loş ışık altında, masasının üzerinde sızmış bir adam. bir elinde kalem, kafasının altında kâğıtlar, diğer elinde ısınmış yarım bir bira. kısık sesle gelen, hafif bir müzik eşliğinde, bir şeyler karalıyormuş kâğıda sanki. uzun uzun anlatmış her şeyi kâğıda, kalem yazmaktan sıkılmış olsa da o durmadan devam etmiş. ta ki kendi pili bitene kadar.
yavaştan doğrulmaya çalışıyor şuan. kafasını kaldırırken masadan sendeliyor biraz. gözler kan çanağı olmuş. ağlamaklı bakışlarla yüzünü kaşıdıktan sonra son yazdıklarını okuyup, tekrar bir şeyler yazmaya çalışıyor. vücudunun buna izin vermediğini anladığında, sıcak olduğunu fark etmediği birasından bir yudum alıp, suratını ekşiterek kalkıyor masanın başından. bir şeyler homurdanıyor kendince. anlamsız cümleler kuruyor.
şehrin ışıklarıyla aydınlanan balkonu, gökyüzündeki yıldızları en iyi şekilde görüyor. sigarasını yakıp ilk nefesi çektiğinde, bir rahatlık alıyor onu. içi ferahlıyor. yukarı, yıldızlara doğru baktığında, hafif bir gülümseme kaplıyor yüzünü. bir şeyleri anımsıyor, birilerini hatırlıyor herhalde. nedenini belki de oda bilmiyor. aptal ama bir o kadarda masum bir gülümsemeyle ikinci nefesini de en derin şekilde, yıldızlara bakarken çekiyor. bir anda gelen öksürükle, sigarayı aşağı fırlatıp homurdanmaya başlıyor yeniden. içeri girdiğinde zannettiğimi yapmayıp, yatağına yöneliyor.
müzik eşliğinde yavaşça yatağına uzanıp, sevdiğinin gizlice çekilmiş, tüm odayı kaplayan resimlerini izliyor. özlem gözyaşı oluyor o anda. o nu düşlemenin harika bir duygu olduğunu, tüm korkuları yendiğini anlıyor.
müziği susturup, içindeki sessizliği dinliyor. onun anlattıklarını, yapması gerekenleri hayal ediyor. istemenin yetmediğini, artık bir şeyler için harekete geçmesini hatırlıyor. telefonuna titreyen elleriyle uzanıyor. numarasını çevirdiği anda titremeleri artıyor. aradığında neler söyleyeceğini kestiremiyor. bırakıyor telefonu kenara, vazgeçiyor o anlık. ama içi içini yiyor. uzanmış olduğu yatakta, o nunla geçecek rüyalara dalmak için gözlerini kapatıyor. bilmiyor ki gözlerinin kapadığında savaşın başlayacağını.
gözlerini kapadığı anda dalıyor uykuya. sevdiğiyle başladı rüya. ileride olmasını düşündüğü mutlu günleri görüyor. elini ilk tutacağı anı, sarıldığındaki sıcaklığı hissediyor. ilk öpüşteki tadı, bakışlardaki anlamı kavrıyor. güzel giden rüyası, bir anda karanlıkla kaplanıyor ve
açtığında gözlerini, koyuca bir karanlık var etrafında. kafasını kaldırdığı an bir yere vuruyor. düşüşünde de aynı ses. anlıyor ki tıkılı kalmış bir yere. hala rüyada olduğunu zannederken, bir sesle irkiliyor. etrafındaki her şey kayboluyor o an. ses git gide yaklaşıyor. neden burada olduğunu soruyor kendisine. "sen kimsin?" derken, " sorgulama, cevap ver. yeri geldiğinde öğreneceksin kim olduğumu." yanıtıyla sözü kesiliyor. karanlık yok olup ışık doğduğunda bir şaka olduğunu düşünüyor tekrardan. hala rüyada olduğunu, uyanmak için neler yapmasını düşünüyor.
hayali varlık yine ses veriyor. " uyandın dostum, gerçek hayata uyandın şimdi." dediğinde anlıyor her şeyi. o cümlenin noktası konduğunda, sırasının gelmiş olduğunu biliyor. "neden ben?" sorusuna, "hep istediğin şeydi, niye bu kadar içerledin ki?" cevabını aldığında karşısındakinin boş bir varlık değil, kendisinin yaratan olduğunu öğreniyor. sorular başlıyor yavaştan, teker teker cevaplıyor. bazılarında kem küm etse de sonunda cevabı alıyor tanrı ağzından. bitmek tükenmek bilmiyor, cevabının kesin olduğu sorular. hiç kaçış yolu yok. cevaplar gideceği yönü belirleyecek sanki. ipin üzerindeki dengesinin devamı, bu sorulara bağlıymış gibi geliyor.
" ../../.... günü saat ..:.. ana haber bültenine hoş geldiniz. bültenimize geçen gün bir gencin yatağında ki esrarengiz ölümüyle ilgili haberle başlıyoruz. otopsi sonucuna göre, gencin üzerinde hiç bir yara, darp izi, iç organlarında hasar veya iç kanama görülmemiş, ölümü gerçekleştirecek hiç bir bulguya rastlanmamıştır. savcı; genç tarafından yazılan hikâyeyi okuduktan sonra, kesin bir açıklama getirileceğini söyledi. psikiyatrisiler olayın, psikolojik bir travma sonucu olabileceğini, hikayeni ve arkadaş çevresinden alınacak bilginin konuda yararlı olacağını ekledi. "
tanrı sorularının bittiğini söyleyince derin bir nefes aldı. ve tanrı kararını verirken bir soru sormak istediğin söyledi. tanrı izni verdi ve konuşmaya başladı. " madem tüm evrenin yaratanısın, her şey senin elinin altında, her şeye sen hükmediyorsun." derken tanrı sözünü kesti. "evet! her şey benim. uzatmadan bitir." diyerek ikaz edince, bizim çocuk sorusunu sordu: " o zaman neden âdem ile havva'ya yasak elmayı yedirdin?"
yazım yanlışları ve anlatım bozuklukları için affola.
Zaman ve kader iyi arkadaşlar.. Yemek için beni de davet ettiler bir akşam.. Gerçekten şaşırmıştım. Hayatıma yön veren iki kavram beni yemek yemeye davet ediyor.. Akşam için sabahtan başladım hazırlanmaya.
Saat 8'de uyandım. Önce güzel ve sağlam bir kahvaltı yaptım. Ardından üstüne başıma yeni bir şeyler almak için alışverişe çıktım. Dile kolay..
Zaman ve kaderle yemeğe gideceğim. Bir mağazaya girdim ve en beğendiğim takımı aldım. Zaten beğendiğim de mağazadaki en pahalı elbiselerdendi. Sonra elbisemi nasıl olacak diye mağazada denedim. Evet.. Gerçekten çok güzel, yakışmış ve oturmuştu üstüme; ama bir şey olmamıştı..
Bir baktım ki bu şahane elbise, kışa, kar yağışı ne kadar yakışıyorsa bana da o kadar yakışan takımımda ahengi bozan bir şeyler vardı. Boy aynasında tepeden tırnağa süzdüm kendimi.. Evet... Kar yağışını bozan mızıkçı güneş misali uzamış, yağlı saçlarım ve kireçten yapılmışçasına beyazlayan eski ayakkabılarından başkası değildi.. Saat 1'e doğru gelirken bir de berbere uğradım. Tabi her erkek gibi ben de berber sendromu yaşadım. Adını dahi bilmediğim o giz dolu, tatlı kokulu şey, arkada sürekli açık olan kral tv ve genelde çalan serdar ortaç şarkıları eşliğinde berber işe başlamıştı. Yanlardan az kısalt üstleri biraz daha fazla bırak dediğim halde yine bildiğini okuyan berber, yine ten ten modeli yapmış ve kendi bildiğini okuduğunun farkında olmasının verdiği pişkinlik ve hazla, 'jöle de süreyim mi' demesi, sanki çok bir şey yapmış gibi '-de' bağlacını kullanması da pek bir manidar oluyor..
Ardından esmer, kavruk, saçı hatıra ormanına benzeyen dik saçlı çırağına getirttiği aynayla ense tıraşını gösterip ' bak, iyi olmuş ama' demesi... O cümledeki 'ama' kelimesi her şeyi anlamaya yetiyor.. Yadırgadığım saç modeliyle buram buram koktuğum berber kolonyası kokusu ile çıktım dışarı. Oradan bir ayakkabıcıya girdim, yoğun bali ve deri kokusu, berberde oluşan sendromun gerginliğini üzerimden atmama yardımcı oldu. Ayakkabıcıda, kedigözü misali parlayan bir ayakkabıya yöneldim. Gerçekten çok pahalıydı ama onu da aldım. Saat 3 olduğunda dış görünüşüm, yemek için hazırdı. Peki zihnim hazır mıydı? Yemekte ne konusacagimizi düşünmeye başladım. Zaman ve kaderin nasıl bir ortak noktası vardı ki bu kadar konuşacak şeyleri oluyordu? Düşündüm...
Eğer kulların kaderi daha önceden belirliyse, insanın yaptığı her eylemin belli olduğu yazgının içinde zaman da olacaktı. Yani zaman ve kader birbirlerini tamamlayan ve daha önceden belirlenmiş iki dosttu... Bir diğer ihtimal ise, ya kader insan iradesiyle gerçekleşen bir durumsa? O halde insan kendi belirlediği kaderine göre yaşayacak ve zaman da insan iradesine bağlı kadere itaat edecekti. Yani ben onların efendisiydim... Bilemedim... Düşünmekten saate bakmadım ve yemeğe sadece iki saat kalmıştı. Hemen hazırlandım ve restauranta gitmek için evden çıktım.
Kapıyı tam kapatacakken aşırı kaynamadan dolayı çaydanlıktan gelen ıslık sesini duydum ve geri dönüp çaydanlığın altını kapattım. Ocağın üstünün çay içinde olduğunu görünce bir de onu temizledim. 5 dakikalık bir gecikmeyle çıktım evden. Arabama doğru yöneldim, arabanın kapısını açmak üzereydim ki 18.55 otobüsünün hızla üstüme geldiğini gördüm. Frenleri patlayan otobüsü gördüğümde, panikle tüm kaslarımın kaskatı kesildiğini ve hareket edemediğimi fark ettim. Hareket edemeyerek daha başlamamış olan çarpma hareketinin sonunu düşündüm.. Frenleri patlayan otobüs kazasında bir kişi can vermişti; fakat ölen otobüsün içinden biri değildi...
Daha sonra kader bana bir not yolladı, tam düşündüğüm gibi, zaman, beni oyalamış; kaderim uygulamıştı. Notta:
Özür dilerim.. Seni zamanla beraber yemekte görmek isterdim; ama çaydanlığın altını açık bırakman gerekiyordu..
Not: hibrit kibrite katkılarından dolayı teşekkürü borç bilirim
dört yıl, iki ay, üç hafta, bilmem kaç gün ve bilmem kaç saat... ibrahim'in bu arabayı almak için tam olarak çalıştığı süreydi. Bu süreyle eş değer olarak sırtında taşıdığı çuval sayısı, sıva yaptığı duvar sayısı, zabıtalardan kaçarken verdiği nefes sayısı ise bu itinalı hesabın içerisine dâhil etmemişti. Bu arabayla şoförlüğü öğrenmiş, ilk trafik kazasını duran bir arabaya çarparak yapmış ve böylece ilk dayağını da yemişti. Hatırası çoktu bu arabanın. Lakin nazı da bir o kadar çoktu. Yaktığı benzin, aylık ve yıllık bakımı bir yana, sırf arabası var diye öyle bir vergi veriyordu ki, duyanlar el insaf çekiyordu. Her şeyin üzerine bir de işsizlik eklenmişti. ibrahim her yükü taşırdı ama işsizlik, en ağır yüktü. işsiz kalmak kadar zor bir işe el atmamıştı daha.
