileşmesi için çalışıyormuş ve sonunda bahar ağaçlarındaki yaprakları açarak sağlığına kavuşmuş...
Bundan böyle baharın kahramanlığını göstermek için baharın torunları ilk bahar ve son bahar olarak ikiye ayrılmış ve yine bundan böyle bahar mevsimi aşk mevsimi olarak anılmış.
Belki bu hayatımı anlamlı kılacak şu kimsesiz çocuklara bir faydan dokunur diye ben de bişeyler yazıyım.
Hikayenin adı: Herşey küçük bir iyilikle başladı.
Narin hayata her zaman umutla bakmasını bilen, küçük şeylerle mutluolan bir kızdı.
Aslında beklediğiniz kadar ne zengindi ne de öyle büyük bir ailesi vardı.
Onu hayatın zorlu şartları böyle yapmış ve istemeden yaşından erken olgunlaşmıştı.
Fakat herşeye rağmen elinden geldiğince yardım ederdi arkadaşlarına;
çünkü bilirdi ki arkadaşları onun bu dünyadaki ailesiydiler de aynı zamanda.
Birgün yolda giderken ağlayan bir yaşlı teyze gördü.
-Hayırdır teyze neden ağlıyorsun
-Tüm paramı harcadım;şimdi evime gitmek için otobüse verecek hiç param yok, dedi
Narin ceplerine baktı ve parasını ona verdi.
Teyze kıza teşekkür edip oradan ayrıldı.
Hayır hikayemiz burda bitmiyor, sonrasında yaşananlarsa çok daha ilginç
Teyze evine geldi ve ilaçlarını içti çünkü şeker hastasıydı. Ardından önceden yaptığı kekleri de alıp o kızı bulma ümidiyle o yere gitti. Fakat bulamadı,parayı yaşlı ve fakir bir teyzeye verdi. Keklerden yolda ağlayan bir çocuğa ikram etti;orda karnı aç olan küçük köpek yavrusuna da vermeyi unutmadı.Bu kimsesiz teyze eve giderken ekmek aldı. Evde onu bekleyen torununun karnı doydu.
Yani bu küçük kızımız bu teyzeye yardım etmeseydi bişey kaybetmezdi; ama bunun karşılığında bir yaşlı teyze, bir ağlayan çocuk, bir köpek,bir fakir çocuk mutlu oldu. Hayat inceliklerle güzeldir. insanlara küçük de olsa yardım etmek hayal edemeyeceğiniz kadar büyük bir sevgi zincirine dönüşebilir.
SON
(Ben de hikayede kendimi yazıyım dedim. Belki hikayedeki gibi bir iyilik daha büyük bir iyiliğe vesile olabilir.)
herkes dağınık bir şekilde oturmuş,sessizce öğretmen kürsüsüne benzeyen şeyin arkasında konuşan konuşmacıyı dinliyordu. setlerdeki zorluklardan,çalışma saatlerinin fazlalığından ve bunun gibi şeylerden bahsediyor,her nefes alma aralığındaysa konuşma sırasında sessizce dinlemeci olan ama en ufak bir boşlukta konuşmaya dahil olan abla atlıyor,bir iki kelime de o söylüyor,bu şekilde devam ediyordu toplantı.o sırada da üniversitedeki gibi basit bir sistemle bir kağıt ortada dolaşıyor ve gelenler isim,soyisim yazıp en şahşalı imzalarını atıyorlardı. biliyordum o kağıt er ya da geç bana da gelecek ve imza atmadan nasıl sıyrılacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. çünkü ben bir yabancıydım.konuşan konuşmacı en nihayetinde sözü bitirmiş ve orada olanların fikirlerini alıyordu.o herşeye atlayan abla kaldığı yerden devam ediyor,biri söz alınca sanki göbekleri beraber kesilmiş gibi bir ahenkle ona eşlik ediyordu. sanırım herkeslen göbeği bir kesilmişti. o sırada bukete göz ucuylan baktım. olaya oldukça hakimdi. sanki o da benim gibi bir yabancı değil,buranın bir yerlisi gibi davranıyordu. yüzündeyse ''hay amuna koyam,neden kağıt kalem getirmedim,ne güzel not alırdım'' gibisinden bir ifade vardı. toplantı bitmiş,kararlar alınmış,herkesin yüzünde mutlu bir ifade vardı. ben de imza atmaktan ''ben alttan alıyorum'' diyip yırtamayacağımı anlayınca sahte bir isim,soyisimle imza atıp,''acaba başıma bir iş gelir mi lan'' düşünçesiyle yanıp tutuşuyordum.
buket bana ''iyi oldu geldiğimiz,amma şey öğrendik değil mi? '' diye sordu. bense o sırada nokya 3310'uma bakıp içerde geçirdiğim süreyi hesap etmeklen meşguldüm. tam tamına 2 buçuk saattir içerdeydik. üniversitede hep sınavlara güzel bir asistan girmesini dilerdim.böylece ilk 10 dakikada sınavda hiçbirşey yapamadığımı anladıktan sonra,o ''ilk 45 dakika kimse çıkamaz'' klişesindeki 45 dakikayı doldurmak için o güzel asistanlarla kesişirdim. onların her ne kadar bu kesişmeden haberi olmasa da. buraya gelirken de kafamda bu vardı. güzel hatunlar kurmuştum kafamda.ama yaş ortalaması 45in üstündeyi.o da benle buket sayesinde bu kadar düşmüştü.tam bunları düşünürken aklıma bukete cevap vermek geldi,''evet ya çok iyi oldu,iyi akıl ettin gerçekten''.
bu olay 1 ocak tarihinde,sinema sendikacılarının rejisörler toplantısında gerçekleşmişti.sinema sendikacılarını(kısa adı sinesen),rejisörler toplantısını geçtim. en çok beni afallatan nokta 1 ocak oluşuydu. toplantı 12;30da başlıyor. taksime ümraniyeden uzaklığı 2 saat. benim 9da uyanmam lazım ve bu 9da uyanış 1 ocakta olacaktı.nasıl gelmiştim ben tufaya ?
31 aralık gecesi buket ''yarın işin var mı?'' diye sorunca heyecan sınırlarımı zorlamıştım. gerek heyecanın,gerek alkolün etkisiylen ''yok'' kelimesi oldukça uzun süre çıkmata zorlandı.''o zaman yarın rejisörler toplantısı var gideriz değil mi ikimiz?'' diye bir soru cümlesi daha yönelti bana.rejisör. sanki özellikle seçilmiş bir kelime gibi.
kulağa sanki ''resi'' gibi başlamak daha uygunmuş gibi geliyor ama ''jör''ekini ekleyince ''resi''yle başlamanın ne kadar yanlış olduğunu anlıyor insan. yine bu hataya düşüp ''resi.. '' çıktı ağzımdan. durdum soluk aldım. altı üstü ''rejisör toplantısı mı'' diyecektim..2. seferde de başarılı olamadım. 3te de. buket gülmüştü bana. iyi birşeydi aslında güldürmüştüm onu. ne de olsa kızlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırdı. her ne kadar yalan olsa da,ben de kellerin ''kızlar kel erkeklerden hoşlanırlar'' yalanına inandıkları masumiyet ile inanıyordum bu yalana.''evet rejisör toplantısına'' dedi buket.
2 gün önce ikimizde sevgililerinden ayrılmıştık.benim daha önce bukete başarısız bir yavşama girişimim olmuştu. ama bu sefer. bu sefer ondan gelmişti bu teklif. neden burak,mert değil de o ortamda benlen yarın taksime gitmek istesin ki ? toplantı bahaneydi elbette. sonra oradan çıkıp birşeyler içecek,sinemaya falan gidecektik işte.''evet'' dedim ''gelirim tabii,işim de yok yarın''. ''o zaman saat 9.30da kapıda ol'' dedi buket.o an olayın sıcaklığla anlamamıştım.9,30da uyanmam lazımdı. saate baktım 4'ü çoktan geçmişti. benim gibi ortalama 11 saat uyuyan adam için 5 saatten az bir süre vardı. ama olsun buket ve ben,taksimde.
bu olayın üzerinde yaklaşık bir hafta geçmişti.ne toplantıdan sonra bir şeyler içmiştik, ne de sineyama gitmiş.hem iyi olmuştu.dünya masraf çıkacaktı. mecbur ben ödeyecektim bu masraflarını. kyk'nın verdiği öğrenim kredisiylen geçinen bir birey için oldukça fazla masraf demekti. böyle züğürt tesellisiyle avuttum kendimi. 5-6 kişi toplanıp boş vakit geçirmek için birebir olan böyük alış veriş merkezininin yolunu tuttuk. birşeyler yemek için bir yere oturuldu. benim de tok olduğum çok ama çok nadir anlardan biriydi. herkes işte soruyor birbirine ne yesek falan diye. ben ''bir şey almayacağım' tokum dedim.oradan atlayan baba yiğit bir abi,'' oğlum paran yoksa ben ısmarlarım'' diye atladı.''yok abi gerçekten tokum'' dedim.''ya bırak,paran yoksa çekinme bendensin'' dedi.o sırada parasız bir erkek imajı içine giriyordum gittikçe. param vardı lan işte niye üstüme geliyorsun.o an mutsuzluğun portresini çiziyordum. hoşlandığım kıza 5 parasız bir erkek portresiydi bu.
yemek faslı bitmiş,herkes özgürce mağazalara bakınıyordu.bense ''lan yarın maç var oynar mısın?' diye gelen bir mesajın ardından açılmış muhabbet neticesinde muratlan mesajlaşıyordum. normalde uzun süreli erkek mesajlaşması çekilmez ama bitmesi gereken beleş mesajlarım vardı. 5000 mesajtan ne kadar fazla artarsa o kadar hiçtim ben dünyada.buket yanaştı yanıma. ''kimlen mesajlaşıyorsun eski sevgilen mi? yoksa siz de mi barıştınız?'' diye sordu? siz de mi ? oraya de ekinin gelmesi için bizden başka birilerinin de barışması lazımdı.''yok hayır ya okuldan arkadaş'' dedim. ''ya öyle mi?'' dedi,''biz ahmetle bartıştık da.''.
Yalnızlığın sıkıcı sesinin yankılandığı ve yalnızca ufak TV'nin cılız ışığının aydınlattığı, loş ve bir o kadar boş odada TV koltuğuma yayılmış boş boş reklamlara bakıyordum. Saat iyice geç olmuştu. Bunu Mehabbetin Kralı bitmesinden anladım çünkü tazmanya canavarı şeklindeki şeker saatim bir haftadır kayıptı. Duvardaki neden aldığımı anlamadığım kocaman aynaya baktım, göz altı torbalarım pazar torbasına dönmüştü, uykuya hasretliğimin yüzümde bıraktığı acizane hediyelerdi bunlar. Aynı şeyi dün akşam da görmüştüm, önceki akşamlarda. Sıkılmıştım, aynı şeylerden, hatta kendimden. Beni tekdüzelikten kurtaracak bir program aradım. O saatte bulamadım pek tabiki. Sağlam bi küfür edip TV'yi kapadım.
Son iki aydır doğal gaz faturasını ödemediğim için evde montla dolaşıyordum. Hal böyle iken zor ısıttığım koltuğumdan kalmak hiç içimden gelmedi. Buna karşın içimdeki bir dürtü ile kalktım ve buzdolabına baktım, beşer dakika aralıklarla yaptığım gibi. Sonra buz dolabını kapamadan bunun nedenini düşündüm. işinde o an istediğim bir şey olmayan dolaba günde 237 kez bakmamın sebebi neydi? Acaba şuan deneysel olarak uygulanan ışınlanmanın sayesinde dolabıma yanlışlıkla abur cubur gelir diye mi umut ediyordum? Gerçi teknoloji bu kadar gelişmedi ama... hem bunun gerçekleşme ihtimali olsa bile bana kesin son kullanma tarihi geçmiş şeyler gelir.
insanların şans dediği şeyin sadece ismini duymak... Bu aklıma geldikçe derin düşüncelere dalar ve bi gün tanışmak umuduyla uyanırdım. Lakin bu sefer böyle olmadı. Gözlerim doldu diyip geçmek istiyorum ama bu iki yüzlülüğü yapmayacağım. Ağladım. Hüngür hüngür ağladım. Harbiden bildiğin ağladım gözümden ya geldi salya sümük falan. O göz yaşları buzdolabına aktı, salya sümüklerimle beraber. O esnada dolabın içinde olmaması gereken bir şeyi fark ettim. Tazmanya saatim! O dolaptaydı ve bana bakıyordu. Onun oraya nasıl ve neden geldiğini düşünmedim os ıra sevinmekle meşguldüm. Cidden çok mutlu oldum. Ummadık şer bile bi hayra vesile olabiliyormuş. Bunu öğrendim, saatime sarılıp odama doğru ilerledim. Saatimi yerine bırakırken saatin ne kadar geç , benim de bir o kadar uykusuz olduğumu hatırladım. içimdeki mutluluk patlamaları durdu. Sıkıldım aniden. Sonra aklıma bir arkadaşın verdiği kitap geldi. Aylak Adam... Eften bi roman gibi gelmişti. Çocuğa söylemedim bunu tabi, üzülmesin diye. Okurken sıkmasından korkuyordum ama içinde bulunduğum durumda zaten pek iç açıcı değildi. Yatağıma geçtim ve kitabı okumaya başladım, belki uykum gelir.