Berberin çırağı cep telefonuyla arabanın fotoğrafını çekip, internete ilan verdi. ilanın altına da bir iki hoş cümle yazdı. "Yolda kaymak gibi kayar. Kullanması ayrı, izlemesi ayrı bir keyiftir. Ayrıca bu arabayı alana, mustafa Erkek Kuaförü!nde saç sakal traş bedava."
ilk hafta kimse ilana cevap vermedi. Sonra ibrahim, araba için istediği fiyatı düşürdü. Yine kimseden cevap gelmeyince, belki biri boş bulunup yer diye, ilanın altına şu cümleleri eklediler. "Yüzde yüz yerli malı, kullananın milli duygularını güçlendirir, iman gücü katar, kazalardan korur." Aradan iki hafta geçtiğinde, ibrahim arabası garajda yattığı için olacak ki, gidip cebindeki son parayla, bir ballı vergi daha ödedi. Böylece arabaya koyacak benzin bulabilirse, belki yola çıkabilecekti.
ilanın üzerinden bir ay geçtikten hemen sonra, bir alıcı telefon açtı. Pazarlık etmek istemeden, parası neyse vermeyi kabul etti. ibrahim bu durumdan hiçbir şey anlamadı. Adam, arabayı hemen almak istiyordu. ibrahim arabanın sorunlarından bahsetti. Sağ kaportada ezik, sol kapıda çizik vardı. Adamın umurunda bile değildi. Hemen getir, paranı peşin verip alayım dedi. ibrahim, beynindeki sinirleri ikinci vitese geçirip, hafiften kıllandı. Kıllanmasıyla birlikte, yokuş yukarı giderken zorlanan emektar arabası gibi stop etti. En yakın koltuğa kuruldu. Düşünmeye başladı. Adamın, telefonun öbür ucundaki sabrı taştığında, arabayı satmayı kabul etti.
Bir fabrikanın arkasında buluştuklarında, adam hiç konuşmadan parayı uzattı, anahtarları aldı. ibrahim arabasının ya da onun gözünde, emeğinin arkasından baka kaldı. Arabanın yeni sahibinin, yanındaki arkadaşına; "Bu arabanın arkasını kestirip, üzerine bir kasa koyduracağım. Sonra ister çuval taşırsın, ister taş taşırsın. Bu arabalar sağlamdır, bir şeycik olmaz" dediğini duydu. içi cız etti ibrahim'in. Sırtında çuval taşıyarak aldığı arabasının sırtını kesip, çuval taşıttıracaklardı. Bir an için nefessiz kaldı. Arabanın yeni sahibi gazlayıp giderken, ibrahim uzun süredir ilk defa gülümsedi. Neyse dedi kendi kendine. En azından benim araba bir iş buldu kendine, çuval taşıyacakmış. Belki benim emeğime de bir şeyler çıkar dedi. inanmadı bu lafına, yine de gülümseyerek eve döndü.
not: incememed'e bu ince düşünüşü için teşekkürü borç bilirim.
calisma masamdaki kagitlari yirtarken sanki hayatimi da yirtiyormusum gibi hissettim. ama kimsenin beni baskasinin yaptigi hatalar yuzunden yirtmasina asla izin vermezdim... kagitlari masamin altindaki kucuk cope attim.
basimi kaldirdigimda odamin ne kadar bogucu oldugunu dusundum. sanirim masam sandalyem ve gramofonumun haricinde kalan her seyi odamdan atmak icin yardima ihtiyacim olabilirdi. keske o zaman da boyle dusunebilseydim zira elektrikli testere ile parcaladigim mobilyalarim elimi zedelemisti. aci cekerek gittigim hastanenin acilinde ilgin bir sekilde sira numarasi almistim ve beklemekteydim ki benden bir kac sira once oldugunu elindeki fisten anladigim otuzlu yaslarda bir abla "ocakta yemeğim var" diyen teyzeler hakkinda ne dusunuyorsun dedi uzgun bir sesle. o an bunu birine anlatmak icin artik zamaninin geldigini dusundum ve basladim anlatmaya:
her sey mualla teyze ile basladi aslinda...
wireless baglantisinin sifresini degistiren komsum busra hanima sinirlenmistim. lakin busra hanimi hicbir sekilde tanimiyordum. adinini da modeminin ayarlarina girince ogrendim. hicbir tusunu eksik etmeyerek girdigim sekiz tane sifiri olan sifresini degistirmisti. halbuki ben onun sifresini tamamen tesaduf eseri bulmustum. torrente yuklendigim icin kendisine hak vermiyor da degilim ama sinirim gecmemisti. televizyonu actigimda tek ceken kanalin fox oldugunu fark etmem uzun surmedi ve mutsuzluguma mutsuzluk katmisti. daha kotu bir sey olcagini dusunemiyordum ki "su gibi" bir programla tanisincaya kadar. ah tanju bey evlen artik!..
her sey bu kadar kotu giderken birden kapi caldi. o zamanlar asure gunu yahut haftasiymis. bilemiyorum ne oldugu. lakin koca bir tabak asureyi almamak buyuk ayipti. tabii ki kendime. zira asure en sevdigim tatlidir. artik her sey iyi gitmeye baslamisti. ve bunun nedeni asureyi getiren mualla teyze idi...
saatler gunleri, gunler aylari, aylar mevsimleri sonra hepsi yillari kovalarken mualle teyze ile iliskimiz bir anne ogul sicakligiyla devam ediyordu. birlikte su gibi izliyor, onun ordugu kazagin irmikleri sayiyor ve ikinci ogretim oldugum icin kahvaltilari ogle vaktinde birlikte yapiyorduk...
her seyin hep boyle gidecegini sandim, aldandim...
mualla teyzenin davranislari degismis. artik kahvaltilari pek seyrek eder olmus, sislerini benden kacirir olmustu. ikimizde olan bitenlerin farkindaydik ama ikimizde bu konu hakkinda konusmak istemedik...
yeni bir gune uyanmis biraz kahvaltilik almis ve mualla teyze ile aramizdaki buzlari eritmeye kararliydim. zile bastim. ve bu sefer kahvalti sirasinin bende oldugunu soyleyip guldum. kucuk bir tebessum etti ve gelecegini soyledi...
eve zamaninda gelmisti. kahvaltimizi yapmis son caylarimiz icmek icin koltuklara gectik. cayimizi yudumluyorudk ki mualla teyze:
"ocakta yemegim var" dedi.
mualla teyze hicbir zaman besten once aksam yemegini hazirlamazdi... durumdan iskillendim. dairemden ciktiktan sonra evine gitmeyecegine emindim cunku cantasinda yeni dantel orneklerini gormustum... oyle de oldu zaten. evimden ciktiktan sonra bir ust katimdaki daireye gittigini ayak seyelerinden anladim. kapi araklik kalmisti. girmemek de tereddut etsem de dayanamadim girdim bir de ne goreyim...
bir kosede yeni ornekler bir kosede patates salatasi, kisir, caylar, kekler, kurabiyeler... ve mualla teyzenin disinda iki genc hatun. mualla teyze mahcuptu lakin ben de onu takip ettigim icin mahcuptum. bu sefer ilk adimi o atti ve tanitti. merve ve busra... busra mi?! aylarca internetleri somurdugum insanlarla artik karsi karsiyadim. nutkum tutuldu. bir bardak su rica edip bir sure sohbet ettikten sonra evime dondum.
mualla teyzenin yaptigi bu olayi internetlerini somurdugumu bildigi halde beni busra hanim ve merve hanima ispiyonlarmadigi icin dokuz kusurlu hareketten saymadim. bu olay sonunda olagan komsu iliskisine donduk. tabii bunda televizyonumun bozulmasinin payi da buyuk oldu.
ve onu pek bir sevdigimi lakin asure yaparken icine tarcin koymazsa daha cok sevebilecegimi soyleyip konusmami bitirirken acilde sira numaramin gectigi anlamam uzun surmedi.
az once bunlari anlattigim abla ise sunlari soyledi: nurgul abla, yapmaz canim, 4. kat, yeni tasinanlar! ve aglayarak hastaneden disari cikti. bense yeni sira numarasi aldim.
Emre her zamanki gibi sabah 7.45 de işe gitmek üzere sıcacık yatağından uyku mağruru gözlerini ovalayarak kalktı. Kendine gelmek için elini yüzünü yıkayıp hazırlanmaya başladı. Kendine mısır gevreğinden basit bir kahvaltı hazırlayıp yedikten sonra her gün ki gibi uyumakta olan annesinin ve babasının odasına gidip temmuzun ortasında ki Lefkoşa'nın o boğucu sıcağından bunalıp şikâyet eden babasını düşünerek odanın camlarını açıp evden ayrıldı. Evlerine üç dakika mesafedeki minibüs durağına doğru ilerlerken önünden geçmekte olan çocuğun arka cebinden büyük bir çakı düşürdüğünü ve çocuğun bunu fark etmediğini gördü. Hemen çocuğu "çakını düşürdün küçük diye" uyarıp çakısını ona geri verse de 12-13 yaşlarında olduğunu düşündüğü üstü başı pislik içinde ki bu çocuğun bu denli büyük bir çakıyla ne işi olacağını düşünmeden edemedi. içi biraz huzursuz olsa da gitmesi gereken bir işi vardı. Yoluna devam etmek üzere arkasını dönüp minibüs durağına doğru ilerleyecekti ki o sırada çocuk "biraz para versene" deyince durakladı. "Ne yapacaksın parayı" diye karşılık verdi. Çocuğun "karnım aç abi ekmek alıcam" demesi Emre'yi etkilese de pislik içindeki üstünden başından tinerci olabileceğini ve parayı tiner için harcayacağını düşünerek "veremem" dedi ve oradan uzaklaştı. Minibüs durağına gitti birkaç dakika minibüsü bekleyip minibüse bindi. Bir iki durak ilerledikten sonra geçen akşam eve çalışmak üzere getirdiği ve o gün işe geri götürmesi gereken dosyaları evde unuttuğunu fark etti. Hemen minibüsü durdurdu. Aşağı indi ve hızlı adımlarla eve doğru ilerlerken bir yandan da iş yerini arayıp biraz gecikeceğini haber verdi. Birkaç dakika yürüdükten sonra evinin olduğu sokağa girmişti nihayet. Uzaktan eve bakarak hızlı hızlı yürürken bahçe duvarlarından birinin atladığını gördü. ilk anda kısa bir şaşkınlık yaşadı. Daha sonra ilk fark ettiği duvardan atlayanın birkaç dakika önce gördüğü çocuk olduğuydu. Hemen çocuğa doğru "Dur! Dur!" diyerek koşmaya başladı. Ancak daha evin olduğu yere gelemeden çocuk çoktan gözden kaybolmuştu. Emre çocuğu kovalamak yerine eve yönelip oraya göz atmaya karar verdi. Bahçe kapısını açtı. Hemen evin kapısına göz attı ve kapının kapalı olduğunu görüp rahatladı. Arkasına dönüp bahçeye de bir göz süzdükten sonra garip bir şey görmeyince çocuğun bir şeye dokunmadığından emin olarak unuttuğu dosyaları almak üzere eve girdi. Odasına gidip dosyaları aldı ve evden çıkmak üzereyken uyanmışlar mı diye bakmak üzere annesinin ve babasının odasına yöneldi. Kapıyı araladı ve her araladığı santimde yerdeki kanları görüyordu. Emre'nin gözleri büyüdü ve "olamaz" diye bağırdı. Kapıyı tamamen araladığında birbirinin ellerini tutmuş şekilde yatağın ortasında kanlar içerisinde yatan annesini ve babasını gördü. Gözyaşları içinde hemen yanlarına gitti ve göğüslerini dinledi. Ama ikisinin de kalbi durmuştu. Hıçkırıklara boğulan Emre'nin aklına duvardan atlayan çocuk geldi. O çocuğu sabah görmüş yere düşürdüğü ve fark etmediği çakısını ona geri vermişti. O çakı hala babasının kalbine saplı duruyordu. Yatağın hemen başındaki çekmecelerde açılmış annesinin kız kardeşinin düğününde takmak üzere aldığı bilezik ve babasının aldığı son emekli maaşından kalan paralar da çalınmıştı. Belki de o çocuğa ekmek parası vermeliydi.
Usulca yürüyordu boş yolda.. Tek başına, bütün yaşanmışlıkları düşünüyordu şimdi. Ve kulaklarında kendi sesinin yankıları: "ben sevmeyi beceremedim, belki de sevilmeyi" Ve düşündü tekrar: "benim, sevmeye engel ve asla evcilleştiremeyeceğim acılarım var. Kapanmamış yaralar.. ya da kapansa bile izinin asla geçmeyeceği yaralar"
Nereye gittiğini kendisi bile bilmiyordu. Sanki o ayaklarına değil de,yollar ona emir veriyormuş gibi bir his vardı. Uzun zamandır bunu yaşamamıştı. Ne kadar da güzel bir duyguydu.
Yürüdü saatlerce.. aklındaki tek şey 'o'nun gitmeden önce söylediği sözlerdi. Haklıydı evet, o asla sevilmeyi becerememişti. Asla aşık olamamıştı. Ama bir an "hangi aşk?" diye söylendi içinden. Bir romandan esinlendiği gibi o da binlerce çeşit aşk olduğuna inanan insanlardandı. Ona göre şu an hissettikleri de bir çeşit aşktı, fakat karşındaki zavallı onu anlayamamıştı.
Eğer çok duygusal biriyseniz yaşadıklarınız sizi normalden çok daha fazla etki altında bırakır. Üzerinden ne kadar zaman geçse bile unutamayacağınız şeyler vardır. O bunları çok yaşamıştı. Çok acı çekmişti. Aslında bu acılar sayesinde olgunlaşabilmişti. Bir bakıma, bu yaşadıklarından dolayı aşka ve sevgiye olan bakış açısı değişmişti. Ona göre binlerce aşk çeşidi vardı, fakat sevgiyi sınıflandıramazdınız. Zira sevgi ya vardır, ya yoktur.
Yürürken acı acı mırıldandı tekrar:
-Asla sevildiğimi hissedemedim, bu gidişle de zor halim.. dedi.
Son on yıldır, çok sıkıldığında en çok yaptığı şeyi yaptı, cebinden sigara paketini çıkardı. Parasızlıktan aldığı ucuz sigarayı yaktı ve ilk nefesini içine çekti. Ve bıraktı kendini, bıraktı ki zehir vücudunda daha rahat yayılabilsin, kafasını dağıtabilsin birazcık da olsa..
Yürüdü.. yaptığı tek şey yürümek ve düştüğü düşünce kuyusundan tırmanarak çıkmaya çalışmak oldu.
Ne kadar zaman geçtiğini kendisi bile bilmiyordu. Muhtemelen bir saattir yürüyürdu. Yorulduğunu hissetti.
Üşüdüğünü..
Tanıdık mekanlar, tanıdık sokaklar..
Kendini birden bire aşina olduğu bir parkta buldu. Oturdu, cebinden tekrar bir sigara aldı ve ısınmaya başladı gecenin soğuğunda.
Kendini kandırdığının farkındaydı. Yürümek asla ona iyi gelmemişti. "üstelik bu lanet olası ayakkabılar da sıktı ayağımı, boşu boşuna yürüdüm o kadar" diye düşündü. Sessizce birkaç küfür etti. Ve aniden karşıdan bir silüetin yaklaştığını gördü:
-Muhtemelen hayâl görüyorum. Seni burda bulmayı hiç beklemezdim Murat. dedi karanlıktaki kadın sesi.
O sessizce homurdanmakla yetindi.
-Efendim anlamadım? Yoksa burdan bir an önce çekip gitmek istediğini mi söyledin? dedi yine o lanet ses.
-Hayır hanımefendi yanlış duydunuz. Burdan bir an önce çekip gitmenizi istediğimi söyledim. dedi. içinden bir anda nefret dalgası yükseldi. Ne demeye buraya kadar kalkıp gelmişti Dilek?!
-Güldürme beni koca adam. Benden nefret ediyormuş gibi konuşmalarına inanacağımı bekleme!
-Kanma zaten. Sadece çık git başımdan! dedi Murat.
Sıkıldı.. canı hakikaten sıkıldı bu konuşmaya. "oysa o onu pohpohlamama o kadar çok alışıktı ki.." diye düşündü Murat.
Bu onun tarzı değildi zaten. Dilek gecenin bir yarısında onu görmek için taa buralara gelecek ve hala aynı ilgiyi bekleyecek öyle mi? Bu kız gerçekten problemli olmalıydı.
Fakat Dilek'i buraya çeken bir şey olmalıydı. Bu kesindi. Vicdan azabı? Yok,yok. Onda o duygunun olmadığını birkaç gün önce öğrenmişti zaten.
Acaba söylemek istediği neydi?
Sessizlik uzadı. O da düşüncelere dalmış gibiydi. Belki bininci kez onun ne kadar güzel olduğunu düşündü Murat. kumral saçlar, hem de fazlasıyla.. Ela gözler, kusursuz bir yüz.. Ve insanın içine işleyen o umursamaz tebessüm..
Kendisine şaşırmadı ben bu insanı nasıl sevebildim diye. Cazibesine kapılmamak imkansızdı. Gülüşü ve o masum bakışlarıyla ilk günden hayran kalmıştı ona. Zaten aksinin gerçekleşmesi imkansızdı.
-Ne istiyorsun Dilek?
Hala sessizlik.. ve onu aniden bölen bir damla gözyaşı..
Ardından da derin bir iç çekiş..
-Dilek, sana bir şey sor-
-Sus artık!
Gecenin bir yarısı gelip onu araması onun tarzı değildi.
Ama bu, onun tarzıydı.
Ne olduğu anlamadan onun elini kendi ellerinde hissetti. Burnunun akmasını duyuyordu.
Nefes alış verişlerini duyabiliyordu.
"hayır bu kadarı çok fazla. Onun elini tutmayacağım!" diye düşündü içinden saniyeler boyunca.
Görünen o ki elleri emirlerine uymuyordu.
Zaten ağlaması onu çok kötü yapmıştı. Dudak bükmesine ve damla damla gözyaşlarına alışık değildi. O hep neşeliydi, hep güleçti..
"Hayır, lanet olsun sana! Aptal kadın, neden buraya geldin! Birkaç damla gözyaşında gidişini unutturabileceğini mi? Yoksa seni seviyorum deyip herşeyin eski haline mi gelmesini bekliyorsun?" dedi iç sesi Murat'a. Fakat o biliyordu bu düşüncelerin yalan olduğunu..
-Sen gittikten sonra çok düşündüm Murat. ve inanır mısın tıpkı az önceki gibi ağladım saatlerce. Anladım benim için ne kadar değerli olduğunu.("ah hayır buna nasıl direnç gösterebilirim") Ve aşk üzerine söylediklerini düşündüm. Haklısın. Senin hislerin de bir çeşit aşk. Benim seni sevmem de aşk.. Gitme nolur! Lütfen gitme! Boşluğunu doldurabileceğimi sanmıyorum. Hayatım boyunca pişmanlık duyacağım bir hata da yapmak istemiyorum. Biliyorum saçmaladım. Ama sen hep demez miydin saçmalıkların senin özündür diye? işte özümü yarattım ben de! Dedi ve tekrar sustu..
Sessizlik..
Ve hayakırıklığı..
Dilek'in hemen cevap beklediğini biliyordu o. Bu sessizliğin onu çıldırttığını da biliyordu.
Yüzünde hafif bir tebessümle Uludağ'ın eteklerine baktı. Işık demetini gördü. "keşke zirvede tek başıma olup deliler gibi bağırabilseydim." diye mırıldandı..
Düşündü.. cebinden bir sigara daha çıkarıp yaktı. Sol eli hala onun ellerindeydi.
Düşündü.. sigarası bitti ve söz sırası ona geldi. Asla iyi bir konuşmacı değildi böyle durumlarda. Zaten konuşmadı da.
"Hayır, yapmamalıyım! Elini tutmamalıyım! Kendimle çelişmemeliyim! Ama, ne var ki gururumu zorlasam? Hayır, kanmamalıyım!"
Usulca sokulup onu öptü. Ve dudaklarından,sonradan çok pişman olacağını hissettiği iki kelime döküldü:
-Seni seviyorum.
Hala kendine söz geçiremiyordu.
Ve hala, onu deli gibi seviyordu.
edit: imla. ayrıca anlatım bozukluğu yaptıysam affola.
Soğuk puslu gecenin etrafında yıldızlar bile yok olmuşlardı. Geceyi aydınlatabilecek doğal bir unsur kalmamıştı. Ay, yüzünü bulutların arkasına gizlemişti. Belki de köprü üstündeki umutsuzda duran adamı seyretmek istemiyorlardı. Gecenin kör karanlığında, doğru düzgün araç geçmeyen bu köprüde, bir adam durmuş, denizin dalgalanışını izliyordu. Üşüme hissine kapılmıştı sanki. Ama paltosunu üstünden çıkarıyordu. Dimdik ayakta durarak gözlerini metrelerce aşağıdaki sulara dikiyordu. Ellerini köprünün korkuluklarına tutmuş, tek tük geçen araçları takmıyordu. Derince bir nefes aldı, sanki bir daha alamayacakmış gibi. O sırada, köprünün başından yırtık giysili bir çocuk yaklaşmaya başladı. Çocuk birden koşarak, adamın yanına geldi.
-" Amca ne yapıyorsun? Hava çok soğuk. Üzerini giysene. " Dedi çocuk hüzünlü bir sesle. Birden adamın amacının ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Adam intihar edecekti.
-" Evlat, senin kimsen yok mu? Üzerinde bir şey olmadığına bakarsak kimsen yok galiba "
-" Kendi canımdan başka kimsem yok amca. Onunla geçiniyorum. Başka şeye ihtiyacım yok ki. Orada burada çalışıp günlük paramı da karşılıyorum. Kış günleri zor oluyor amca. Ama her kışın bir yazı vardır " dedi çocuk . Bir yandan da titriyordu.
Adam çocuğun dediklerinden etkilenmiş gibiydi. Yüzünde hafif bir tebessüm oluştu.
-" Amca sen buradan atlayacak mısın? Atlayacaksan niye atlayacaksın ki? Her şeyin yerinde gibi. Atlayacak olsak bizim gibi çocuklar şimdiden atlardı. Benim yaşamım kimi insana göre yaşamak denmez".