Uykum gelmedi ama kitapta hiç sıkmadı. Kitabı elimden bıraktığımda tazmanya saatim öğlen biri gösteriyordu ve kitap bitmişti, ben de değişmiştim. Romanın kahramanı C.'nin B.'si ile tanışma imkanını tamı tamına 6 kez teğet geçmesinden sonra yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Cüzdanımı aldım, telefonumu almadım. Sıkı giyindim. Üşütürsem yüreğimin rehberliğinde gidemem bi yere. Hem benim bademciğim alındı, çabuk hasta olurum.
Çıktım apartmanın yeni takılmış, paslanmaz çelik olan paslı kapısından. içimden bi ses aradığın metroda dedi. Hem metroda şoförle hiç muhattap olmuyorsun. Hiç kimse Arkadaşlar sıkışalım, boşlukları dolduralım tarzı laflar etmiyor. Hem bu boşlukları doldurmak nedir onu hiç anlamam. Cuma namazında saf mı tutuyoruzda boşlukları doldurup cemaate yer açıcaz. Parası neyse vermişiz ve istediğimiz yere insan gibi gitmek istiyoruz. Bu üst üste binme, hayvanlaşma, fort (frotteur
) yapma istediği nedir? Esasen ayakta yolcu taşımakta yasak lakin neyse ben bi şey demiyorum. istanbul'da kalbinin götürdüğü yere giderken bile katil olabilirsin o nedenle bu konuları hiç düşünmeyi bi kenara bırakıtım ve metroya doğru ilerledim.
Metronun girişinde çelimsiz, hint fakiri kılıklı bir dilenci vardı. Yüzündeki çizgiler sanki yılların, hayatın ona ne kadar zalim davrandığını anlatmaya çalışıyordu. Acınacak haldeydi. Surat ifadesi bu halinden utandığını hissettiriyordu. Cebimdeki tüm bozuk paraları ona verdim, zaten başka param yoktu. Kafasını kaldırıp utangaç bir bakış attı ve hafif bir tebessüm etti. Bende kendimi iyi hissettim. Şu kısacık ömründe birine ufacık bi faydam dokunduğunu bilmek...
Çok mutluydum. Bahçelievler metronun upuzun merdivenlerini seke seke geçtim. Turnikelere yaklaşınca iki sene önce son kullanma tarihi geçen pasomu çıkardım. Bastınca garip bir ses çıkardı. Sanki için için fakir bu diyordu. Derken etrafıma baktım. Herkes bana küçümseyen gözlere bakıyordu. Gözlerim doldu. Onlara kızamadım ama sevemedim de onları. Boynum bükük, mahsun bakışlarla akbil doldurma aletinin önüne gittim. Alet birden dile geldi paran mı var lan senin yavşak, fakirsin lan sen, fakir dedi. Ağlamaya başladım. Kimse ağladığımı görmesin diye koşarak çıkışa gittim. Yürüyen merdiven kalabalıktı, göz yaşlarımı gizlemek için boş olan merdivenlerden çıkmaya başladım. Çok uzundu. Merdivenler bitene kadar aklımdan binlerce şey geçti. Sonuncusu çok kötüydü. O dilencinin mendilindeki paraları çalıp yüreğimin götürdüğü yere gitmek için kullanacaktım. Merdivenlerin sonuna geldiğimde nefes nefeseydim. Aklımda da o düşünce vardı derken başım döndü, bayılmışım.
Gözlerimi yavaşça açtım. ilk gördüğüm hint fakiri kılıklı dilencinin ağzı kulaklarında olan suratıydı. irkildim. Kalktım ve dilenciye bir daha baktım. Adam öküz gibi gülüyordu. Manzara iğrençti. Otuz iki dişinin yirmi yedisi dökülmüştü ve kalan dişleri ise altın kaplamaydı. Birden nefret ettim. Köşedeki mendilini hatırladım. Baktım hala oradaydı. Sonra o acınacak haldeki dilenciye baktım. Hint fakirlerine benziyordu ama kemikleri kalındı. içimi bir korku kapladı ama gözüm karaydı. Kalbimin götürdüğü yere gidecektim. Sonunda ne olursa olsun. Koştum ve mendili kaptığım gibi koşmaya başladım. Arkama baktım. Az önce hint fakiri dediğim adam şimdi 300 Spartalı'daki hayvansı adamlar gibi görünüyordu. Garip sesler çıkarıyordu. Çok korktum. Altın dişlerini ve onların ne kadar sivri olduğunu düşündüm. Ağlamaya başladım tekrar. Çok korkuyordum. ilk 100 metreyi 8.9 saniyede koştum. Dünya rekoru kırmıştım ama ne fayda... Etrafta mobese kameraları falan da yoktu. Olsa dünya rekorumu bi şekilde tescillerdim. Çok para olurdu. Yüreğimin götürdüğü yere gitmeme gerek kalmazdı. Çünkü o bana gelirdi.
Değişik düşüncelerle koşarken arkaya baktım artık 300 spartalı tipindeki hint fakiri peşimde değildi. Derin derin soluk aldım. Artık hepsi geçmişti. Rahat rahat istediğim yere gidebilecektim. Param da vardı. Bunları düşünürken köşedeki Vestel bayiinin önünde Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı yendiği maçı izleyen biri dikkatimi çekti. Yaklaştıkça farkettimki bu mahallenin en boş adamı Serkan'dı. Görünmeden kaçmak istedim ama bi hırıltı duydum. Sanırım tanımıştı.
-ghneber oauzz nasılsıgn?
-iyi diyelim iyi olsun sen nasılsın?
-egyi iddaa yapdıydım. Duttu ya lang ama sanga interney smarlamam. Zam gelmiş olum çok para yaw. Hacı sen napıyodun lan nerdeng böyle?
içimden binlerce yalan uydurmak geldi ama yapamadım. Bu gün yeterince yıpranmıştım. En basitini yaptım, geçeği söyledim.
-Bir kitap okudum ve hayatım değişti. Ben artık yüreğimin götürdüğü yere gideceğim Serkan.
-Siktir get lan te allaam ya! Millet deliye hasret ben akıllıya. Ne yalan söylüyon lan ibne! Yengeyle yiyişmekten geliyon demi. itoğlusu bana yalan söylüyo bide.
-Yok valla lan ne yengesi! Ayrılalı çok oldu olum.
-Biliyom mal dalga geçiyom ahhah. Gel sana bi çoy ısmarliyim param var benim.
Derken gittik dandirik çay ocağına herkes sevgilisini almış, gülüp eğleniyordu. Ben Serkan'a baktım. Çayımdan bir yudum aldım. Tekrar ona baktım. Sonra ağladım. Serkan benden sıkıldı, hesabı ödedi ve çıkarken Bu ağlağa ne ekmegk ne de su vering. dedi ve gitti.
O günden beri kitap okumuyorum. Dışarı da çıkmıyorum. Bakkal ihtiyacı için mahallenin çocuklarını çağırıyorum. Para vereceğim diye kandırıp Hiçbir şey vermiyorum. Ben böyle mutluyum.
Bir amanın renkleri hayal etmesi gibiydi Sahilin Denizi düşlemesi.Denizler kahramanları , ulaşılmaz ufukları severlerdi. O ise sıradan bir Sahildi.
"Denizinin suları her değdiğinde Sahilimin kumlarına hem fırtınalar kopar dalgalarımda, hem de en güzel dinginlik kalır sularımda. Seni sevmek, Sahilime kavuşmak o kahverengi kumlarında Aşk-ı Lavini bulmak. Ben bunun için varım. Bu Deniz bunun için var
Sahili için."derdi Deniz Sahiline. Zamana, hayata, fırtınalara, mevsimlere inat Deniz Sahili, Sahil Denizi için vardı.
Güneş umutlar için,
Umutlar hayal kırıklıkları için,
Hayal kırıklıkları deneyim için ,
Deneyim hayat için,
Hayat aşk için,
Aşk Sahille Deniz için vardı.
Nerede başladı bu hikâye? Önemsiz. Aşk-ı Lavin hayat için, hayat insanlar için vardı. Öyleyse yazsın yazar
insanlar için, en çok ta Aşk-ı Lavin için.
Geceydi.
Elleri uzandı Sahilin. Gözleri kapalıydı. Ruhu sevişirken Denizle. Gözleri açıldı Aşk-ı Lavinin gözlerine.
Bir çift mavi göz işledi ya ruhuna zaman koptu hayattan.
Gözlerini mutluluğa açtı Sahil.
Gözlerini aşka açtı.
Gözleriyle kavuştu Sahil Denizine.
Yalnız bir kalbin sıradanlığıyla sevdi Sahil Denizi.
Ruhu ruhuna değdiğinde her hücresiyle sevdi Deniz Sahili.
"iki saç teline tapar mı insan?" dedi Deniz Sahiline. Sahil gözlerindeki derinlikten "ben tapıyorum ya"; diye cevap verdi.
Uzandı Deniz Sahilinin saçlarına. Aldığı nefesin her anını kazıdı benliğine. Her duyguyu her anı hissetti o an... Benliğindeki o anla yaşayacağını bilemeyerek...
Geceyle gündüz karıştı aydınlıkta. Bir mahkeme salonunda. Bir kadın var. Bir de adam.
Öne çıktı Deniz. Körü körüne savundu kadını, kadınını.
Kadın hıçkırdı, Deniz bağırdı, Hâkim sustu, karar alındı. Son bir kez dinlendi suçlu.
Affet dedi. Affet Deniz Sahilini. Yer belli, hâkim belli, hüküm belli. Karşı koyamaz ki Sahil. Kaderimizde yazılanı yaşarız. Affet Sahili.
Kalbi koptu. Söküldü yerinden Denizin. Gözlerini Sahile kapadı. Fırtınalara, girdaplara açtı sonra.
Sahilin gözlerinden döküldü denizlerine yaşlar. Doldu taştı Deniz. Koptu fırtınalar Denizde. Bir acı düştü Sahilden Denize.
Denizde ne bir ses ne bir seda.
Sahilden veda sesleriyle.
Ruhundan bir parça koptu Denizin.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü.
Gücü tükendiği noktada yasladı başını soğuk çimlere. Beyni koptu sanki. Gökyüzü kayboldu. Yokoldu. Önce aldığı nefes yok oldu. Sonra tekrar oldu. Gözlerini açtı.
Baksa da anlamadı, anlasa da görmedi.
Özledi mi?
Özleyemedi. Özleyecek bir kalbi, varlığına şükredecek bir ruhu yoktu çünkü.
Gözlerini gerçekleşebilecek en güzel hayaline kapadı.
Aşk-ı Lavinine
Yabancı olduğum yalnızlıkla baş başayım. Evimde ve odamda.. Elektrikler kesik ve duvardaki saatin tik takları sinirimi bozuyor. Pencereden içeri süzülen kısık ay ışığı altında bir şeyler yazmaya çabalıyorum ancak duvardaki saatin aşırı düzenli ritmi buna izin vermiyor. Elektriklerin gelmediği her saniye ise odamdaki karanlık içime dolmakta.. Dayanılacak gibi değil.
Sigara içmeliyim. Elimle sigara paketini arıyorum. Sabahtan beri en sık yaptığım ikinci eylem anti depresan ilacının kutusundan sonra sigara kutusunu aramak. Karanlık beynime de dolmaya başlamış olsa gerek, paketi nereye koyduğumu hatırlayamaz oldum. En sonunda sabahtan beri üzerlerine saçma sapan şeyler yazdığım, kayda değer tek bir cümlenin bile bulunmadığı kâğıtların altında buldum onu. Boştu. Bu durum bir hayli üzdü beni.