-" Senin yerinde olmak isterdim evlat. Hayatın sınırında yaşıyorum. Şu an dahi hayatın sınırındayım. Ya sınır dışı olacağım ya da senin gibi bir çocuğa uyup tekrar hayatın sınırında kalacağım. " Dedi adam. Ellerini köprünün korkuluğundan yavaşça çekti.
-" Amca hayat şurada köprüye astığın palto gibidir. Zamanı gelince alıp giyersin, zamanı gelince bir köşeye atıp beklersin. Benim hiçbir zaman paltom olmadı. O yüzden ne atıyorum, ne de bekliyorum." Dedi çocuk.
Adam bu sözler karşısında paltosunu bir hamle ile aldı. Çocuğa doğru uzatarak;
- " Al evlat bu senin olsun. Artık bir palto var. Gerektiğinde atarsın, gerektiğinde giyersin." Dedi adam.
- " Bu paltoyu alırsam ben sen olmuş olacağım, sen de ben. Böylece isteğin yerine gelecek. Benim yerimde olmak istiyordun. işte ben bu paltoyu alarak bunu gerçekleştiriyorum. Artık atacak ya da giyecek bir palton yok. Sadece canın var amca. Bu can her şeyine yeter " dedi çocuk gülümseyerek.
Adam intihardan vazgeçmişti. Çocuğa paltosunu giydirdi. Elini tutarak kör karanlığın içinden geçtiler. Bir süre yürüdükten sonra küçük bahçeli bir eve geldiler. Evin kapısını çaldılar. Kapıyı açan bir kadındı.Adam, kapıyı açan kadına;
- " Anne bak, minik bir arkadaşımı getirdim sana. Çok iyi bir çocuk kendisi" dedi adam sevinçle.
Annesi, oğluna baktı. Yanında kimse yoktu. Sadece oğlu ve üstünden çıkarıp eline aldığı paltosu vardı "
- 2 Saat Önce -
Hemşireler hastayı sedyeye yatırarak sıkıca ellerinden ve ayaklarından bağladılar. Ağız kısmına, el kısmına ve eklem kısımlarına kablo bağladılar. Doktordan aldıkları onay işareti ile hastaya şok uygulamaya başladılar.
Doktor odadan çıkarak hasta yatan adamın yaşlı annesine her zamanki olağan konuşmasını yapıyordu.
- " Tedaviye başlayalı iki ay oldu. Düzgün şekilde tedaviye cevap vermiyor. Halen orta şiddette bir şizofreni yaşıyor. Maalesef ki bir süre daha bu şok tedavilerine devam edeceğiz. ilaçlarını da sürekli almak zorunda " Dedi doktor ümitsizce.
- " Oğlum da durumun farkında. Çok zor günler geçiriyor. Kendisine bir şey yapmasından korkuyorum. Bazen derinlere dalıp gidiyor. Bazen ise evden kaçıp, bir süre tek kalıp tekrar geri geliyor." Dedi kadın ağlamaklı sesiyle.
Adam şok tedavisini geçirdikten sonra evine getirildi. Yaşlı annesi oğlunu yatağa yatırdı. Oğlunun kapısını kapatarak, kendi odasına çekildi.
Adam, annesinin gittiğini görünce yatağından kalktı. Dolabını açarak paltosunu giydi. Sessizce odasın çıkarak evin kapısına doğru ilerledi. Annesinin duymamasından emin olmak istiyordu. Evin kapısını açtı ve soğuk puslu geceye kendini attı. Yürüdü nereye gittiğini bilmeden. Bıkmıştı artık bu tedavilerden. Hayatını sonlandıracaktı artık, kimseye yük olmak istemiyordu. Bir süre sonra ıssız bir köprünün başına geldi. Ve köprünün korkuluklarından denize bakmaya başladı.
Uzun beyaz eliyle uzandığı şişeye baktı dibinde kalan birkaç damlayı yere döktü.
Daha yeni edindiğini sandığı şişelere baktı hepsi boştu.
Lanet olsun, kim bitiriyor bu şişeleri?
Kendi sesinin ekosunu birkaç saniye dinledi ve kafasını daha fazla havada tutamayacağını anladığında tekrar yastığa gömdü kendini.
ismini hatırlamıyordu nereli olduğunu ya da nerden geldiğini
Sadece rüyasını hatırlıyordu ve sonrasını
Zaten şu anki halininde rüyadan bir farkı yoktu uyumuştu derin ve mışıl mışıl bir uyku....
Uyandığında burada bulmuştu kendini önce paniklemişti aynaya gittiğinde kendi çırılçıplak vücudunu görmüştü ve hemen o sembol gözüne ilişmişti kendisinin olmadığını bildiği tuvalette silmeye çalışmıştı o lekeyi ama nafile&
Tam kalbinin üzerindeydi sanki hedef tahtasındaki yüz puanlık bölümüydü orası.
Bu gizemi çözemeyeceğini bile bile aradı etrafı, kendi vücudunu aradı ama hiç bir şey bulamamıştı.dövmeye baktı saatlerce baktı her şey o dövmede gizliydi sanki o sembolü daha önce görmüştü ama nerde?..
Vazgeçmişti ilk gördüğü koltukta uyuyakalmıştı ve sabah uyandığında içinde ne olduğunu bilmediği şişeleri görmüştü susuzluğu endişesini yenmişti ve kapağını açtığı ilk şişeyi ağzına götürmüştü.Hiçbir şey olmamıştı.Demek ki onu kaçıran kişiler herkimse onu öldürmeye niyetli değillerdi.Daha sonraki günlerde de gelmişti bu şişeler fakat kimin getirdiğini göremiyor ve duyamıyordu.Bazı günler o adamı bulmaya heveslense de güçsüz bünyesi onu uyumaya itiyordu.Artık burada yaşamayı öğrenmişti.Fakat kendisinin bu hayatta ne kadar talihsiz olsada bu kadar tatlı bir şekilde öleceği aklının ucundan bile geçmezdi.
Kendi sesini birkaç saniye boyunca dinledi ve tekrar kafasını yastığa gömdü ve bir daha uyanamayacak bir şekilde uyudu.artık rüyaları gerçekleşmişti.Artık anne ve babasının yanındaydı.sonunda tatlı bir rüya görmüştü.
(istanbul'da bir sokak,saat akşam 6 civarında falan,pek kalabalık yok ancak herkesin üzerine çökmüş bir rehavet her açıdan görülebiliyor,pazar gününün
herzamanki bıkkınlığı tüm bedenlere işlemiş gibi)
-Burası mı?
-Evet....Evet burası...
-Tamam.... Gel önce şurada bir yere oturalım....Bakarmısınız...?
Bu kadar etkileneceğimi tahmin etmemiştim.Ne buraya geldikten önce ne de sonra....Anılar insanı ele geçerince,düşünceden düşünceye
insandan,konuşmalara,yerlere,mekanlara kısacası herşeye dağılabiliyor.Evet şu ana kadar yaşadım ve yaşıyorum ancak fiziken olmasa da
ruhen hala oralarda bir yerlerde sinmiş kurtarılmayı bekleyen küçük bir kız çocuğu olduğunu biiliyorum...Ama ne yazık ki asla kurtarılamayacak ben ölünceye kadar
anılarımla ..benim anılarımla ve hiç değişmeyen asık yüzü ile yaşayacak ve benimle birlikte gözlerini kapatacak...Müzikle,insanların attıkları adımları
dinleyerek son kez göreceğim onu...Acı çekmeyeceğini biliyorum...biliyorum çünkü onu sadece bu rahatlatacak...
-iyimisin sen?
-Sanırım....
-Keşke hiç yapmasaydın....
- Keşke...Ancak bunun için çok geç artık ,ilk gençliğimin 3-4 yıllık hatasını şimdi bütün ömrüm ile ödüyorum.Biliyormusun...Ben ....Aslında herşeyimi
orada ...Değişik yüzler,çeşitli kimlikler ve bambaşka hayatlar arasında kaybettim...Hiçbirisini tanımıyordum veya gereğinden fazla tanıyordum belki...Onlar
olduğu için daha doğrusu onlardan başka kimsem olmadığı için yapmak zorundaydım...
Yerinde oturmuş öylece beni seyrediyor....Belki de bana acıyor..Haklı acınmayacak haldemiyim ki...Kaç kişinin başına geliyor bu kadar şey..
O da daha yeni öğrenmenin verdiği şokla ancak bu kadar destek olabiliyor bana...Korkuyor sanırım benden korkuyor...Anlatmamam gerekirdi diye düşünüyorum
ancak daha fazla tutamazdım içimde ....Bilsin,korkusun isterse güvenmesin önemli değil hele ki bu saaten sonra....
-Atlatabilirdin...Belki bir deneseydin..
bu vurdumduymaz soru beni sinirlendirmeye yetiyor..
-Neyi? Hangi birisini?...
Elinden tutup kaldırıyorum,bir hışımla insanların yanından geçip cam kenarına getiriyorum onu.....Bak diyorum...Bak benim geçmişim,benim çocukluğum,
benim gençliğim,ilk aşklarım,ilk kurulan dostluklarım,herşeyin ilki burada,ilki ve sonrası..Daha ötesi yok...Burası benim,sadece 'ben'im. ... kötü olan
pek çok şeyide burada,öğrendim,iyi olanınıda....Zaten yaşaya yaşaya anlayıp görmüyor musun bazı gercekleri....Çarpa çarpa öğrendim bende,bak
hala öğreniyorum...öğreniyoruz....işte bu yüzden lütfen bana artık unut deme sandığın kadar kolay birşey değildir unutmak zaman ister biliyorum üzerinden
çok geçti ama demekki hala onarılmayan yaralarım var...
-Peki..Nasıl istersen...
Hala bilmiyor....Hala öğrenmesi gereken o kadar çok şey var ki nasıl anlatsam bilemiyorum...Hem anlatsam ne kadarını anlayabilir,o yaşamadıktan
sonra...Nasıl geldim buraya kadar,ne için geldim bilmiyorum...Bu geçmişe ne bir özlem ne bir nefret...içimde hiç kin duygusu yok onlara karşı..Hem zaten nasıl olabilir
ki... Buraya geldim çünkü ,artık içimde yaşayamıyordum onları..Her şeyi içime atarak büyüdüm zaten,gördüğüm her yerde,düşüncelerimde,hayallerimde hep
onları görerek yaşadım ben...Unutmak...Unutmak.Belki bir gün veya belki bu gün yapacağım şeyden sonra.,onları bulduktan sonra belki...Ne diyeceğim peki
o insanlara....Hesap mı soracağım...
Ağlayacakmıyım karşılarında....Evet belki bunları hatta daha fazlasını yaptılar,ancak o zaman tutunacak başka hiçbir şeyim
yoktu,onlardan başka gidecek hiç kimsem yoktu...Bu aslında bir istek değil bir mecburiyetti..Ancak nerden bilebilirdim bu mecburiyetin bir anda
yok olacağını ve onlar ile birlikteyken zaman kavramını unutacağımı...
Yanımdalardı..Hiç yalnız kaldığımı hatırlamıyorum...Bir dostluğun bu kadar uzun sürebileceğini hiç tahmin etmemiştim....insanları bu kadar
çok sevebileceğim aklıma gelmezdi hiç....Birisine değer vermek kadar güzel bir şey olduğunu tahmin bile etmiyorum...Çok şey paylaştım...Sadece onlarla
oldum...Ben bazı kavramları sadece orada gördüm...Sefillik içinde kalsak bile, yinede hayata tutunma çabamız bizi birbirimze daha çok bağlıyordu...Kimi zamanlar
sadece sessizlik içinde saatlerce otururduk...Nedensiz..Sadece susarak...işte o zaman gercek bir gürültünün içinde bulurdum kendimi...Çünkü aslında
hepimiz bir şeyler anlatıyorduk,hepimiz bir şeyler diliyorduk...Kurtulmak için,yeni bir yaşam için ...Avuçlarımız yukarıda sadece olmayacak şeyler
veya olması mümkün olmayan şeyler için...Susuyorduk..