Ardından keşke bir şeyler dinleyebilsem diye düşünüyorum. Ancak müzik dinleyebileceğim aletlerin hiç biri elektriksiz çalışmıyor. Tek dinlediğim şeyin duvardaki saatin sesi olması sinirlerimi alt üst ediyor. Kalktım ve saatin pillerini çıkardım. Ancak hiçbir şeye yaramadı. Omuzlarıma binen sıkıntıyla birlikte odamın ortasında küçüldükçe küçülüyorum. Daha fazla dayanamayacağım. Kapının arkasında asılı duran montumu aldığım gibi dışarı atıyorum kendimi.
Sokaklar ışıksız, gökyüzü ışıksız. Ne bir sokak lambası ne bir yıldız parıltısı ne de az önce odamı aydınlatan ay ışığı.. Gecenin karanlığında ve lapa lapa yağan karın altında yürümek odamdaki kasvetten iyidir diyor ve devam ediyorum.
Gecenin karanlığını beyaza bürüyen melekler iniyor gökten. Çok şiddetli bir şekilde hem de… Yürümek zorlaşıyor. Yağan şiddetli kardan dolayı kaldıramadığım kafamı hafifçe yukarı doğrultuyorum. Önümde yürüyen bir adam.. Normal bir insanın aksine bu soğuk havada incecik giyinmiş. Bende de aynısı olan bir tişört, yine benim pantolonumun aynısı ve aynı ayakkabılar.. Kardan zor açabildiğim gözlerimle gördüklerim bunlar. Ancak yanılıyor da olabilirim.
Kafasını omuzlarının arasına saklamış ve kolları, duvarımdaki saatin sesi kadar düzenli bir şekilde ileri geri sallanırken yürümesine devam ediyor. Ne yalan söyleyeyim, ıssız bir gecede, sokakta benden başka birinin geziniyor olması güven veriyor. Her ne kadar gördüğüm insan pek normal olmasa da. Bu anormallik onu takip etmeye karar vermeme sebep oluyor. Bu kararın anlamsızlığının farkında olsam da karşı konulamaz bir merak onun peşinden ayrılmamı engelliyor. Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışıyorum. Aramızda ki mesafenin kapanmaması için de onunla aynı ritimde adımlar atmaya dikkat ediyorum. Yürüdükçe yürüyor ancak bu soğukta hiç bir üşüme belirtisi göstermiyor.
Düz devam eden yolda yürürken birden sola döndü. Bende döndüm. Sonra sağa ve tekrar sola.. Bu istikamet canım sıkkınken yürüyüş yaptığım yolun aynısıydı. Karşıdan karşıya geçmesi gerekiyordu bu istikameti devam ettirebilmesi için. Öyle de yaptı. Ne sağa ne de sola baktı karşıdan karşıya geçerken. Ve karşı kaldırıma ayak basar basmaz durdu. Beni görmemesi için ne yapacağımı şaşırdım. Yolun ortasında öylece kalakaldım.
Bana doğru dönmeye başladı. Korkuyorum. Ancak bir anda kayboldu. Önce şiddetini arttıran kardan dolayı göremediğimi zannettim ama tekrar tekrar baktım. Karşımda değil. Kimse yok. Aldığım ilaçların etkisi sanırım. Şu an hayal görmemden daha normal ne olabilir ki? Bir daha bu kadar çok anti depresan kullanmamam gerek. Tüm bunları aklımdan geçirirken yolun ortasında olduğumu unuttum. Karın etkisiyle yokuş aşağı kayarak gelen ve kontrolden çıkan kamyondan ise hiç haberim yoktu. Anladım ki o yürüyen hayal beni ölümle tanıştırıyor..
Mutlu Bir Hayat
Londra Heathrow.
Burası Londra'nın en büyük hava alanıdır. Uçaklar ardı arkası kesilmez büyük uğultularla giderler. Ama havaalanın içindeki uğultuyu kahkaları hasretli konuşmaları bastırmaları mümkün olmaz. Yağmur başlayalı beş dakika oldu, ama saatlerdir yağıyormuş gibi dışarıda su birikintileri çoktan oluşmaya başladı. Tolga'nın büyük para ödeyip aldığı takım elbisesi lanetler savurduğu bir su birikintisine, dikkatsizce bastığı için mahvolmuştu. Acele etmese başına bunlardan hiç biri gelmeyecekti, ama Yeliz'i kapıda o kadar çok beklemişti ki geç kalmışlardı. Bir ara onu bırakıp gitmeyi bile düşündü, fakat hemen bu saçma fikri kafasından uzaklaştırmak zorunda kaldı. Öğrencilik yılları geldi aklına Yeliz'le ortaokulda tanışmışlardı. O kumral saçlı yeşil gözlü 1.75 boylarında güzel bir kızdı. Tolga esmer siyah gözlü ve Yeliz'le ortalama aynı boylardaydı. Tolga ve Yeliz çok sıkı iki dost olmuş birbirlerini hep kollamışlardı. Ama lise yıllarında farklı yerlerde okumak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen bu iki arkadaş üniversite eğitimlerini yurt dışında, aynı şehre denk getirmeyi başarmışlar ve aynı evi paylaşmışlardı. Yeliz okulunu bitirip genç bir cerrah olmuş ilk senesinden itibaren işine daha çok severek sarılan kız, merakı sayesinde hep daha fazla yeni şeyler öğrenmeyi başarmıştı. Dördüncü senesinde adını birçok uzman cerrah duymuş, ingiltere'nin ünlü tıp dergisi The New Scientist onun hakkında bir makale yazmıştı. Yabancı bir ülkede adını duyurmak insana daha çok daha fazla onur vermişti. Sonuç olarak iş hastası başarılı genç bir kız olup çıkmıştı Tolga ise hayallerinin peşinden koşmuş ve polis olmuştu. ingiliz cinayet masasında çalışmaya başlamıştı. Fakat aradığını bulamamış, emir almaya da vermeye de dayanamaz olmuştu. Tek çalışmak onun kanında vardı, bu yüzden özel müfettiş olarak çalışmayı kafasına koymuştu gerekli izinleri Türkiye'den en kısa zamanda alabileceğini düşünüyordu. Yeliz'de Türkiye'ye dönmek istemiş burada aldığı maaşa göre daha az alacak olsa bile ailesine özlemi ağır basmıştı Hazırlanıp aşağı indikten sonra, Tolga'nın alev püsküren surat ifadesiyle karşılaştı. Genelde duygularını anlamak pek mümkün değildi ama uzun yıllar tanıdıktan sonra her şey daha kolay oluyordu. Söylenerek Yeliz'e kapıyı açan adam arkadaşını koltuğa oturana kadar bekledi. Bu arabayı almak için çok uzun sure sabretmişti. Eski model bir BMW almış arabada sık sık sorun çıkarmıştı. Ama yinede bu arabayı seviyordu. Uçakları akşam saat 11'de kalkacaktı ve saat 8 olmuştu. Daha Tom'u alıp o trafiğe dalmak zorundaydılar. Bilette 10'da orda olmaları gerektiği yazıyordu. Pencereden dışarıyı seyreden kız:
-Bu kadar hızlı gitmek zorunda mısın? Diye sordu ve sorduğundan anında pişman oldu.
Bütün yol boyunca Tolga onun hazırlanmasından, beklemekten şikayet edip durdu. Yarım saat sonra Tom'un evindeydiler. Tom departmanda tanıdığı en dürüst çocuktu ve arkadaşım diye bileceği tek polisti. Ona her konuda güvenirdi arabasını Tom'a vermeyi teklif etmişti. Tom bunu kabul etmemiş fakat Tolga'nın ısrarına karşısında arabayı fiyatının altında da olsa para ödeyerek almıştı. Tom biraz sıkkın bir şekilde:
-Hemen çıkıyor muyuz?" diye sordu
Tolga'da dışarıdaki havaya bakarak evet anlamında kafasını salladı.
Şimdi hava alanında ki uğultuya onlarda karışmıştı Tom'la uzun uzun vedalaştıktan sona dış hatlardaki mağazaları dolaşmışlar. Bütün mağazaları ezberlemelerine rağmen hala yarım saatleri verdi. Ve bu sefer sinirlenme sırası Yeliz'deydi.
-Biraz daha dolaşırsak uçağa binmeden öleceğim ve bunun tek sorumlusu sensin. Sayende saatlerdir buradayız. dedi.
Ve oturmak için uçağın kalkacağı bölüme bakan sandalyelerden birine kendini bıraktı. Tolga da onu taklit etti. Uçakların kalkmasını seyrederek zaman geçirmeye çalıştılar. Ve sessizliği bozan Tolga, havayı yumuşatmak için ailelerden konu açtı. Bir yandan da pantolonundaki çamur lekesini siliyordu. Artık uçaklarının kalkmasına az bir zamana kalmıştı. Kapı açılmış hostesler biletleri kontrol edip yavaşça yolcuları içeri alıyordu. Biletleri kontrol edildikten sonra iki arkadaş içeri girdiler ve onlara ayrılan yerlere oturdular. Yağmur hızını kesmişti. Buraya belki de uzun bir sure hiç gelmeyeceklerdi. Ama içlerinde derin bir üzüntü duymuyorlardı, daha çok ailelerini görecek olmanın mutluluğu çökmüştü üstlerine. Dört saat sonra istanbul Atatürk Havaalanı'ndaydılar.
Onların bu sıkı arkadaşlığı ailelerine de yansımış iki ailede sık sık görüşür olmuştu. Havaalanında hasret giderdikten sonra geceyi ailelerinin yanında geçiren çift Pazar gününe gözlerini açmıştı. Sabahın ilerleyen saatlerinde beraberce edilen kahvaltıdan sonra Londra'da kaldıkları sürede başlarından geçenleri anlattılar ve üç saati de böyle geçirmişlerdi. Akşamüstü herkes evlerine dönmüştü.
Tolga üniversiteyi kazandıktan sonra babasına zorlamayla da aldırdığı ve uzun zamandır göremediği eski eviyle hasret gidermiş, uzun uzun evi seyrettikten sonra valizini koltuğun yanına atıp odasına çıkmak için koltuktan kalkmıştı. Yürürken gözü büfenin üstünde duran resme takıldı. Geçen sene izine geldiği zaman ailesiyle çektirdiği fotoğrafa ve kendine baktı. Polis olduktan sonra idmanlardan, spordan katillerin hainlerin peşinden koşmaktan yüzünde sanki gördüğü olaylara tepki gösteren sert çizgiler oluşmaya başlamıştı. Yüzü gülüyordu belki ama bitkin gözleri yaşadıklarının özetini veriyordu ona. Kısa polislik hayatını ele veren en önemli şeydi. Sonra vücuduna baktı, zorluklara kendini siper eden inatçı bir adamın dış görünüşüydü bu. Ve ailesi, zamanla onlara da yılların izleri kazınmıştı. Resimden gözünü ayırıp erkenden yatmak için odasına yöneldi. Genç cerrahsa o sırada valizinden eşyalarını çıkarmaya başlamıştı. Özenle ütülenmiş kıyafetlerini dolabını koyuyordu. Daha kitapları yerleştirmesi gerekiyordu.
-Anne bana yardım etmeyi düşünmen gerekiyor sanırım. Sesinin bitkin çıkmasına özellikle dikkat etmişti. Bazı şeyler yıllar geçse de değişmiyordu.
-Tatlım bu kadar eşya almak zorunda mısın sanki?
Annesiyle beraber eşyalarını toplarken küçük köpeği de onları izliyordu. O köpeği çok severdi, ingiltere'de kaldığı zamanda en çok özlediği şeylerden bir tanesiydi. Annesi son kitabı rafa koyarken Yeliz saate baktı yediydi, hava iyice henüz kararmaya başlamamıştı. Shiba'yı alıp gezdirme fikri yinede onu cezp etmişti. Shiba kopeğinin ismiydi bu ismi okuduğu bir kitapta görmüş ve köpeğine bu ismi vermişti. Hem uzun zamandır köpeğini görmemişti, bole şeyleri yapmaya hasret kalmıştı. Annesine çıktığını haber verdikten sonra dolaşmaya başladılar uzun bir yürüyüşten sonra güneş sanki toprağa gömülmüş ve tamamen batmadan önce son gücüyle ışıklarını Yeliz'in ayaklarına ulaştırmaya çabalıyordu. Rüzgâr toprağı yalıyor havada yavaş yavaş soğuyordu. Eve dönme zamanı gelmişti. Dönüş yolunu onun keşfettiği eski bir patikadan yapacaktı. Evleri istanbul'a tepeden bakan henüz yakılıp yıkılmamış ormanlık alanın yanındaydı ve çocukluk yıllarında buradaki patikayı tesadüfen bulmuştu. Bu onun keşfiydi. Küçükken de eve geç kaldığı zamanlarda hep buradan geçerdi deniz ve ormanın, mavi ve yeşilin buluştu bu yeri, ağaçlık alanı çok az kişi bilirdi. Bunların biride Tolga'ydı. istanbul'un sayılı yeşil kalmış yerlerinden biriydi ama burada yıllar geçtikçe, daha fazla küçülmüş çevresini binalar kuşatmıştı. Ormanın içinden geçerken hafif bir açıklık ve aşağıda ona göz kırpan maviliği gördü sanki bir çarşaf gibi serilmişti. Marmara Bölgesine ismini veren deniz, zamanında dev savaşlara tanıklık etmişti, Marmara Denizi... Maviliğin üstünde yüzen Kız Kulesi'nin o masum ihtişamını seyretmek için yürüyüşüne kısa bir ara verdi. istanbul'un buram buram tarih kokan kokusunu içine çekti. Hayranlıkla denizi seyrederken birden Shiba'nın havlamasıyla kendine geldi.
Gördükleri gerçek olamazdı karşısında lisenin son sınıfında kendisine arkadaşlık teklif eden Suat vardı. Gençliğinde getirdiği bencillikle çocuğu reddetmiş, bunu yaparken de alay etmekten kendini alamamıştı. O zamanlar yüzünde sivilceler dolu, kendine özen göstermeyen içine kapanık bir çocuk olan Suat. Aradan geçen senelerle kendini eğitmiş yapılı uzun boylu bir genç adam olup çıkmıştı. Şimdi ise karşısına dikilmiş siyah gözleriyle adeta Yeliz'in şaşkın bakışlarını delip geçiyordu.
Yeliz onu reddettikten sonra depresyona girmiş önce okulu bırakmıştı. Babasını 10 yaşında kaybeden Suat'a hayat iç müsanma göstermemişti. Okulu bıraktıktan sonra annesinin işten çıkarılması üzerine eve yardım etmek için bir işe girmiş, birkaç ay devam etmiş başarılı olamamıştı. Kısa süre sonra işi bırakıp mahallenin ağabeylerinin yanında dolaşmaya, onlara çıraklık yapmaya başlamıştı. Önce küçük işlerle başlamış ardından uyuşturucu kuryeliği yapmış bu işten çok iyi para kazanmaya başlamıştı. Kuryelikten kısa süre sonra uyuşturucuya başlamış, para bulamadığı bir gün annesiyle kısa bir tartışmadan sonra bütün parayı alarak evi terk etmişti. Annesi ise geçirdiği sıkıntılı günlerin üzerine beyninde kötü huylu bir tümör olduğu haberini almıştı. Suat bu haberi duymuş bunun acısını yüreğinin her santiminde hissetmişti. Ne annesinin ameliyatını karşılayabilecek parası ne de ayakta durabilecek gücü kalmıştı. Bütün bunların nasıl başladığını düşündü. Eğer okulunu bırakmasaydı şimdi bambaşka bir yerde olabilirdi. Her şeyin tek bir sorumlusu vardı, Yeliz. intikamı her hücresinde hissetmiş yıllar boyunca o gün için hazırlık yapmıştı.
Artık intikamı çelik zırhlı bir kaplandan farksızdı. Sonra o haberler geldi resmini gazetede görmüştü. Başarılı cerrah, ülkesine dönüyordu. Şimdi karşısındaydı yıllardır beklediği an gelmişti. Bütün bunları düşünürken onu kendine getiren Yeliz'in sesi oldu.
-Suat ne işin var burada? Gülümsedi genç adam.
Tüylerinin ürperdiğini hissediyordu Yeliz.
-Sana bir hediye getirdim.
O sırada Yeliz kendisini güvende hissetmiyor. Tolga'yı aramak için içinde yanıp tutuşan isteğe engel olmadı elini telefonuna götürmüştü hızlı arama tuşuna basmıştı ki. Duyduğu ses karşısında istemsiz bir şekilde başını kaldırdı. Güçlü adam elleriyle, küçük köpeğini öldürmüştü. Köpek son kez acı dolu bir ses çıkarmıştı. Ardından cansız bir şekilde yere düşmüştü. Yeliz'in gözlerinden ince bir damla yaş süzülmüş, hıçkırığı boğazında takılı kalmıştı. Adam bu durumu fırsat bilip belinden silahını çıkarmış ve Yeliz'in omzuna ateş etmişti. Şimdi her şey kararmaya başlamıştı. Ölüyor muydu hiç kan yoktu? Garip bir durum vardı, hiçbir silah sesi de duymamıştı. Omzuna baktı bunun hayvanları bayıltmakta kullanılan uyuşturucu bir iğne olduğunu anladı. Başı yavaşça toprağa doğru kaydı, gözleri iyice karardı. Artık hiçbir şey görmez olmuş ve vücuduna yayılan uykuya teslim olmuştu.
Israrla çalan telefon sesiyle gözlerini açtı. Arayan Yeliz'di.
-Efendim Yeliz? Dedi.
Gelen cevapsa sadece sessizlikti. Telefonun Yeliz'in farkında olmadan kendisini aradığını sandı. Elini kapat tuşuna götürüyordu ki, bir adamın sesini duydu. Adam belli ki başka biriyle kendi telefonunda konuşuyordu.
-Kızı aldım geliyorum. Benimle Gazi Caddesi girişinde yarım saat sonra buluş. Arabayla gel.
Diğer adamın ne söylediğini duyamıyordu ardından az önceki adam tekrar cevap verdi.
-Ormanın içinde buldum, düşündüğümden kolay oldu.
Bu olanlara anlam vermeye çalışırken telefonun zayıf pil uyarısı ve ardından kapanmasıyla, ev telefonuna sarıldı.
Birinin kendine şaka yapmış olmasına dua etti. Yeliz'in evini aradı açan annesiydi, kızının bir saat önce yürüyüşe çıktığını ama hala eve gelmediğini söylüyordu. Kadına polise haber vermesini Yeliz'in kaçırılmış olabileceğini ve kendisinin ona aramaya gittiğini söyledi. Ardından annesini arayıp kadınla ilgilenmesini istedi.
Polis duruma müdahale edene kadar adamlar çoktan izini kaybettirmiş olacaklardı. Evine dönerken babası ona kendi arabasını vermişti. Şimdi bunun için babasına bir kez daha babasına teşekkür etti, evden aceleyle çıktı. Gazi caddesine evi çok yakındı buluşma yerine beş dakika daha erken gitmeyi başardı. Şüpheli birilerini beklemeye başladı beş dakika sonra caddenin diğer ucuna eski bir kamyon yanaştı. Arabadan inen adam arka kapıyı açtı. Sarışın kendisi kadar vücutlu bir 1.80 boylarında bir adamdı bu. Ardından kamyonun arkasında bir araba daha durdu. Arabadan inen adamsa çok daha cılız biriydi. Büyük siyah bir poşet, göz açıp kapayıncaya kadar diğer arabanın arka koltuğuna konulmuştu bile. Kamyondan inen iri kıyım adam ve diğer cılız adam hareket etmişlerdi bile. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki insanın hiçbir şey anlaması mümkün değildi. Ama polislik yapmanın getirdiği deneğimle o torbanın içinde Yeliz'in olduğuna Tolga'nın hiç şüphesi yoktu. Onun sadece bayıldığını umuyordu, şuan için kötü düşüncelerin aklında yeri yoktu. Adamları şehir dışına kadar takip etti. Telefonu kapalı olduğu için bu olayda yalnızdı. Ayrıca silahını Londra'da bırakmak zorunda kalmıştı. Arabaları yolun sağından göl kenarına inen sapağa girdi. Tolga dikkat çekmemek için yola devam etmişti. Biraz ilerde arabadan inip yayan olarak ilerlemeye başlamıştı. iki adamı göl kenarında ıssız bir eve girerlerken gördü. Bu sırada tahminlerinde yanılmamış olduğunu anladı poşetteki Yeliz'di. Adamlar arabanın içinde, kızı boğulmaması için torbadan çıkarmak zorunda kalmıştı. Ama Yeliz baygın olmalıydı hiç kıpırdamıyordu. içini kaplayan öfkeye teslim olmamaya çalıştı. Eve görünmeden yaklaşmaya başladı. Başı çok ağrıyordu. Gözlerini yavaşça açtığında neler olduğunu hatırladı. Şimdi bulunduğu yer çok farklıydı sert ve soğuk bir zemindeydi. Elleri ve ayakları bağlıydı, birden görüş açısının içine iki tane ayak girdi kafasını kaldırıp baktığında Suat'ı ve yarı çıplak vücudunu gördü. Göğsünün ve sırtının tamamı anlamsız şekiller ve sembollerle kaplıydı. Kendini eski zamanlarda ki ayinlerin ortasında olan bir kurban gibi hissediyordu. Başka bir adam daha vardı. Yiyecek bir şeyler almak için dışarı çıktığını söyledi Suat'a ve gitti. Bu sırada Yeliz:
-Neden? Diye sordu.
Tek amacı zaman kazanmaktı başka yapabileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. Adam, kızın onu aşağılayıp reddettikten sonra olanları anlattı. Ardından:
-Beni öldürecek misin? Dedi kız.
Adam cevap vermedi. Yanında getirdiği bir paket uyuşturucu ve şırıngayı aldı. Ve arka tarafta, kızın mutfak olarak tahmin ettiği oda da gözden kayboldu
Kendini kötü hissediyordu kız, midesi bulanıyordu. Tekrar ağlamaya başlamıştı. Bu sırada adamın pencereye yöneldiğini gördü, adam bir süre dışarıya baktı. Sonra tekrar arka odaya girdi. Artık onu göremiyordu, durumu fırsat bilerek çığlık atmaya başladı. Bağırdığı sırada birden arkasındaki cam kırıldı. Bu imkânsızdı Tolga buradaydı. Onu çözmeye çalışıyordu.
Tolga ona adam nerde dedi. Ama Yeliz konuşamıyordu, dili tutulmuştu sürünerek kaçmaya çalışıyordu ve ağlıyordu. Kapıdan çıkarken Yeliz diğer cılız adamı yerde gördü. Tolga birkaç dakika öncesini düşündü. Dışarıya çıkan adamın arkasından dolaşmış evin arkasından bulduğu odunla adamın kafasına vurarak adamı bayıltmıştı. Ardından adımın cep telefonundan polise haber vermişti. Polisi beklerken, içerden Yeliz'in çığlığını duymuş dayanamamış içeri girmişti. Diğer adam içerde yoktu. Kendisini görüp kaçtığını düşünmüş, duygusal davranarak evi kontrol etmeden Yeliz'i kurtarmaya girişmişti, ayaklarındaki ipi çözmüştü bile. Suat hazırladığı uyuşturucuyu, bayıltıcı silaha koymuştu. Yeliz adamı fark etmişti, Tolga ise o sırada adama arkası dönük Yeliz'in ellerini çözmeye çalışıyordu. Son gayretiyle Suat Tolga'yı vurmadan, adamın ayaklarına tekme atarak adamın dikkatini dağıtmış ateş etmesini engellemişti. Tolga tekrar kalkmak üzere olan adamın üzerine atladı silah bu sırada evin sağ tarafında bulunan ahşap masanın altına gitti. Boğuşma sırasında Tolga gücünün avantajıyla adamı etkisiz hale getirmeyi başarmıştı, ama Suat sokaklarda yaşamayı öğrenmiş bir adamdı. Kolay kolay pes etmezdi bütün gücüyle çırpınıyordu. Sonunda Tolga'nın altından kaçtı 2 adam aynı anda silaha uzandı. Bu sırada adamlardan birisi tetiğe bastı. Şimdi iki adamda sessizleşmişti. Odada sadece uzaktan gelen polis sirenleri ve Yeliz'in çağresiz hıçkırıkları vardı. Suat yere yığılmış, hareketsiz yatıyordu. Yeliz için hazırladığı yüksek doz zehir kendi vücuduna girmişti. Tolga'ya döndü kız, elleri titriyordu. Uzaktan polislerin siren sesleri geliyordu. Birazdan burada olacaklardı. Evden çıktılar, kız adama sarılmıştı. Bu sırada Tolga bir şey fark etti diğer cılız adam kaybolmuştu. Bunu düşünürken sırtında bir acı hissetti. Arkasını dönüp adama vurdu. Adam sersemlemişti, tekrar saldırmak üzereyken bir düzine polis adamın etrafını sardı. Tolga yere yığıldı. Yeliz ilk müdahaleyi yapıp daha fazla kan kaybetmesini önlemeye çalışıyordu. Tolga'yı kurtarmak için çaba harcarken artık az öncesi kadar korkmadığını fark etti.
istanbul'a dönüşleri nasıl böyle bir kâbus haline gelmişti? Sağlık ekipleri Tolga'yı ambulansa aldı. Suat ölmüştü. Artık kız ağlamıyordu, artık hiç bir şey hissedemiyordu. Tek istediği bu geceyi atlatabilmekti.