-Ben çok geç kaldım, gitmem lazım artık...
-Dur nereye..,Peki , tekrar uğrar mısın?
-Emin değilim ...Bilmiyorum..
-Eğer gelirsen burda olacağız...
-Tamam..Bakarım...Ama fazla beklemeyin..
Hiçbir yere yetişmem gerekmiyordu...Hiçbir işim yoktu..Ama o gün gitmiştim..Gitmem gerekiyordu vedasız,konuşmadan,hiçbirşey anlatmadan...
Bir nedeni yok sadece öyle olması gerekiyordu...Hepsi oradaydı,yine benimle...Ama bu gün yapmazsam eğer bir daha hiç yapamam demiştim içimden...
Bu bir anda verilen bir karar değil, tam sekiz aya yayılan benim için gercekten önem taşıyan bir olguydu...Ancak daha onlar bilmiyorlardı...
Nasıl olsa öğrenirler demiştim veya unuturlar....Unuturlar mıydı acaba veya gercekten şimdi onlar için hiç mi bir anlamım yoktu...Ben onları seneler içinde
silemezken onların beni bir anda unutması fikri canımı yaktı...
-Hiçbir insan aynı kalamaz,insanın düşünceleri,konuşmaları ve hatta davranışları günden güne,yeni yüzler tanıyıp,farklı konulara değişik açılardan
bakarak veya bir şekilde kendini geliştirerek değişir...insan değişir...Düşünceleri değişir...Yaşadığın süre içerisinde düşüncelerin değişti,çünkü konuştun
paylaştın,insanlar ile fikir ayrıcalığına girip tartıştın..Tabikii aynı kalmadın ancak geçmişe öylesine tutkuyla bağlıydın ki bir türlü unutup değiştiremedin
düşüncelerini...Çevrendekiler hep yaklaşmaya çalıştılar sana ancak sen geçmişin yerini dolduramayacağını düşündüğün için bir türlü yakın olamadın onlara....
Hep aradın..Ancak o kadar yanlış yerlerde aradın ki bulduğun şey ne seni tatmin etti ne de insanlara olan yaklaşımını değiştirdi...Sen korkularını yeneceğin yerde
konuşulan her sözde kendi adına pek çok şey çıkarıp onlara kafa yormanın kendine daha iyi geleceğini düşündün , ki bu da seni umduğundan daha da
güçsüz kılar... Ben yanındayım şu an ancak,pek çok şey....
Bu şekilde ki bir çıkışı beklemiyorum genelde insanların beni bu kadar çabuk çözmesi durumuyla gercekten nadir karşılaşmıştım....Şu an ise söylediği
şeyler içinde ''Hayır bu doğru değil,yanlış düşünüyorsun'' diyebilceğim tek bir nokta bile yok...Ancak bu şekilde davranıp ondan ne yapmam gerektiğini
öğrenecek kadar beni tanıdığına inanmadığım için bir şeilde karşı çıkmalıyım,önlemeliyim düşüncelerini...Tabikii beni yanlış tanısın istemiyorum,ancak beni
tam anlamıyla tanırsa o zaman da ben adına hiç birşey kalmaz diye düşünüp sözünü kesmek,konuyu farklı yerlere taşımak istedim....
-Yani diyorsun ki sen yüzleşmek yerine korkularınla hep kaçacak bir başka düşünce ya da görüş buldun.. Öylemi?
-Bak aslında sen de inanmıyorsun söylediğine....Şu an yaptığın şey de bunun bir kanıtı aslında....
-insanları yeterince tanıdım,var olanla yaşadım,yaşamam gerktiği için yaşadım bütün bunları....Önüne geçilemeyecek şeyler vardır hayatta
engel olabilmen gerçekten güçlü durabilmen gerekir karşısında,evet ben duramadım ancak o anki hastalıklı ruh haliyle hiç birşey anlayabilecek durumda
değildim,bunun tam anlatm şekli ise tecrübesizlik....Gençlikte veya çocuklukta her zaman yaşanan genel şeylerdir bunlar bende aslında bunlardan birini
yaşadım ancak çoğu insan gibi yaşayıp sonrada unutamadım....Çevremdeki insanlar ise tabikii bende olan bu ruhsal değişikliğe ayak uyduramadılar.....
Sürekli yakın çevremde yayılan ve bana karşı olan bu mualif görüşleri kıramadığım için belki de buralardayım hala...
-Seninle şu an tartışmak istemiyorum gercekten....Çünkü kabullenemedğin pek çok şey gibi bunu da kaldıramayabilrsin....
Uzun bir sesizlik oluyor...Ne o ne de ben tek kelime edebiliyoruz...Konuşmayı sürdürmek istemiyorum daha fazla,hatta kalkıp bir an önce gitmek
istiyorum burdan ..Bu tür konuşmaların beni etkileyeceğini biliyordum ancak bu kadar rahatsız olacağımı tahmin etmemiştim hiç...
-Neden buradasın?.. diyorum...
-senin için tabiki ....diyor.. senin için...
son kavsağıda dönüyoruz,otobüsten inip hızlı adımlarla yürüyorum...cok gec kaldım çoook...yolda, yediğim omuz darbeleri, agız kokuları beni durdurmaya
yetmiyor,aksine daha da hızlanıyorum...
en son en işlek cadde de ezilme tehlikesi gecirip binanın önüne geliyorum....hızla dıs kapıyı ittirip içeri giriyorum....daha merdiven bile cıkmadan
duruyorm ,aniden.birkac saniye sonra suratımdaki o sacma düsünceye gülümserken yakalıyorum kendimi.tabiki yukarı cıkıp o derse girmeyeceğim..
geri dönüp ''evim'' e gideceğim..
aynı hızla cıkıyorum binadan.ama bu sefer bir yere yetisememenin verdigi sinir yok üzerimde..tam tersine mutlu gibiyim herhalde...
hava da alabildiğine soğuk mu soğuk...üstümde de mont,kazak namına hiçbirşey yok..dona dona yürüyorum...
sokağın basında durup bir bakıyorum söyle..
ben burada mutlu oluyorum,
ben burada ancak geriye dönüp bakabiliyorum,
ben burada sadece kendim oluyorum
ben burada 'var' oluyorum aslında..
-keske burada bu durumda olmasaydın...hersey benim hatam biliyorum..
-hata falan yok ortada..kimsede arama,ben burada olmak istediğim için yanındayım,olmasaydım daha kötü olurdu inan..ben buraya,bu sokağa
girdiğimden beri değişmeyen hiçbirşeyim kalmadı ve bunu değiştiren seyde zaten sizlersiniz, ancak ben asla hiçbir zaman sikayet etmedim bu durumdan
ne simdi ne de daha önce burayla ilgili tek sıkıntım olmadı..olmadı cunku buradaydın..buradaydınız ve hiç....
o düşüncelerimi,o sıkıntımı bir türlü dile getiremiyorum...burada olmamın (ne kadar bana zararı olsa da) beni gercekten mutlu ettiğini bilmesini
istiyorum bir yandan da konunun kapanması için acele ediyordum ancak onun hiç niyeti yoktu sanırım...
-nasıl...nasıl sıkıntın, derdin olmadı?..anlamıyorsun ve hiçbir zaman da anlamayacaksın değilmi?..burası,biz sana zarar veriyoruz,evet, herseyinde
yanında oldum, olabildiğince destek olmaya calıstım her konuda sana, hep yanındaydım, evet, cok fazla sey atlattık....gün geldi sen de beni savundun
beni dinledin...burada ,bu sokakta cok fazla sey yasadık..birbirimizin her daim yanındaydık....ancak bunun yanında sen cok yıprandın...zarar gördün...
ama ben daha fazla burada kalman taraftarı değilim...bu kadar deger verip, herseyden sakındığım insanı burada, su durumda görmek beni de acıtıyor..
ne kadar buraya gelip mutlu olsan da bir sekilde burayı unutmak zorundasın gibime geliyor..belki de en doğrusu böyle...
-sen...sen ne dediğinin farkında mısın? ben..ben mutluyum..hem sen nereden bileceksin ki...zaten sen..
-söylediğin seyler doğru evet mutlusun ancak , lütfen sen de sunu kabul et ben kardesimin bu kadar içten içe yıpranıp eridiğini görmek istemiyorum..
bu yüzden senden sadece bırakmanı istiyorum...
-neden?..neden?..ne için yapıyorsun bunu bana?..
kalkıp gitmekti o an sanırım oradan..evet, bunu istemiştim...ancak bu soruya verilmesi gereken bir cevabı olduğunu düşünmüştüm..
"öleceğin anı bilmek isteR misin" soRusuyla başladı gece. sonRa soRu süRekli şekil değiştiRdi. geleceği görüpte değiştiRememenin nekadar ızdıRap vereceğini falan konuşuyorlaRdı yanındakileR. olacakları bilmek. ama müdahale edememek biRinin başına gelecek en büyük lanet gibiydi. 5 saniye sonRa kasıklaRına yiyeceğini bildiğin biR tekmeyi durduRamamak mesela. yada seni öptükten sonRa ağız kokun yüzünden koşaRak kaçan kızı göRüp, hikayeyi hiç değiştiRememek. kızı öpmeme hakkını kullanamamak.
etRafında tüm bunlaR konuşulurken, onun gözleRi salonun diğeR köşesinde, elektRikli sobanın hemen önünde, yeRde otuRup duvaRa yaslanmış, siyah saçlı, dudakları oldukça kalın, eskimiş biR kot ve mavi tişöRt giymiş kıza takılmıştı. bu insan yığınının içinde, kendini, bu kıç kadaR salondaki vucutlaRdan soyutladığı besbelliydi kızın. sanki oRada değilmiş gibi biR havası vaRdı. aynı odada ama faRklı bir paRalel evRende yaşıyoR gibiydi. kıza baktıkça kalp atışlaRı yavaşlıyoRdu.10 dakika daha böyle bakmaya devam edeRse zamanın duRacağını düşündü. kalkıp yanına gitmek istedi kızın.
ancak etRafında konuşulanlaR yüzünden olasılıklaRı düşünmeye başladı isteR istemez. onlarca selamlama ve muhabbeti sürdüRme kompozisyonu yaRattı kafasında ve hep en kötü sonuçlaRını düşündü. sonRa geleceği göRememeye lanet yağdıRdı içinden.
otuRduğu yeRden doğRuldu. ayağının altındaki biRa şişesine çaRpıp yeRe düşüRdü. neyseki şişe boştu ve içeRideki güRültüden kimse sesi duymamıştı. salonda 12 kişileRdi ama kızla aRasında mucize gibi hiç kimse yoktu. sonunda kızın olduğu bir koRidoRdan geçiyoR gibiydi. gelecek umRunda olmadı biR an. şu anda yaptığı şeyin heyecanıyla yaRım saniye ileRisini düşünemez olmuştu. yaptığı tüm planları unuttu. kalbi bukez hızlı atmaya başladı ki bu zamanın da hızlı aktığına işaRetti. kız nekadaR yavaş yaşıyoRsa, o okadaR hızla uzaklaşıyoRdu sanki zamanda. bu açığı kapamak için adımlaRını hızlandıRdı. kıza yetişmeliydi, kaybedemezdi onu. nihayet kızın yanına geldiğinde soRgusuzca oturdu yanına.