O akşam çok uzun süren bir ameliyat sonunda Tolga kurtulmuştu. Yeliz'de ameliyata girmiş elinden ne geliyorsa yapmıştı. Kısa zamanda eskisi gibi olabilecekti. Yeliz ise toparlanmaya başlamıştı profesyonel yardım almayı reddetmişti. Hep güçlü bir kız olduğunu düşünmüştü artık bunu kendine ispatlayabilirdi. Tolga hastanede gözleri açtığında ilk olarak yanına Yeliz'i çağırmış ve onu sadece arkadaşı olarak görmediğini onu sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini itiraf etmişti. Yeliz ise önce buna çok şaşırmış çünkü o zaten yıllardır bir tek Tolga'yı sevmiş ama onun kendisini sadece dostu olarak gördüğünü sanmıştı. Teklifini kabul etmişti. Suat ölmüş suç ortağı da hapse girmişti. Yeliz Suat'ın annesiyle tanışmış kadın ölüm haberini duyduğunda yıkılsa da oğlunun bunu hak ettiğini söylemişti. Yeliz kadını Londra'ya davet etmiş beynindeki tümörü başarılı bir operasyonla almıştı ve hayatının geri kalanı için elinden gelen rahatı sağlatmaya çalıştı. Çift evlenmiş ve Londra'ya geri dönmelerinin daha iyi olacağına karar vermişlerdi fakat bu sefer aileleri ile beraber dönmüşlerdi. Herkes Türkiye'de yaşadıklarını unutmaya çalışmış, çift aileleri ve evlilikleriyle ömürlerini dolu dolu, mutlu bir hayat geçirmişlerdir.
-son-
Hatalar için uyarılarınızı bekleriz efendim.
imla hataları düzeltildi.
ıslık gibi bir ses geliyor dışarında. saat daha sabahın beşi...
sarsıntıyla zıplıyorum yataktan. deprem diyip yatıyorum tekrar yatağa ama odanın camına çarpan birşeyler var. cıtır cıtır ses geliyor camdan. üşeniyorum ve tekrar yatıyorum.
yine ne oldu ya?
telefona uyanıyorum. saat 13.52, annem arıyor "nasılsın oğlum iyi misin" diyor. suratına kapatıyorum telefonu. aramayın beni...
mutfakta kötü bir koku var ama nereden geliyor belli değil. bulaşıkları yıkamıştım geçen hafta acaba bu haftakiler mi diye bakıyorum. yok o da değil. yine telefon çalıyor. 2 oldu bu. aldığımdan beri en çok çaldığı gün oldu telefonun bugün. eski eşim arıyor bu sefer de
"iyi misin?" sesin kulağıma ulaştığı anda telefon çıkıyor elimden... peşisıra duvarda parçalandığını görüyorum. ve gülüyorum.
hakettiğin cevabı aldın umarım sevgili eski "fahişe" eşim.
kokunun kaynağı belli olmuyor kafayı kırıcam. kahve yapıyım en iyisi belki uykum açılır diyerek musluğu açıyorum. musluktan açık kahverengi su geliyor. sanırım bugün böyle geçecek. tıpkı dün olduğu gibi...
televizyonu açmak için uğraşıyorum ama açılmıyor bir türlü.
sonra farkediyorum ki elektrikler yok. sanırım son 3 aydır fatura yatırmadığım için kestiler.
kulaklığı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. tam o esnada kapıyı yumrukluyor biri. ama alacaklı gibi. hoş alacağı olmayan biri neden benim kapıma gelsin. üşeniyorum açmaya.
sonra kapının kırılma sesi geliyor.
daha yataktan kalkmaya fırsat bulamadan bir asker giriyor odanın içine..
sonra derin sessizlik....
bugün ben öleli 4 yıl oldu.
ama hala söylemek istediğim birşey var.
son 8 sene kapısı tek kişi tarafından çalınmayan biri olarak diyorum ki;
üçüncü ders başlamak üzereydi. hoca son birkaç dakikayı bekliyordu amfide. birinci sınıf tıp amfisinde o gün yüzden fazla öğrenci vardı. pencereleri olmayan, içindeki genç insanlar olmadan havasız bir mezardan farksız amfide ders zamanı gelmişti. o günkü antropoloji dersinde insanın evrimi anlatılacaktı. homo erectus ve diğerleri, primatlar ve darwin tabii ki. ve ders başladı. fakat profesör derse başlayalı henüz birkaç dakika geçmişti ki hemen itirazlar duyuldu. bunların saçmalık olduğunu söyleyen öğrenciler evrimi reddediyordu. tek yaratıcının tanrı olduğunu bağırarak hocayı susturmaya uğraşıyorlardı. tartışma ilerledikçe hocanın sabrı taştı. "sessizlik!" diye bağırdı ve cebinden bir çakmak çıkardı. herkes susmuş çakmağa bakıyordu. "burada bilim öğrenmek için bulunuyorsunuz. size önce bilimin ne olduğunu öğretmek lazım ki ne için burada olduğunuzu idrak edesiniz." ve ışıkları kapattı. tık, tık, tık... koca amfide onlarca öğrenci şimdi sonsuz bir karanlıktaydı. kimse konuşmuyordu, sadece bekliyorlardı. ve birden zifiri karanlığın içinde bir kıvılcım parladı. "işte bu ateş elimizdeki yegâne aydınlanma aracı yani bilim ve akıldır. bu ateşin ışığında aydınlanansa bilebileceğimiz yegâne gerçek bilgidir. yani bu koca, karanlık ve bilinmezlerle dolu evrende bize bir şeyleri gerçekten gösterebilecek tek araç olan bu ateş güvenebileceğimiz tek bilgi kaynağıdır. o halde bilim ve aklı tek rehber kabul eden üniversitede size öğretilecek tek bilgi ve disiplin de işte bu ateşin ışığında hazırlanandır. bu ateşin ulaşamadığı karanlıkta ise ancak gölgeler ve kara bir bilinmez vardır. karanlıkta kalanın ne olduğu ise ancak sezgi ve tahminle yorumlanabilir. bu tahmin doğru da olabilir yanlış da. işte sizin ödeviniz bu ateşi tek rehber ve onun aydınlattığını ise bilinen tek gerçek bilgi kabul etmek, göreviniz ise bu rehberi ve bilgiyi kullanarak karanlıktakileri de aydınlatmak, tahminlerin gerçekliğini açığa çıkarmak ve bu rehberi ve bilgiyi daha iyi hale getirmektir. o zamana kadar ise karanlık sizin için her zaman ancak bir şüphe kaynağı, o karanlıktakilere inanmak ise sizin için bir kişisel inanç meselesi olarak kalmalı ve ateşin aydınlığından daima ayrı tutulmalıdır, kıyaslanmamalıdır. işte gerçek bilimsel yaklaşımın özü budur ve bunu kabul etmek kişisel bir tercihtir. ancak bunu reddedenlerin burada işi yoktur. çünkü bilimin geldiği bu nihai anlayış nice emek ile cana mal olmuştur ve insanlık bunun için yüzlerce hatta binlerce yıl beklemiştir. gücü yadsınamaz ve geçerliliği gösterilebilen tek yaklaşım olan bu anlayışı nice zorlukların sonucu olarak işte burada, bu amfide gururla temsil eden ben de bizi aydınlatan bu yegâne ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak amacındayım. çünkü bu dünyada bizi insan gibi yaşatacak gücün tek kaynağını işte bu ateşte buluyorum. elimizden alındığında soğuktan donacağımız, yem olacağımız veya karanlıklarda kör kuyuların dibini boylayacağımız bu ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak ve büyütmek, yani sahiplenip kullanmak, yani sonuna kadar akılcı olup en gayretli çalışkanlıkla bir şeyler üretmek sizin de tek kurtuluşunuzdur. şimdi bu anlayışı kabul edenlerle konuşacaklarım var. bu anlayışı, yani aslında kendi akıllarını da reddedenler, onu eleştirmeyip karalayanlar, onu daha iyi hale getirmeyip yıkmaya uğraşanlar ise dışarı çıksınlar ve yeniden düşünsünler. dünyada aklını satıp umut ve hayal çöplüğünün köle pazarlarında sürünen çoğunluğun yanında onlara da mutlaka yer bulunur."
ve ateş söndü. geriye kalan, sessiz bir karanlıktı.
karanlık ve soğuk. işte yine aynı denizin kıyısındayım. aynı sulara bakıyorum. bu alışkanlığı nereden edindim bilmiyorum. uzun uzun bakarım içine gireceğim suyun dokusuna. sanki orada bir yerde, hep aradığım ama hiç bulamadığım, dokunamadığım bir şeyler var. gözlerimi suya dikiyorum.
karanlık. oysa ben buraya hep güneşli, mavi, sıcak, ışıklı günlerde gelmiştim. siyah yoktu bu tabloda. oysa şimdi bu su, siyah, soğuk, yalnız bir yorgan gibi uzanıyor. uzaklarda, karanın denize geçirdiği bir başka diş görünürdü şimdi üzerinde durduğum bir diğerinden bakınca. şimdi ne bir ışık, ne bir ses; ne orada, ne burada. karanlık. göremiyorum.
ve soğuk. montumun kollarını biraz daha büzüyorum. nemli, hayır, düpedüz ıslak rüzgar parmaklarımı ısırıyor, ciğerlerimi yakıyor. saçmalıyorum. ayak bileklerime kadar suyun içinde olmam, bu denli üşümemde en önemli sebep aslında. bu karanlık, tarifsiz su ve ele avuca sığmaz bir çocuk gibi ortalığı süpüren ıslak rüzgar… soğuk ve ben üşüyorum.
bir koydu burası. fakat burası, hayallerimde kurup kavuşabildiğim o aynı yer mi hala? evet, her şey aynı aslında. aynı su, aynı kayalar, aynı kıyılar. ama karanlık ve soğuk şimdi. issız bir de, hiç olmadığı ve olamayacağı kadar ıssız. oysa, denizin karaya verdiği bir armağandı bu su ve eskiden masmaviydi. onu mavi kılan, onu gören gözlerimizmiş. sıcağını var eden tenlerimizmiş. işığını var eden ise güzel sabahlarında uyanışlarımızmış. bütün bunları şimdi anlıyorum.
karşı kıyı ne kadar uzaktı? yüz metre? belki iki yüz? belki de beş yüz. bilmiyorum. şöyle diyebilirim: karşıdaki tek katlı bir bina, bir parmak boğumum kadar görünürdü koyun bu tarafından. ve ben karşı tarafa bundan önce de geçtim. önceleri imkansızdı bunu yapmak. ciğerlerim tükeniyordu. ama bir gün yine de devam ettim, geri dönmedim yolun yarısından. boğulmak olasıydı ve şimdi o ilk seferki gibi bir his var içimde. çünkü karanlık ve soğuk. korkuyorum.
artık soyundum ve ayak bileklerime kadar bu karanlık, hafifçe dalgalanan sudayım yeniden. eskiden olduğu gibi, ışıldayan balıkları görmek mümkün değil bu ışıksızlıkta. martılar ve kırlangıçlar da terk etmiş bu koyu, belki herkesten daha önce. eğilip suya bakıyorum tekrar. eskisi gibi, uzun uzun bakıyorum. görmek için değil, sırf bakmak için bakıyorum boş gözlerle. anlaşılan bir tek bu su kalmış geriye. bir tek bu karanlık ve soğuk su. ürperiyorum.
adetim atlamaktır denize bir seferde. onun varlığını, güçlü bir uyarıcı gibi yoğun ve aniden hissetmeliyim. o nedenle bu kayanın üzerindeyim. kaya ıslak ve soğuk. titriyorum. korkuyla titriyorum. bir damla ay ışığı düşse bu sulara, sular ışıkla dalgalansa, dalgalar ayak parmaklarıma vursa ışığını taşıyarak ayın, o zaman sakinleşebilirim. ama ay yok bu gece. korkum itiyor beni karanlığa. atlıyorum.
soluksuzum. soğuk beni dişleri arasında öğütüyor. kollarım, bacaklarım ağır birer taş gibi. dibe iniyorum, daha aşağı, daha derine. gözlerimi açıyorum. karanlık değil bu, yokluğun, hiçliğin rengi bu gördüğüm. bir renk bile değil aslında. yön duygum kayboluyor. elimi zorlukla gözlerimin önüne getiriyorum. elimi göremiyorum. dibi bulamıyorum. yüzeye çıkamıyorum. boğuluyorum.
bir isyan başlıyor! beynim haykırıyor. daha önce hiç duymadığım bir sesle haykırıyor! kalbim, onu koruyan kemikleri kırarcasına çarpıyor şimdi. bir el tüm bedenimi içine alıyor bu sırada. ama yaralamıyor beni, incitmiyor. tanıdık bir el bu, tanıdık bir dokunuş. tanıdığım su, bildiğim deniz bu! soğuk ve karanlık ipeklisi içinde gelse de aynı dost. karşılık veriyorum, ona, elimi uzatıyorum. tutup elimden çekiyor. kendimi suya bırakıyorum. soğuğun ve karanlığın içinde götürüyor beni. yükseliyorum.
nefes! ciğerlerime dolan havanın tadı! ilk öpülen dudaklar gibi bırakmak istemiyorum bunu da. daha güçlü çekiyorum yaşamın soluğunu içime. su, hala elimden tutuyor. artık çabalamam gereksiz yukarıda kalmak için. dibe batmak istemiyorum. soğuk sadece gıdıklıyor şimdi. yedi ışık kuzeyi gösteriyor yukarıdan. yıldızların ışığı! hareket başlıyor.
açık, dalgasız, sıcak bir günde yirmi otuz dakika sürer karşıya geçmek. bugünse zaman önemli değil. ilerliyorum. deniz, dalgalanıyor. uzatıyor zarif parmaklarını bedenime. mutluyum. hem de çok mutluyum. beynim, bu suyu ilk geçişimdeki gibi işliyor yıllar sonra. yaşamın adını bağırıyor. devam ediyorum.
yarı yolda hava titreşmeye başlıyor. bedenimin titreyişinden farklı bir şey bu ve bana üşümeye başladığımı hatırlatıyor. aldırmıyorum. sonra toprağın kımıldadığını duyuyorum. topraktan bana ne şimdi? ama deniz de kıpırdanıyor. işte o zaman duruyorum. bir şeyler oluyor. kafamı kaldırıp yaklaşmakta olduğum karşı tepelere bakıyorum. doğuda karanlık yırtılıyor. hava en soğuk zamanında şimdi, deniz buz kesmiş. ama karanlık yırtılıyor gözlerimin önünde. gök aydınlanıyor.
beyaz, ışıktan bir süpürge süpürüyor karanlığı aksi yöne doğru, yavaşça. kuzeyin ışıkları sönüyor birer birer. rüzgar kesiyor yüzümü ara vermeden. uyuşmaya başlıyorum. derken turunculu, pembeli bir ateşin kıvılcımları yakıyor gökyüzünün bir ucunu. soğumakta olan alev canlanıyor içimde. davullar çalıyor kulaklarımda. ateş büyüyor. maviyi görüyorum. bir bülbülün sesi ile son bağım da çözülüyor. artık akıyorum bu suyun içinde o suyun kendi gibi ve en az onun kadar özgürce.
kıyıya çok az kaldı. yeşili görüyorum. karanlık ve soğuk değil şimdi. düşüm bir kez daha gerçek oluyor. hava tuz kokuyor. martıları duyuyorum. iskele yakın. tutamağın çeliğinde yaşamın ateşi parlıyor. süzülüyorum sudan dışarı. islak tahtalara oturuyorum. ayaklarım suda hala. artık karanlık değil. artık soğuk değil. işığı soluyorum ve artık, korkmuyorum.
ben sizlerden biriyim. her insan gibi dünyanın bir kenarından tutunmaya çalışan, didişen ve cebelleşen bir insanım.
babam ve annem birbirlerini çok severek evlenmişler. öyle anlatırdı annem. o küçük yuvamızda daha ben dünyaya ilk adımımı atmadan sorunlar baş göstermiş. yaşadıkları zor şartları bilerek beni dünyaya getirmek istemişler. çünkü onlar için bir evlat, tüm yoklukları unutmakmış aslında. çocukluğum, hatırladığım kadarıyla tek kelimeyle darmadağın bir çocukluktu. kahkahadan uzak bir çocuk düşünebiliyor musunuz? tek oyuncağı "yokluk" olan bir çocukluk. sakın annemin ya da babamın kötü biri olduğunu düşünmeyin! onlar da çok isterdi beni güldürmek, eğlendirmek ve bana güzel oyuncaklar almak. ama yeri geldiğinde aç yatılan geceler varken bana oyuncak alınmasını bırakın, yırtılmış ayakkabımı dâhi diktiremiyordular. onlara hiç kızmadım, gücenmedim. gerçeği çocukluğumda kimi zaman öfkelendim, başka arkadaşlarıma özendim, istemeden de olsa kalplerini kırdım. ama şunu çok iyi hatırlıyorum ki, onları hiç bir anne-babanın yerine koymadım.
henüz ilkokula yeni kayıt olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da maddi imkansızlıklarla boğuşuyorduk. babamı yine işten çıkarmışlardı. babamın sabit bir mesleği yoktu esasen. elinden geldiği her işe koşardı. yufka yürekli olmasının yanında asla hakkını yedirtmezdi. böyle kişiliği sebebiyle bir çok işten olmuştu. annem ona hep kızardı;
"ne olacak sanki göz yumsan" diye. babam da;
"bir kere alıştın mı artık kurtulamazsın" derdi hep.
o zamanlar anlamazdım neden bahsettiklerini. ama şimdi düşündükçe anlıyorum, babamın neden bu kadar sözünde kararlı olduğunu. bir akşam elinde önlükle çıka geldi. bu elbise okul önlüğümdü. annem "nereden buldun" deyince, hiç tepki vermemişti bile. ben sevinçten ne dediğimi hatırlamıyordum. hemen giyindim, hafiften yırtıkları vardı. ama tap tazeydi. sanki yeni alınmıştı. evet evet yeni alınmış olmalıydı. düşünmeden de edememiştim, yeni alındıysa neden bu yırtıklar vardı ? pek üzerinde durmamıştım o zamanlar. çünkü çocuktum. daha yeni yeni hayata atılıyordum. annem ile babam o gün yatak odalarında bâzen hararetli, bâzen sus-pus olmaları, bâzen de fısıltıyla konuşmaları olmuştu. ne dediklerini anlamak için kapıya yanaşmam gerekliydi. sesler yükselince irkiliyor, yavaşça kapıya doğru ilerliyordum. ayak seslerimden olacak ki, odayı suskunluk bürüyor, bir kaç dakika konuşmuyorlardı. onlar konuşmalarına benden gizli devam ederken, ben önlüğümün tadını çıkarıyor, bildiğim tüm okul marşlarını söylüyordum. o sırada annem kapıyı açtı ve elinde ki iğne iplik ile yanıma geldi.
"çıkar oğlum üzerindekini" deyince geri çekildim. annemin bana doğru uzattığı eli havada kalmıştı.
"hayır" dedim.
"bugün bununla uyuyacağım".
annemin yüzünde hafiften tebessüm oluşmuştu.
"tamam oğlum, üzerinde yırtıkları var. onları dikeyim tekrardan giy gene" dedi.
ben ısrarla devam ettim, korkuyordum çünkü. bir daha giyememekten korkuyordum.
"hayır, üzerimde dik" dedim.
annem başka bir şey demeden dikmeye başladı. babam, bana "çok yakıştığını" ifade eden bir bakışla gülerek yüzüme bakıyordu. o'nu o gün hiç bu kadar sevmiş miydim bilmiyorum. şimdi bu yaşımda bile, o çocuk saflığındaki sevgiye ulaşacağımı zannetmiyorum. annem nihayet önlüğümü dikmişti. artık kötü gözüken hiç bir yanı kalmamıştı. o benim için her şeyden üstün bir elbiseydi. ben 8 yaşımda ilkokula kayıt olmuş. yaşadığımız zorluklar, imkansızlıklar nedeniyle 2 sene beklemiştim. ama artık özlem bitmişti. artık benim için gün, sevinç günüydü.
okul koskocaman bir oyuncaktı. gördüğümüz dersler, kitaplar, defterler, sıralar, yazı tahtası, silgi ve okula ait ne varsa bir oyuncaktı. öğretmenler oyuncakları bedavaya veren satıcılar, bizler onunla oynayan çocuklardık. bu oyuncaktan ben hep zevk aldım. çünkü oyuncak zevk vermiyorsa, ya çocuk değilizdir ya da oyuncak ile nasıl oynanacağını bilmiyoruzdur. sabaha kadar uyumamış, okula gideceğim ilk günü beklemiştim. o günü hiç unutmuyorum. o gün sanki cennetten bir gün gibiydi. korktuğum "gece" bile o zaman bana huzur vermişti. nihayet şafak sökmüş, gün ağarmıştı. hemen annemin yanına koştum.
"hadi anne kalk, okula geç kalacağım".
annemi ilk kez bu kadar soğuk görmüştüm. tekrar seslendim;
"anne hadi!"
bir türlü kalkmıyordu. ben ise hâlâ okula geç kalacağımdan dert yanıyordum. nihayet babam uyandı. uyku mamuru gözlerini hafif araladı ve uyku sersemliğiyle bir kaç şey söyledi. pek aldırış etmemiştim. çünkü o an aklımdaki tek şey "okuldu". babam anneme doğru yöneldi. eli ile omuzunu silkeledi. annem neyseki o sırada gözlerini açabilmişti. beni bir kaç saniye süzdükten sonra, yine yüzünde o mükemmel tebessüm oluşmuştu. kalktı, üzerini giyindi. içim içime sığmıyordu. evde daha fazla kalamadım ve annemi dışarıda beklemeye durdum. babam da bize eşlik etti. ve üçümüz okulun yolunu tuttuk. her şey çok önceden konuşulmuştu; benim yaşımın yaşıtlarıma göre büyük olması, sınıfım, hattâ oturacağım sıram bile. sınıf kapısına yaklaşınca annem elimden tutarak;
"hadi oğlum iyi dersler, sakın öğretmenini üzme! dediklerini çok iyi kavra." diyerek babamla birlikte beni sınıfıma bırakıp gittiler. annemin beni sınıfıma bırakıp giderken o son bakışını hiç unutmuyorum. o son bakışı hâlâ içimde bir uktedir. sınıftan içeriye ilk girdiğimde bir uğultu ve ses karmaşasıyla karşı karşıyaydım. çoğu çocuk ağlıyor, kimisi bağırıyor kimisinin de annesi yanında duruyordu. çok şaşırmıştım. neden ağladıklarını anlayamamış, hafiften ben de bunca ağlamanın tesirinde kalıp gözlerimin dolduğunu hissetmiştim. acaba okul hayalimde ki gibi cennetten bir bahçe değil miydi? öğretmenler oyuncakları acaba parayla mı satıyorlardı? bunları düşünürek sırama oturdum. elimde sadece eski püskü bir defter ve minicik bir kalem vardı. öğretmenimiz biraz yaşlıca bir bayandı. çok içten bir gülüşe sahipti. dış görünüşü öyle samimiydi ki hemen kendinizi ona sevdirmek isterdiniz. sınıfta veliler başına toplandıkları için pek seçilemiyordu. hemen yanı başımda oturan arkadaşımın da gözleri doluydu. ama ağlamıyordu. ismini sordum.
"hasan" dedi. benim ismimi sormamıştı, yine de söylemek istedim;
"ben de ali yüksel".
bana karşı çok soğuk davranmıştı. biraz kırılganlıkla sağıma, soluma göz gezdirdim. çoğusunun yüz ifadesinde pişmanlık vardı. sanki buraya zorla getirilmişlerdi. oysa ya ben? ben buraya gelebilmek için 2 sene beklemiş ve o son gecenin asırlaştığı zaman, sabah etmiştim. bir yanlış vardı. evet büyük bir yanlış! afallamıştım. birine sormalıydım, birine demeliydim;
"neden herkes bu kadar üzgün? yoksa oyuncaklarını beğenmediler mi? ya da oynamayı bilmiyorlar mı?"
derken veliler yavaş yavaş sınıfı terk etmeye başladı. her veli sınıfı terkedince, sınıfta bir yaygara kopuyordu. ben ise müthiş etkileniyordum.
annemin yanımda olmasını çok istemiştim. onu çok özlemiş, bir an neredeyse okuldan çıkıp eve bile gitmek istemiştim. içim bir tuhaftı. sanki annemi bir daha göremeyecek gibi bir hise kapıldım.
beni kötü olumsuz etkileyecek düşüncelere daldım;
"yoksa okul dedikleri ayrılık yeri miydi? bir daha annemle ve babamla görüşemeyecek miydim?"
hayır, annem ve babam bana bunu yapmazdı. onların beni çok sevdiğini iyi biliyordum ve hemen bu düşünceleri aklımdan silip, tekrar sınıfıma yoğunlaştım. öğretmen ayağa kalkarak çocukları sakinleştirmeye çalıştı.