-sen öleceğin anı bilmek isteR miydin ? diye soRdu kıza biR anda. kendide bilmiyoRdu neden böyle biRşey sorduğunu. ama soRmuştu işte ve geleceği göRemediği gibi, geçmişe hiç el atamıyoRdu.
kız gözleRini tavandan aldı ve başını yavaşça ona çeviRdi. daha önce hiç bukadar buğulu gözleR göRmemişti. kızın gözlerine bakmak cenneti göRmek gibiydi. işte zaman şimdi sahiden duRmuştu çocuk için. ne geçmiş, ne gelecek. o 'an'a, kızın gözleRindeki sihiRle hapsolmuştu sanki. kızın dudaklaRında hafif biR gülümseme beliRdi.
- 'hayır' dedi tüm güzelliğiyle 'bilmek istemezdim' .. 'neden' diye soRdu çocuk. kız anlattı. çocuk soRdu, kız anlattı. saatlerce konuştulaR. salonda en son ikisi kalana kadar konuştular. sonRa çocuk kıza ;
-'seni öpeceğim anı bilmek isteRmiydin' diye soRdu. artık öpüşecekleRi apaçıktı. sadece zamanı bilmiyoRlaRdı ve ölmek gibi öpüşmeninde zamanını bilmenin keyifli olmayacağını düşündü ikiside.
-'beni öpeceğin anı zaten biliyoRum' dedi kız. 'tıpkı ölmek gibi'
bu cevap hiç beklenmedikti ve çocuk aRkasından ne geleceğini meRak edeR olmuştu. nasıl bilebiliRdi ki öleceği anı ve daha önemlisi kızı öpeceği anı.
-'senin aksine' dedi kız 'ben geleceğimi değiştiRebiliRim. nezaman öleceğimi bilmiyoRum ama nezaman ölmeyeceğime ben kaRaR veRiRim. tıpkı beni nezaman öpeceğini bilmeyipte, seni nezaman öpeceğimi bildiğim gibi. beni öpeceğin an, benim seni öpeceğim andıR. ve inan bana bu 3 saniye içinde olacak'...
..
oldu.. 3 saniye sonRa öpüşmeye başladılaR. ikiside bu öpüşmenin nezaman biteceğini biliyoRlaRdı aRtık. geleceği görmek göReceli olaRak mümkündü o an. öpüşme, istedikleRi anda bitecekti ve ikisininde en son istediği şeydi bu.
ve istemedikleRi biR şeyi yapmak zorunda değilleRdi...
ben sizlerden biriyim. her insan gibi dünyanın bir kenarından tutunmaya çalışan, didişen ve cebelleşen bir insanım.
babam ve annem birbirlerini çok severek evlenmişler. öyle anlatırdı annem. o küçük yuvamızda daha ben dünyaya ilk adımımı atmadan sorunlar baş göstermiş. yaşadıkları zor şartları bilerek beni dünyaya getirmek istemişler. çünkü onlar için bir evlat, tüm yoklukları unutmakmış aslında. çocukluğum, hatırladığım kadarıyla tek kelimeyle darmadağın bir çocukluktu. kahkahadan uzak bir çocuk düşünebiliyor musunuz? tek oyuncağı "yokluk" olan bir çocukluk. sakın annemin ya da babamın kötü biri olduğunu düşünmeyin! onlar da çok isterdi beni güldürmek, eğlendirmek ve bana güzel oyuncaklar almak. ama yeri geldiğinde aç yatılan geceler varken bana oyuncak alınmasını bırakın, yırtılmış ayakkabımı dâhi diktiremiyordular. onlara hiç kızmadım, gücenmedim. gerçeği çocukluğumda kimi zaman öfkelendim, başka arkadaşlarıma özendim, istemeden de olsa kalplerini kırdım. ama şunu çok iyi hatırlıyorum ki, onları hiç bir anne-babanın yerine koymadım.
henüz ilkokula yeni kayıt olma sevdasıyla yanıp tutuşurken bir yandan da maddi imkansızlıklarla boğuşuyorduk. babamı yine işten çıkarmışlardı. babamın sabit bir mesleği yoktu esasen. elinden geldiği her işe koşardı. yufka yürekli olmasının yanında asla hakkını yedirtmezdi. böyle kişiliği sebebiyle bir çok işten olmuştu. annem ona hep kızardı;
"ne olacak sanki göz yumsan" diye. babam da;
"bir kere alıştın mı artık kurtulamazsın" derdi hep.
o zamanlar anlamazdım neden bahsettiklerini. ama şimdi düşündükçe anlıyorum, babamın neden bu kadar sözünde kararlı olduğunu. bir akşam elinde önlükle çıka geldi. bu elbise okul önlüğümdü. annem "nereden buldun" deyince, hiç tepki vermemişti bile. ben sevinçten ne dediğimi hatırlamıyordum. hemen giyindim, hafiften yırtıkları vardı. ama tap tazeydi. sanki yeni alınmıştı. evet evet yeni alınmış olmalıydı. düşünmeden de edememiştim, yeni alındıysa neden bu yırtıklar vardı ? pek üzerinde durmamıştım o zamanlar. çünkü çocuktum. daha yeni yeni hayata atılıyordum. annem ile babam o gün yatak odalarında bâzen hararetli, bâzen sus-pus olmaları, bâzen de fısıltıyla konuşmaları olmuştu. ne dediklerini anlamak için kapıya yanaşmam gerekliydi. sesler yükselince irkiliyor, yavaşça kapıya doğru ilerliyordum. ayak seslerimden olacak ki, odayı suskunluk bürüyor, bir kaç dakika konuşmuyorlardı. onlar konuşmalarına benden gizli devam ederken, ben önlüğümün tadını çıkarıyor, bildiğim tüm okul marşlarını söylüyordum. o sırada annem kapıyı açtı ve elinde ki iğne iplik ile yanıma geldi.
"çıkar oğlum üzerindekini" deyince geri çekildim. annemin bana doğru uzattığı eli havada kalmıştı.
"hayır" dedim.
"bugün bununla uyuyacağım".
annemin yüzünde hafiften tebessüm oluşmuştu.
"tamam oğlum, üzerinde yırtıkları var. onları dikeyim tekrardan giy gene" dedi.
ben ısrarla devam ettim, korkuyordum çünkü. bir daha giyememekten korkuyordum.
"hayır, üzerimde dik" dedim.
annem başka bir şey demeden dikmeye başladı. babam, bana "çok yakıştığını" ifade eden bir bakışla gülerek yüzüme bakıyordu. o'nu o gün hiç bu kadar sevmiş miydim bilmiyorum. şimdi bu yaşımda bile, o çocuk saflığındaki sevgiye ulaşacağımı zannetmiyorum. annem nihayet önlüğümü dikmişti. artık kötü gözüken hiç bir yanı kalmamıştı. o benim için her şeyden üstün bir elbiseydi. ben 8 yaşımda ilkokula kayıt olmuş. yaşadığımız zorluklar, imkansızlıklar nedeniyle 2 sene beklemiştim. ama artık özlem bitmişti. artık benim için gün, sevinç günüydü.
okul koskocaman bir oyuncaktı. gördüğümüz dersler, kitaplar, defterler, sıralar, yazı tahtası, silgi ve okula ait ne varsa bir oyuncaktı. öğretmenler oyuncakları bedavaya veren satıcılar, bizler onunla oynayan çocuklardık. bu oyuncaktan ben hep zevk aldım. çünkü oyuncak zevk vermiyorsa, ya çocuk değilizdir ya da oyuncak ile nasıl oynanacağını bilmiyoruzdur. sabaha kadar uyumamış, okula gideceğim ilk günü beklemiştim. o günü hiç unutmuyorum. o gün sanki cennetten bir gün gibiydi. korktuğum "gece" bile o zaman bana huzur vermişti. nihayet şafak sökmüş, gün ağarmıştı. hemen annemin yanına koştum.
"hadi anne kalk, okula geç kalacağım".
annemi ilk kez bu kadar soğuk görmüştüm. tekrar seslendim;
"anne hadi!"
bir türlü kalkmıyordu. ben ise hâlâ okula geç kalacağımdan dert yanıyordum. nihayet babam uyandı. uyku mamuru gözlerini hafif araladı ve uyku sersemliğiyle bir kaç şey söyledi. pek aldırış etmemiştim. çünkü o an aklımdaki tek şey "okuldu". babam anneme doğru yöneldi. eli ile omuzunu silkeledi. annem neyseki o sırada gözlerini açabilmişti. beni bir kaç saniye süzdükten sonra, yine yüzünde o mükemmel tebessüm oluşmuştu. kalktı, üzerini giyindi. içim içime sığmıyordu. evde daha fazla kalamadım ve annemi dışarıda beklemeye durdum. babam da bize eşlik etti. ve üçümüz okulun yolunu tuttuk. her şey çok önceden konuşulmuştu; benim yaşımın yaşıtlarıma göre büyük olması, sınıfım, hattâ oturacağım sıram bile. sınıf kapısına yaklaşınca annem elimden tutarak;
"hadi oğlum iyi dersler, sakın öğretmenini üzme! dediklerini çok iyi kavra." diyerek babamla birlikte beni sınıfıma bırakıp gittiler. annemin beni sınıfıma bırakıp giderken o son bakışını hiç unutmuyorum. o son bakışı hâlâ içimde bir uktedir. sınıftan içeriye ilk girdiğimde bir uğultu ve ses karmaşasıyla karşı karşıyaydım. çoğu çocuk ağlıyor, kimisi bağırıyor kimisinin de annesi yanında duruyordu. çok şaşırmıştım. neden ağladıklarını anlayamamış, hafiften ben de bunca ağlamanın tesirinde kalıp gözlerimin dolduğunu hissetmiştim. acaba okul hayalimde ki gibi cennetten bir bahçe değil miydi? öğretmenler oyuncakları acaba parayla mı satıyorlardı? bunları düşünürek sırama oturdum. elimde sadece eski püskü bir defter ve minicik bir kalem vardı. öğretmenimiz biraz yaşlıca bir bayandı. çok içten bir gülüşe sahipti. dış görünüşü öyle samimiydi ki hemen kendinizi ona sevdirmek isterdiniz. sınıfta veliler başına toplandıkları için pek seçilemiyordu. hemen yanı başımda oturan arkadaşımın da gözleri doluydu. ama ağlamıyordu. ismini sordum.
"hasan" dedi. benim ismimi sormamıştı, yine de söylemek istedim;
"ben de ali yüksel".
bana karşı çok soğuk davranmıştı. biraz kırılganlıkla sağıma, soluma göz gezdirdim. çoğusunun yüz ifadesinde pişmanlık vardı. sanki buraya zorla getirilmişlerdi. oysa ya ben? ben buraya gelebilmek için 2 sene beklemiş ve o son gecenin asırlaştığı zaman, sabah etmiştim. bir yanlış vardı. evet büyük bir yanlış! afallamıştım. birine sormalıydım, birine demeliydim;
"neden herkes bu kadar üzgün? yoksa oyuncaklarını beğenmediler mi? ya da oynamayı bilmiyorlar mı?"
derken veliler yavaş yavaş sınıfı terk etmeye başladı. her veli sınıfı terkedince, sınıfta bir yaygara kopuyordu. ben ise müthiş etkileniyordum.
annemin yanımda olmasını çok istemiştim. onu çok özlemiş, bir an neredeyse okuldan çıkıp eve bile gitmek istemiştim. içim bir tuhaftı. sanki annemi bir daha göremeyecek gibi bir hise kapıldım.
beni kötü olumsuz etkileyecek düşüncelere daldım;
"yoksa okul dedikleri ayrılık yeri miydi? bir daha annemle ve babamla görüşemeyecek miydim?"
hayır, annem ve babam bana bunu yapmazdı. onların beni çok sevdiğini iyi biliyordum ve hemen bu düşünceleri aklımdan silip, tekrar sınıfıma yoğunlaştım. öğretmen ayağa kalkarak çocukları sakinleştirmeye çalıştı.
"biliyorum şu an dediklerimi anlayamayacak kadar küçüksünüz. ama anne ve babalarınız sizi çok fazla sürmeden, sınıfa gelip geri alacaklar. o yüzden ağlamayın çocuklar. burasını bir oyun olarak görmenizi istiyorum" ben pür dikkat öğretmeni izlerken, yazı tahtasına yönelip eline silgiyi aldı.
"bakın bu silgi bile bir oyuncaktır sizin için." el hareketleriyle konuşmasına devam etti;
"mesela bu yazı tahtası. sizin en güzel oyuncağınız!"
o an öğretmenim ile aynı düşüncelere sahip olmak beni fevkalade heyacanlandırdı. ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. sanırım demek istediklerini tek anlayan kişi de bendim. yanımda oturan hasan sessizce mırıldanıyordu;
"ondan oyuncak olmaz" diye.
sanırım tüm çocuklar böyle düşünüyordu. buna emindim. ama ben öyle düşünmüyordum. ben oyuncağımla en iyi şekilde oynamak istiyordum. onu doya doya kullanmak, en iyi şekilde ondan istifade etmek istiyordum. derken sınıfta tanışma fasılları olmuş, öğretmen hepimizi daha ilk günden tanımaya çalışmıştı. son ders zili de çalmış, ama annem ya da babam beni almaya gelmemişlerdi. tüm arkadaşlarım tek tek anne ve babasının eşliğinde sınıfı terk ettiler. en son ben kalmıştım. neyse ki evimin yolunu biliyordum. içimdeki hafif buruklukla, evime doğru şarkı eşliğinde gidiyordum. evimizin önünde bir kalabalık vardı. o an aklıma pek bir şey gelmemişti. şaşkın bakışlarla etrafıma bakınıp, ilerliyordum. kimi insan üzgün, kimisi ağlamaklı ve kimileri de aralarında konuşmaktalardı;
- yazık ya, neden ölmüş?
- kalp krizi diyorlar.
binadan içeriye girerken kalabalık da iyice artmış ve beni içeri bırakmıyorlardı.
"ne oluyor, annem nerede? bırakın beni" dedim.
anneme ilk günümü anlatacaktım. duyduğum müthiş sevincimi onunla paylaşacaktım. beni dışarıya çıkarmaya çalıştılar. ama çok öfkelenmiştim;
"bırakın beni, annemle konuşacağım" deyince beni tutan komşumuz birden hıçkırarak ağlamaya başladı. komşumuza ne demiştim ki bu kadar içerlenmişti? artık aklıma kötü şeyleri getirmeye başlamış ve bulduğum ilk fırsatla eve girmiştim. evde ki kalabalık arasında tek seçebildiğim babamdı. yatağa doğru diz çökmüş, yatak odasında yatan anneme iki eliyle üzerine kapanmıştı. babam ve annemin hemen yanına gittim. annem yatıyordu. boyu çok uzamıştı sanki. yüzünde o güzel tebessümü vardı yine. babam beni görünce kan çanağı olan gözlerinden yine yaşlar akmaya başladı.
"hadi anneni öp" dedi. ve o an anlamıştım. o an anlamıştım! sanki okul başıma yıkılmıştı! sanki dünyanın tüm yükünü tek omuzuma yüklemişlerdi. annem ölmüştü. onu doyasıya öptüm, kokladım. yanına uzandım.
"anne hadi kalk, bak sana ilk dersimizi anlatacağım. anne... beni duyuyorsun biliyorum." ilk kez bana bu kadar soğuktu. işte bu ölümün soğukluğu olmalıydı. gözlerimden akan yaşlara hiç aldırış etmiyordum. yaşlar annemin yanağını ıslatıyordu. herkes ağlıyordu. ama kimse benim kadar ağlamamıştı! zorla tutup kopardılar beni annemden. babamın dertli gözlerinden anlayabiliyordum. "hadi oğlum, gidelim" ifadesini.
"hayır, onu bırakmam" dedim. "bırakmayacağım. sen git, ben annemle daha çok şeyler konuşacağım. anne, bak şurada yine bir yırtık var. hadi kalk dik onu"
kendimi kandırmak istiyordum. çevreden de "tamam, onun başı ağrıyor. uyansın dikecek" sözlerini bekliyordum. ama kimse bir şey söylemiyordu. sadece ağlıyor, beni daha da üzüyorlardı. onu son kez öptüm, kokladım. ve zorla da olsa yanından ayrıldım...
annesizlik, okuluma daha da sıkı bağlanmama sebep olmuştu. okudum, hep okudum. hiç durmadan. çok çalıştım. ve şimdi büyük bir adam oldum. babam ben liseyi bitirince vefat etti. dertli bedeni daha fazla kaldıramamıştı dünyanın koca yükünü. bana aldığı o önlüğü ise çok sonradan anlattığına göre, giysi dükkanından çalmıştı. o yırtıklar da panikle sağa sola sürterken oluşmuştu. babam ile annemin o gece ne konuştuklarını şimdi daha iyi anlıyorum. koca dünya da tek başımaydım. ama zor şartlara aldırış etmeden okudum. çünkü okumak bana zevk veriyordu. çünkü okul benim en vazgeçilmez oyuncağımdı. şimdilerde bir yuva sahibiyim ve artık bende bir babayım. ve oğluma alacağım ilk önlüğümü sabırsızlıkla bekliyorum.
not: bir kaç duyarlı yazarımızın sayesinde öyküde bulunan hataları düzeltmeye çalışıyorum. sizin de eleştirisel dâhi tüm yorumlarınızı bekliyorum.
karanlık ve soğuk. işte yine aynı denizin kıyısındayım. aynı sulara bakıyorum. bu alışkanlığı nereden edindim bilmiyorum. uzun uzun bakarım içine gireceğim suyun dokusuna. sanki orada bir yerde, hep aradığım ama hiç bulamadığım, dokunamadığım bir şeyler var. gözlerimi suya dikiyorum.
karanlık. oysa ben buraya hep güneşli, mavi, sıcak, ışıklı günlerde gelmiştim. siyah yoktu bu tabloda. oysa şimdi bu su, siyah, soğuk, yalnız bir yorgan gibi uzanıyor. uzaklarda, karanın denize geçirdiği bir başka diş görünürdü şimdi üzerinde durduğum bir diğerinden bakınca. şimdi ne bir ışık, ne bir ses; ne orada, ne burada. karanlık. göremiyorum.
ve soğuk. montumun kollarını biraz daha büzüyorum. nemli, hayır, düpedüz ıslak rüzgar parmaklarımı ısırıyor, ciğerlerimi yakıyor. saçmalıyorum. ayak bileklerime kadar suyun içinde olmam, bu denli üşümemde en önemli sebep aslında. bu karanlık, tarifsiz su ve ele avuca sığmaz bir çocuk gibi ortalığı süpüren ıslak rüzgar… soğuk ve ben üşüyorum.
bir koydu burası. fakat burası, hayallerimde kurup kavuşabildiğim o aynı yer mi hala? evet, her şey aynı aslında. aynı su, aynı kayalar, aynı kıyılar. ama karanlık ve soğuk şimdi. issız bir de, hiç olmadığı ve olamayacağı kadar ıssız. oysa, denizin karaya verdiği bir armağandı bu su ve eskiden masmaviydi. onu mavi kılan, onu gören gözlerimizmiş. sıcağını var eden tenlerimizmiş. işığını var eden ise güzel sabahlarında uyanışlarımızmış. bütün bunları şimdi anlıyorum.
karşı kıyı ne kadar uzaktı? yüz metre? belki iki yüz? belki de beş yüz. bilmiyorum. şöyle diyebilirim: karşıdaki tek katlı bir bina, bir parmak boğumum kadar görünürdü koyun bu tarafından. ve ben karşı tarafa bundan önce de geçtim. önceleri imkansızdı bunu yapmak. ciğerlerim tükeniyordu. ama bir gün yine de devam ettim, geri dönmedim yolun yarısından. boğulmak olasıydı ve şimdi o ilk seferki gibi bir his var içimde. çünkü karanlık ve soğuk. korkuyorum.
artık soyundum ve ayak bileklerime kadar bu karanlık, hafifçe dalgalanan sudayım yeniden. eskiden olduğu gibi, ışıldayan balıkları görmek mümkün değil bu ışıksızlıkta. martılar ve kırlangıçlar da terk etmiş bu koyu, belki herkesten daha önce. eğilip suya bakıyorum tekrar. eskisi gibi, uzun uzun bakıyorum. görmek için değil, sırf bakmak için bakıyorum boş gözlerle. anlaşılan bir tek bu su kalmış geriye. bir tek bu karanlık ve soğuk su. ürperiyorum.
adetim atlamaktır denize bir seferde. onun varlığını, güçlü bir uyarıcı gibi yoğun ve aniden hissetmeliyim. o nedenle bu kayanın üzerindeyim. kaya ıslak ve soğuk. titriyorum. korkuyla titriyorum. bir damla ay ışığı düşse bu sulara, sular ışıkla dalgalansa, dalgalar ayak parmaklarıma vursa ışığını taşıyarak ayın, o zaman sakinleşebilirim. ama ay yok bu gece. korkum itiyor beni karanlığa. atlıyorum.
soluksuzum. soğuk beni dişleri arasında öğütüyor. kollarım, bacaklarım ağır birer taş gibi. dibe iniyorum, daha aşağı, daha derine. gözlerimi açıyorum. karanlık değil bu, yokluğun, hiçliğin rengi bu gördüğüm. bir renk bile değil aslında. yön duygum kayboluyor. elimi zorlukla gözlerimin önüne getiriyorum. elimi göremiyorum. dibi bulamıyorum. yüzeye çıkamıyorum. boğuluyorum.
bir isyan başlıyor! beynim haykırıyor. daha önce hiç duymadığım bir sesle haykırıyor! kalbim, onu koruyan kemikleri kırarcasına çarpıyor şimdi. bir el tüm bedenimi içine alıyor bu sırada. ama yaralamıyor beni, incitmiyor. tanıdık bir el bu, tanıdık bir dokunuş. tanıdığım su, bildiğim deniz bu! soğuk ve karanlık ipeklisi içinde gelse de aynı dost. karşılık veriyorum, ona, elimi uzatıyorum. tutup elimden çekiyor. kendimi suya bırakıyorum. soğuğun ve karanlığın içinde götürüyor beni. yükseliyorum.
nefes! ciğerlerime dolan havanın tadı! ilk öpülen dudaklar gibi bırakmak istemiyorum bunu da. daha güçlü çekiyorum yaşamın soluğunu içime. su, hala elimden tutuyor. artık çabalamam gereksiz yukarıda kalmak için. dibe batmak istemiyorum. soğuk sadece gıdıklıyor şimdi. yedi ışık kuzeyi gösteriyor yukarıdan. yıldızların ışığı! hareket başlıyor.