"biliyorum şu an dediklerimi anlayamayacak kadar küçüksünüz. ama anne ve babalarınız sizi çok fazla sürmeden, sınıfa gelip geri alacaklar. o yüzden ağlamayın çocuklar. burasını bir oyun olarak görmenizi istiyorum" ben pür dikkat öğretmeni izlerken, yazı tahtasına yönelip eline silgiyi aldı.
"bakın bu silgi bile bir oyuncaktır sizin için." el hareketleriyle konuşmasına devam etti;
"mesela bu yazı tahtası. sizin en güzel oyuncağınız!"
o an öğretmenim ile aynı düşüncelere sahip olmak beni fevkalade heyacanlandırdı. ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. sanırım demek istediklerini tek anlayan kişi de bendim. yanımda oturan hasan sessizce mırıldanıyordu;
"ondan oyuncak olmaz" diye.
sanırım tüm çocuklar böyle düşünüyordu. buna emindim. ama ben öyle düşünmüyordum. ben oyuncağımla en iyi şekilde oynamak istiyordum. onu doya doya kullanmak, en iyi şekilde ondan istifade etmek istiyordum. derken sınıfta tanışma fasılları olmuş, öğretmen hepimizi daha ilk günden tanımaya çalışmıştı. son ders zili de çalmış, ama annem ya da babam beni almaya gelmemişlerdi. tüm arkadaşlarım tek tek anne ve babasının eşliğinde sınıfı terk ettiler. en son ben kalmıştım. neyse ki evimin yolunu biliyordum. içimdeki hafif buruklukla, evime doğru şarkı eşliğinde gidiyordum. evimizin önünde bir kalabalık vardı. o an aklıma pek bir şey gelmemişti. şaşkın bakışlarla etrafıma bakınıp, ilerliyordum. kimi insan üzgün, kimisi ağlamaklı ve kimileri de aralarında konuşmaktalardı;
- yazık ya, neden ölmüş?
- kalp krizi diyorlar.
binadan içeriye girerken kalabalık da iyice artmış ve beni içeri bırakmıyorlardı.
"ne oluyor, annem nerede? bırakın beni" dedim.
anneme ilk günümü anlatacaktım. duyduğum müthiş sevincimi onunla paylaşacaktım. beni dışarıya çıkarmaya çalıştılar. ama çok öfkelenmiştim;
"bırakın beni, annemle konuşacağım" deyince beni tutan komşumuz birden hıçkırarak ağlamaya başladı. komşumuza ne demiştim ki bu kadar içerlenmişti? artık aklıma kötü şeyleri getirmeye başlamış ve bulduğum ilk fırsatla eve girmiştim. evde ki kalabalık arasında tek seçebildiğim babamdı. yatağa doğru diz çökmüş, yatak odasında yatan anneme iki eliyle üzerine kapanmıştı. babam ve annemin hemen yanına gittim. annem yatıyordu. boyu çok uzamıştı sanki. yüzünde o güzel tebessümü vardı yine. babam beni görünce kan çanağı olan gözlerinden yine yaşlar akmaya başladı.
"hadi anneni öp" dedi. ve o an anlamıştım. o an anlamıştım! sanki okul başıma yıkılmıştı! sanki dünyanın tüm yükünü tek omuzuma yüklemişlerdi. annem ölmüştü. onu doyasıya öptüm, kokladım. yanına uzandım.
"anne hadi kalk, bak sana ilk dersimizi anlatacağım. anne... beni duyuyorsun biliyorum." ilk kez bana bu kadar soğuktu. işte bu ölümün soğukluğu olmalıydı. gözlerimden akan yaşlara hiç aldırış etmiyordum. yaşlar annemin yanağını ıslatıyordu. herkes ağlıyordu. ama kimse benim kadar ağlamamıştı! zorla tutup kopardılar beni annemden. babamın dertli gözlerinden anlayabiliyordum. "hadi oğlum, gidelim" ifadesini.
"hayır, onu bırakmam" dedim. "bırakmayacağım. sen git, ben annemle daha çok şeyler konuşacağım. anne, bak şurada yine bir yırtık var. hadi kalk dik onu"
kendimi kandırmak istiyordum. çevreden de "tamam, onun başı ağrıyor. uyansın dikecek" sözlerini bekliyordum. ama kimse bir şey söylemiyordu. sadece ağlıyor, beni daha da üzüyorlardı. onu son kez öptüm, kokladım. ve zorla da olsa yanından ayrıldım...
annesizlik, okuluma daha da sıkı bağlanmama sebep olmuştu. okudum, hep okudum. hiç durmadan. çok çalıştım. ve şimdi büyük bir adam oldum. babam ben liseyi bitirince vefat etti. dertli bedeni daha fazla kaldıramamıştı dünyanın koca yükünü. bana aldığı o önlüğü ise çok sonradan anlattığına göre, giysi dükkanından çalmıştı. o yırtıklar da panikle sağa sola sürterken oluşmuştu. babam ile annemin o gece ne konuştuklarını şimdi daha iyi anlıyorum. koca dünya da tek başımaydım. ama zor şartlara aldırış etmeden okudum. çünkü okumak bana zevk veriyordu. çünkü okul benim en vazgeçilmez oyuncağımdı. şimdilerde bir yuva sahibiyim ve artık bende bir babayım. ve oğluma alacağım ilk önlüğümü sabırsızlıkla bekliyorum.
not: bir kaç duyarlı yazarımızın sayesinde öyküde bulunan hataları düzeltmeye çalışıyorum. sizin de eleştirisel dâhi tüm yorumlarınızı bekliyorum.
"öleceğin anı bilmek isteR misin" soRusuyla başladı gece. sonRa soRu süRekli şekil değiştiRdi. geleceği görüpte değiştiRememenin nekadar ızdıRap vereceğini falan konuşuyorlaRdı yanındakileR. olacakları bilmek. ama müdahale edememek biRinin başına gelecek en büyük lanet gibiydi. 5 saniye sonRa kasıklaRına yiyeceğini bildiğin biR tekmeyi durduRamamak mesela. yada seni öptükten sonRa ağız kokun yüzünden koşaRak kaçan kızı göRüp, hikayeyi hiç değiştiRememek. kızı öpmeme hakkını kullanamamak.
etRafında tüm bunlaR konuşulurken, onun gözleRi salonun diğeR köşesinde, elektRikli sobanın hemen önünde, yeRde otuRup duvaRa yaslanmış, siyah saçlı, dudakları oldukça kalın, eskimiş biR kot ve mavi tişöRt giymiş kıza takılmıştı. bu insan yığınının içinde, kendini, bu kıç kadaR salondaki vucutlaRdan soyutladığı besbelliydi kızın. sanki oRada değilmiş gibi biR havası vaRdı. aynı odada ama faRklı bir paRalel evRende yaşıyoR gibiydi. kıza baktıkça kalp atışlaRı yavaşlıyoRdu.10 dakika daha böyle bakmaya devam edeRse zamanın duRacağını düşündü. kalkıp yanına gitmek istedi kızın.
ancak etRafında konuşulanlaR yüzünden olasılıklaRı düşünmeye başladı isteR istemez. onlarca selamlama ve muhabbeti sürdüRme kompozisyonu yaRattı kafasında ve hep en kötü sonuçlaRını düşündü. sonRa geleceği göRememeye lanet yağdıRdı içinden.
otuRduğu yeRden doğRuldu. ayağının altındaki biRa şişesine çaRpıp yeRe düşüRdü. neyseki şişe boştu ve içeRideki güRültüden kimse sesi duymamıştı. salonda 12 kişileRdi ama kızla aRasında mucize gibi hiç kimse yoktu. sonunda kızın olduğu bir koRidoRdan geçiyoR gibiydi. gelecek umRunda olmadı biR an. şu anda yaptığı şeyin heyecanıyla yaRım saniye ileRisini düşünemez olmuştu. yaptığı tüm planları unuttu. kalbi bukez hızlı atmaya başladı ki bu zamanın da hızlı aktığına işaRetti. kız nekadaR yavaş yaşıyoRsa, o okadaR hızla uzaklaşıyoRdu sanki zamanda. bu açığı kapamak için adımlaRını hızlandıRdı. kıza yetişmeliydi, kaybedemezdi onu. nihayet kızın yanına geldiğinde soRgusuzca oturdu yanına.
-sen öleceğin anı bilmek isteR miydin ? diye soRdu kıza biR anda. kendide bilmiyoRdu neden böyle biRşey sorduğunu. ama soRmuştu işte ve geleceği göRemediği gibi, geçmişe hiç el atamıyoRdu.
kız gözleRini tavandan aldı ve başını yavaşça ona çeviRdi. daha önce hiç bukadar buğulu gözleR göRmemişti. kızın gözlerine bakmak cenneti göRmek gibiydi. işte zaman şimdi sahiden duRmuştu çocuk için. ne geçmiş, ne gelecek. o 'an'a, kızın gözleRindeki sihiRle hapsolmuştu sanki. kızın dudaklaRında hafif biR gülümseme beliRdi.
- 'hayır' dedi tüm güzelliğiyle 'bilmek istemezdim' .. 'neden' diye soRdu çocuk. kız anlattı. çocuk soRdu, kız anlattı. saatlerce konuştulaR. salonda en son ikisi kalana kadar konuştular. sonRa çocuk kıza ;
-'seni öpeceğim anı bilmek isteRmiydin' diye soRdu. artık öpüşecekleRi apaçıktı. sadece zamanı bilmiyoRlaRdı ve ölmek gibi öpüşmeninde zamanını bilmenin keyifli olmayacağını düşündü ikiside.
-'beni öpeceğin anı zaten biliyoRum' dedi kız. 'tıpkı ölmek gibi'
bu cevap hiç beklenmedikti ve çocuk aRkasından ne geleceğini meRak edeR olmuştu. nasıl bilebiliRdi ki öleceği anı ve daha önemlisi kızı öpeceği anı.
-'senin aksine' dedi kız 'ben geleceğimi değiştiRebiliRim. nezaman öleceğimi bilmiyoRum ama nezaman ölmeyeceğime ben kaRaR veRiRim. tıpkı beni nezaman öpeceğini bilmeyipte, seni nezaman öpeceğimi bildiğim gibi. beni öpeceğin an, benim seni öpeceğim andıR. ve inan bana bu 3 saniye içinde olacak'...
..
oldu.. 3 saniye sonRa öpüşmeye başladılaR. ikiside bu öpüşmenin nezaman biteceğini biliyoRlaRdı aRtık. geleceği görmek göReceli olaRak mümkündü o an. öpüşme, istedikleRi anda bitecekti ve ikisininde en son istediği şeydi bu.
ve istemedikleRi biR şeyi yapmak zorunda değilleRdi...
(istanbul'da bir sokak,saat akşam 6 civarında falan,pek kalabalık yok ancak herkesin üzerine çökmüş bir rehavet her açıdan görülebiliyor,pazar gününün
herzamanki bıkkınlığı tüm bedenlere işlemiş gibi)
-Burası mı?
-Evet....Evet burası...
-Tamam.... Gel önce şurada bir yere oturalım....Bakarmısınız...?
Bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim.Ne buraya geldikten önce ne de sonra....Anılar insanı ele geçerince,düşünceden düşünceye
insandan,konuşmalara,yerlere,mekanlara kısacası herşeye dağılabiliyor.Evet şu ana kadar yaşadım ve yaşıyorum ancak fiziken olmasa da
ruhen hala oralarda bir yerlerde sinmiş kurtarılmayı bekleyen küçük bir kız çocuğu olduğunu biiliyorum...Ama ne yazık ki asla kurtarılamayacak ben ölünceye kadar
anılarımla ..benim anılarımla ve hiç değişmeyen asık yüzü ile yaşayacak ve benimle birlikte gözlerini kapatacak...Müzikle,insanların attıkları adımları
dinleyerek son kez göreceğim onu...Acı çekmeyeceğini biliyorum...biliyorum çünkü onu sadece bu rahatlatacak...
-iyimisin sen?
-Sanırım....
-Keşke hiç yapmasaydın....
- Keşke...Ancak bunun için çok geç artık ,ilk gençliğimin 3-4 yıllık hatasını şimdi bütün ömrüm ile ödüyorum.Biliyormusun...Ben ....Aslında herşeyimi
orada ...Değişik yüzler,çeşitli kimlikler ve bambaşka hayatlar arasında kaybettim...Hiçbirisini tanımıyordum veya gereğinden fazla tanıyordum belki...Onlar
olduğu için daha doğrusu onlardan başka kimsem olmadığı için yapmak zorundaydım...
Yerinde oturmuş öylece beni seyrediyor....Belki de bana acıyor..Haklı acınmayacak haldemiyim ki...Kaç kişinin başına geliyor bu kadar şey..
O da daha yeni öğrenmenin verdiği şokla ancak bu kadar destek olabiliyor bana...Korkuyor sanırım benden korkuyor...Anlatmamam gerekirdi diye düşünüyorum
ancak daha fazla tutamazdım içimde ....Bilsin,korkusun isterse güvenmesin önemli değil hele ki bu saaten sonra....
-Atlatabilirdin...Belki bir deneseydin..
bu vurdumduymaz soru beni sinirlendirmeye yetiyor..
-Neyi? Hangi birisini?...
Elinden tutup kaldırıyorum,bir hışımla insanların yanından geçip cam kenarına getiriyorum onu.....Bak diyorum...Bak benim geçmişim,benim çocukluğum,
benim gençliğim,ilk aşklarım,ilk kurulan dostluklarım,herşeyin ilki burada,ilki ve sonrası..Daha ötesi yok...Burası benim,sadece 'ben'im. ... kötü olan
pek çok şeyide burada,öğrendim,iyi olanınıda....Zaten yaşaya yaşaya anlayıp görmüyor musun bazı gercekleri....Çarpa çarpa öğrendim bende,bak
hala öğreniyorum...öğreniyoruz....işte bu yüzden lütfen bana artık unut deme sandığın kadar kolay birşey değildir unutmak zaman ister biliyorum üzerinden
çok geçti ama demekki hala onarılmayan yaralarım var...
-Peki..Nasıl istersen...
Hala bilmiyor....Hala öğrenmesi gereken o kadar çok şey var ki nasıl anlatsam bilemiyorum...Hem anlatsam ne kadarını anlayabilir,o yaşamadıktan
sonra...Nasıl geldim buraya kadar,ne için geldim bilmiyorum...Bu geçmişe ne bir özlem ne bir nefret...içimde hiç kin duygusu yok onlara karşı..Hem zaten nasıl olabilir
ki... Buraya geldim çünkü ,artık içimde yaşayamıyordum onları..Her şeyi içime atarak büyüdüm zaten,gördüğüm her yerde,düşüncelerimde,hayallerimde hep
onları görerek yaşadım ben...Unutmak...Unutmak.Belki bir gün veya belki bu gün yapacağım şeyden sonra.,onları bulduktan sonra belki...Ne diyeceğim peki
o insanlara....Hesap mı soracağım...
Ağlayacakmıyım karşılarında....Evet belki bunları hatta daha fazlasını yaptılar,ancak o zaman tutunacak başka hiçbir şeyim
yoktu,onlardan başka gidecek hiç kimsem yoktu...Bu aslında bir istek değil bir mecburiyetti..Ancak nerden bilebilirdim bu mecburiyetin bir anda
yok olacağını ve onlar ile birlikteyken zaman kavramını unutacağımı...
Yanımdalardı..Hiç yalnız kaldığımı hatırlamıyorum...Bir dostluğun bu kadar uzun sürebileceğini hiç tahmin etmemiştim....insanları bu kadar
çok sevebileceğim aklıma gelmezdi hiç....Birisine değer vermek kadar güzel bir şey olduğunu tahmin bile etmiyorum...Çok şey paylaştım...Sadece onlarla
oldum...Ben bazı kavramları sadece orada gördüm...Sefillik içinde kalsak bile, yinede hayata tutunma çabamız bizi birbirimze daha çok bağlıyordu...Kimi zamanlar
sadece sessizlik içinde saatlerce otururduk...Nedensiz..Sadece susarak...işte o zaman gercek bir gürültünün içinde bulurdum kendimi...Çünkü aslında
hepimiz bir şeyler anlatıyorduk,hepimiz bir şeyler diliyorduk...Kurtulmak için,yeni bir yaşam için ...Avuçlarımız yukarıda sadece olmayacak şeyler
veya olması mümkün olmayan şeyler için...Susuyorduk..
-Ben çok geç kaldım, gitmem lazım artık...
-Dur nereye..,Peki , tekrar uğrar mısın?
-Emin değilim ...Bilmiyorum..
-Eğer gelirsen burda olacağız...
-Tamam..Bakarım...Ama fazla beklemeyin..
Hiçbir yere yetişmem gerekmiyordu...Hiçbir işim yoktu..Ama o gün gitmiştim..Gitmem gerekiyordu vedasız,konuşmadan,hiçbirşey anlatmadan...
Bir nedeni yok sadece öyle olması gerekiyordu...Hepsi oradaydı,yine benimle...Ama bu gün yapmazsam eğer bir daha hiç yapamam demiştim içimden...
Bu bir anda verilen bir karar değil, tam sekiz aya yayılan benim için gercekten önem taşıyan bir olguydu...Ancak daha onlar bilmiyorlardı...
Nasıl olsa öğrenirler demiştim veya unuturlar....Unuturlar mıydı acaba veya gercekten şimdi onlar için hiç mi bir anlamım yoktu...Ben onları seneler içinde
silemezken onların beni bir anda unutması fikri canımı yaktı...
-Hiçbir insan aynı kalamaz,insanın düşünceleri,konuşmaları ve hatta davranışları günden güne,yeni yüzler tanıyıp,farklı konulara değişik açılardan
bakarak veya bir şekilde kendini geliştirerek değişir...insan değişir...Düşünceleri değişir...Yaşadığın süre içerisinde düşüncelerin değişti,çünkü konuştun
paylaştın,insanlar ile fikir ayrıcalığına girip tartıştın..Tabikii aynı kalmadın ancak geçmişe öylesine tutkuyla bağlıydın ki bir türlü unutup değiştiremedin
düşüncelerini...Çevrendekiler hep yaklaşmaya çalıştılar sana ancak sen geçmişin yerini dolduramayacağını düşündüğün için bir türlü yakın olamadın onlara....
Hep aradın..Ancak o kadar yanlış yerlerde aradın ki bulduğun şey ne seni tatmin etti ne de insanlara olan yaklaşımını değiştirdi...Sen korkularını yeneceğin yerde
konuşulan her sözde kendi adına pek çok şey çıkarıp onlara kafa yormanın kendine daha iyi geleceğini düşündün , ki bu da seni umduğundan daha da
güçsüz kılar... Ben yanındayım şu an ancak,pek çok şey....
Bu şekilde ki bir çıkışı beklemiyorum genelde insanların beni bu kadar çabuk çözmesi durumuyla gercekten nadir karşılaşmıştım....Şu an ise söylediği
şeyler içinde ''Hayır bu doğru değil,yanlış düşünüyorsun'' diyebilceğim tek bir nokta bile yok...Ancak bu şekilde davranıp ondan ne yapmam gerektiğini
öğrenecek kadar beni tanıdığına inanmadığım için bir şeilde karşı çıkmalıyım,önlemeliyim düşüncelerini...Tabikii beni yanlış tanısın istemiyorum,ancak beni
tam anlamıyla tanırsa o zaman da ben adına hiç birşey kalmaz diye düşünüp sözünü kesmek,konuyu farklı yerlere taşımak istedim....
-Yani diyorsun ki sen yüzleşmek yerine korkularınla hep kaçacak bir başka düşünce ya da görüş buldun.. Öylemi?
-Bak aslında sen de inanmıyorsun söylediğine....Şu an yaptığın şey de bunun bir kanıtı aslında....
-insanları yeterince tanıdım,var olanla yaşadım,yaşamam gerktiği için yaşadım bütün bunları....Önüne geçilemeyecek şeyler vardır hayatta
engel olabilmen gerçekten güçlü durabilmen gerekir karşısında,evet ben duramadım ancak o anki hastalıklı ruh haliyle hiç birşey anlayabilecek durumda
değildim,bunun tam anlatm şekli ise tecrübesizlik....Gençlikte veya çocuklukta her zaman yaşanan genel şeylerdir bunlar bende aslında bunlardan birini
yaşadım ancak çoğu insan gibi yaşayıp sonrada unutamadım....Çevremdeki insanlar ise tabikii bende olan bu ruhsal değişikliğe ayak uyduramadılar.....
Sürekli yakın çevremde yayılan ve bana karşı olan bu mualif görüşleri kıramadığım için belki de buralardayım hala...
-Seninle şu an tartışmak istemiyorum gercekten....Çünkü kabullenemedğin pek çok şey gibi bunu da kaldıramayabilrsin....
Uzun bir sesizlik oluyor...Ne o ne de ben tek kelime edebiliyoruz...Konuşmayı sürdürmek istemiyorum daha fazla,hatta kalkıp bir an önce gitmek
istiyorum burdan ..Bu tür konuşmaların beni etkileyeceğini biliyordum ancak bu kadar rahatsız olacağımı tahmin etmemiştim hiç...
-Neden buradasın?.. diyorum...
-senin için tabiki ....diyor.. senin için...
son kavsağıda dönüyoruz,otobüsten inip hızlı adımlarla yürüyorum...cok gec kaldım çoook...yolda, yediğim omuz darbeleri, agız kokuları beni durdurmaya
yetmiyor,aksine daha da hızlanıyorum...
en son en işlek cadde de ezilme tehlikesi gecirip binanın önüne geliyorum....hızla dıs kapıyı ittirip içeri giriyorum....daha merdiven bile cıkmadan
duruyorm ,aniden.birkac saniye sonra suratımdaki o sacma düsünceye gülümserken yakalıyorum kendimi.tabiki yukarı cıkıp o derse girmeyeceğim..
geri dönüp ''evim'' e gideceğim..
aynı hızla cıkıyorum binadan.ama bu sefer bir yere yetisememenin verdigi sinir yok üzerimde..tam tersine mutlu gibiyim herhalde...
hava da alabildiğine soğuk mu soğuk...üstümde de mont,kazak namına hiçbirşey yok..dona dona yürüyorum...
sokağın basında durup bir bakıyorum söyle..
ben burada mutlu oluyorum,
ben burada ancak geriye dönüp bakabiliyorum,
ben burada sadece kendim oluyorum
ben burada 'var' oluyorum aslında..
-keske burada bu durumda olmasaydın...hersey benim hatam biliyorum..
-hata falan yok ortada..kimsede arama,ben burada olmak istediğim için yanındayım,olmasaydım daha kötü olurdu inan..ben buraya,bu sokağa
girdiğimden beri değişmeyen hiçbirşeyim kalmadı ve bunu değiştiren seyde zaten sizlersiniz, ancak ben asla hiçbir zaman sikayet etmedim bu durumdan
ne simdi ne de daha önce burayla ilgili tek sıkıntım olmadı..olmadı cunku buradaydın..buradaydınız ve hiç....
o düşüncelerimi,o sıkıntımı bir türlü dile getiremiyorum...burada olmamın (ne kadar bana zararı olsa da) beni gercekten mutlu ettiğini bilmesini
istiyorum bir yandan da konunun kapanması için acele ediyordum ancak onun hiç niyeti yoktu sanırım...
-nasıl...nasıl sıkıntın, derdin olmadı?..anlamıyorsun ve hiçbir zaman da anlamayacaksın değilmi?..burası,biz sana zarar veriyoruz,evet, herseyinde
yanında oldum, olabildiğince destek olmaya calıstım her konuda sana, hep yanındaydım, evet, cok fazla sey atlattık....gün geldi sen de beni savundun
beni dinledin...burada ,bu sokakta cok fazla sey yasadık..birbirimizin her daim yanındaydık....ancak bunun yanında sen cok yıprandın...zarar gördün...
ama ben daha fazla burada kalman taraftarı değilim...bu kadar deger verip, herseyden sakındığım insanı burada, su durumda görmek beni de acıtıyor..
ne kadar buraya gelip mutlu olsan da bir sekilde burayı unutmak zorundasın gibime geliyor..belki de en doğrusu böyle...
-sen...sen ne dediğinin farkında mısın? ben..ben mutluyum..hem sen nereden bileceksin ki...zaten sen..
-söylediğin seyler doğru evet mutlusun ancak , lütfen sen de sunu kabul et ben kardesimin bu kadar içten içe yıpranıp eridiğini görmek istemiyorum..
bu yüzden senden sadece bırakmanı istiyorum...
-neden?..neden?..ne için yapıyorsun bunu bana?..
kalkıp gitmekti o an sanırım oradan..evet, bunu istemiştim...ancak bu soruya verilmesi gereken bir cevabı olduğunu düşünmüştüm..