açık, dalgasız, sıcak bir günde yirmi otuz dakika sürer karşıya geçmek. bugünse zaman önemli değil. ilerliyorum. deniz, dalgalanıyor. uzatıyor zarif parmaklarını bedenime. mutluyum. hem de çok mutluyum. beynim, bu suyu ilk geçişimdeki gibi işliyor yıllar sonra. yaşamın adını bağırıyor. devam ediyorum.
yarı yolda hava titreşmeye başlıyor. bedenimin titreyişinden farklı bir şey bu ve bana üşümeye başladığımı hatırlatıyor. aldırmıyorum. sonra toprağın kımıldadığını duyuyorum. topraktan bana ne şimdi? ama deniz de kıpırdanıyor. işte o zaman duruyorum. bir şeyler oluyor. kafamı kaldırıp yaklaşmakta olduğum karşı tepelere bakıyorum. doğuda karanlık yırtılıyor. hava en soğuk zamanında şimdi, deniz buz kesmiş. ama karanlık yırtılıyor gözlerimin önünde. gök aydınlanıyor.
beyaz, ışıktan bir süpürge süpürüyor karanlığı aksi yöne doğru, yavaşça. kuzeyin ışıkları sönüyor birer birer. rüzgar kesiyor yüzümü ara vermeden. uyuşmaya başlıyorum. derken turunculu, pembeli bir ateşin kıvılcımları yakıyor gökyüzünün bir ucunu. soğumakta olan alev canlanıyor içimde. davullar çalıyor kulaklarımda. ateş büyüyor. maviyi görüyorum. bir bülbülün sesi ile son bağım da çözülüyor. artık akıyorum bu suyun içinde o suyun kendi gibi ve en az onun kadar özgürce.
kıyıya çok az kaldı. yeşili görüyorum. karanlık ve soğuk değil şimdi. düşüm bir kez daha gerçek oluyor. hava tuz kokuyor. martıları duyuyorum. iskele yakın. tutamağın çeliğinde yaşamın ateşi parlıyor. süzülüyorum sudan dışarı. islak tahtalara oturuyorum. ayaklarım suda hala. artık karanlık değil. artık soğuk değil. işığı soluyorum ve artık, korkmuyorum.
üçüncü ders başlamak üzereydi. hoca son birkaç dakikayı bekliyordu amfide. birinci sınıf tıp amfisinde o gün yüzden fazla öğrenci vardı. pencereleri olmayan, içindeki genç insanlar olmadan havasız bir mezardan farksız amfide ders zamanı gelmişti. o günkü antropoloji dersinde insanın evrimi anlatılacaktı. homo erectus ve diğerleri, primatlar ve darwin tabii ki. ve ders başladı. fakat profesör derse başlayalı henüz birkaç dakika geçmişti ki hemen itirazlar duyuldu. bunların saçmalık olduğunu söyleyen öğrenciler evrimi reddediyordu. tek yaratıcının tanrı olduğunu bağırarak hocayı susturmaya uğraşıyorlardı. tartışma ilerledikçe hocanın sabrı taştı. "sessizlik!" diye bağırdı ve cebinden bir çakmak çıkardı. herkes susmuş çakmağa bakıyordu. "burada bilim öğrenmek için bulunuyorsunuz. size önce bilimin ne olduğunu öğretmek lazım ki ne için burada olduğunuzu idrak edesiniz." ve ışıkları kapattı. tık, tık, tık... koca amfide onlarca öğrenci şimdi sonsuz bir karanlıktaydı. kimse konuşmuyordu, sadece bekliyorlardı. ve birden zifiri karanlığın içinde bir kıvılcım parladı. "işte bu ateş elimizdeki yegâne aydınlanma aracı yani bilim ve akıldır. bu ateşin ışığında aydınlanansa bilebileceğimiz yegâne gerçek bilgidir. yani bu koca, karanlık ve bilinmezlerle dolu evrende bize bir şeyleri gerçekten gösterebilecek tek araç olan bu ateş güvenebileceğimiz tek bilgi kaynağıdır. o halde bilim ve aklı tek rehber kabul eden üniversitede size öğretilecek tek bilgi ve disiplin de işte bu ateşin ışığında hazırlanandır. bu ateşin ulaşamadığı karanlıkta ise ancak gölgeler ve kara bir bilinmez vardır. karanlıkta kalanın ne olduğu ise ancak sezgi ve tahminle yorumlanabilir. bu tahmin doğru da olabilir yanlış da. işte sizin ödeviniz bu ateşi tek rehber ve onun aydınlattığını ise bilinen tek gerçek bilgi kabul etmek, göreviniz ise bu rehberi ve bilgiyi kullanarak karanlıktakileri de aydınlatmak, tahminlerin gerçekliğini açığa çıkarmak ve bu rehberi ve bilgiyi daha iyi hale getirmektir. o zamana kadar ise karanlık sizin için her zaman ancak bir şüphe kaynağı, o karanlıktakilere inanmak ise sizin için bir kişisel inanç meselesi olarak kalmalı ve ateşin aydınlığından daima ayrı tutulmalıdır, kıyaslanmamalıdır. işte gerçek bilimsel yaklaşımın özü budur ve bunu kabul etmek kişisel bir tercihtir. ancak bunu reddedenlerin burada işi yoktur. çünkü bilimin geldiği bu nihai anlayış nice emek ile cana mal olmuştur ve insanlık bunun için yüzlerce hatta binlerce yıl beklemiştir. gücü yadsınamaz ve geçerliliği gösterilebilen tek yaklaşım olan bu anlayışı nice zorlukların sonucu olarak işte burada, bu amfide gururla temsil eden ben de bizi aydınlatan bu yegâne ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak amacındayım. çünkü bu dünyada bizi insan gibi yaşatacak gücün tek kaynağını işte bu ateşte buluyorum. elimizden alındığında soğuktan donacağımız, yem olacağımız veya karanlıklarda kör kuyuların dibini boylayacağımız bu ateşi ne pahasına olursa olsun savunmak ve büyütmek, yani sahiplenip kullanmak, yani sonuna kadar akılcı olup en gayretli çalışkanlıkla bir şeyler üretmek sizin de tek kurtuluşunuzdur. şimdi bu anlayışı kabul edenlerle konuşacaklarım var. bu anlayışı, yani aslında kendi akıllarını da reddedenler, onu eleştirmeyip karalayanlar, onu daha iyi hale getirmeyip yıkmaya uğraşanlar ise dışarı çıksınlar ve yeniden düşünsünler. dünyada aklını satıp umut ve hayal çöplüğünün köle pazarlarında sürünen çoğunluğun yanında onlara da mutlaka yer bulunur."
ve ateş söndü. geriye kalan, sessiz bir karanlıktı.
ıslık gibi bir ses geliyor dışarında. saat daha sabahın beşi...
sarsıntıyla zıplıyorum yataktan. deprem diyip yatıyorum tekrar yatağa ama odanın camına çarpan birşeyler var. cıtır cıtır ses geliyor camdan. üşeniyorum ve tekrar yatıyorum.
yine ne oldu ya?
telefona uyanıyorum. saat 13.52, annem arıyor "nasılsın oğlum iyi misin" diyor. suratına kapatıyorum telefonu. aramayın beni...
mutfakta kötü bir koku var ama nereden geliyor belli değil. bulaşıkları yıkamıştım geçen hafta acaba bu haftakiler mi diye bakıyorum. yok o da değil. yine telefon çalıyor. 2 oldu bu. aldığımdan beri en çok çaldığı gün oldu telefonun bugün. eski eşim arıyor bu sefer de
"iyi misin?" sesin kulağıma ulaştığı anda telefon çıkıyor elimden... peşisıra duvarda parçalandığını görüyorum. ve gülüyorum.
hakettiğin cevabı aldın umarım sevgili eski "fahişe" eşim.
kokunun kaynağı belli olmuyor kafayı kırıcam. kahve yapıyım en iyisi belki uykum açılır diyerek musluğu açıyorum. musluktan açık kahverengi su geliyor. sanırım bugün böyle geçecek. tıpkı dün olduğu gibi...
televizyonu açmak için uğraşıyorum ama açılmıyor bir türlü.
sonra farkediyorum ki elektrikler yok. sanırım son 3 aydır fatura yatırmadığım için kestiler.
kulaklığı takıp müzik dinlemeye başlıyorum. tam o esnada kapıyı yumrukluyor biri. ama alacaklı gibi. hoş alacağı olmayan biri neden benim kapıma gelsin. üşeniyorum açmaya.
sonra kapının kırılma sesi geliyor.
daha yataktan kalkmaya fırsat bulamadan bir asker giriyor odanın içine..
sonra derin sessizlik....
bugün ben öleli 4 yıl oldu.
ama hala söylemek istediğim birşey var.
son 8 sene kapısı tek kişi tarafından çalınmayan biri olarak diyorum ki;
Mutlu Bir Hayat
Londra Heathrow.
Burası Londra'nın en büyük hava alanıdır. Uçaklar ardı arkası kesilmez büyük uğultularla giderler. Ama havaalanın içindeki uğultuyu kahkaları hasretli konuşmaları bastırmaları mümkün olmaz. Yağmur başlayalı beş dakika oldu, ama saatlerdir yağıyormuş gibi dışarıda su birikintileri çoktan oluşmaya başladı. Tolga'nın büyük para ödeyip aldığı takım elbisesi lanetler savurduğu bir su birikintisine, dikkatsizce bastığı için mahvolmuştu. Acele etmese başına bunlardan hiç biri gelmeyecekti, ama Yeliz'i kapıda o kadar çok beklemişti ki geç kalmışlardı. Bir ara onu bırakıp gitmeyi bile düşündü, fakat hemen bu saçma fikri kafasından uzaklaştırmak zorunda kaldı. Öğrencilik yılları geldi aklına Yeliz'le ortaokulda tanışmışlardı. O kumral saçlı yeşil gözlü 1.75 boylarında güzel bir kızdı. Tolga esmer siyah gözlü ve Yeliz'le ortalama aynı boylardaydı. Tolga ve Yeliz çok sıkı iki dost olmuş birbirlerini hep kollamışlardı. Ama lise yıllarında farklı yerlerde okumak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen bu iki arkadaş üniversite eğitimlerini yurt dışında, aynı şehre denk getirmeyi başarmışlar ve aynı evi paylaşmışlardı. Yeliz okulunu bitirip genç bir cerrah olmuş ilk senesinden itibaren işine daha çok severek sarılan kız, merakı sayesinde hep daha fazla yeni şeyler öğrenmeyi başarmıştı. Dördüncü senesinde adını birçok uzman cerrah duymuş, ingiltere'nin ünlü tıp dergisi The New Scientist onun hakkında bir makale yazmıştı. Yabancı bir ülkede adını duyurmak insana daha çok daha fazla onur vermişti. Sonuç olarak iş hastası başarılı genç bir kız olup çıkmıştı Tolga ise hayallerinin peşinden koşmuş ve polis olmuştu. ingiliz cinayet masasında çalışmaya başlamıştı. Fakat aradığını bulamamış, emir almaya da vermeye de dayanamaz olmuştu. Tek çalışmak onun kanında vardı, bu yüzden özel müfettiş olarak çalışmayı kafasına koymuştu gerekli izinleri Türkiye'den en kısa zamanda alabileceğini düşünüyordu. Yeliz'de Türkiye'ye dönmek istemiş burada aldığı maaşa göre daha az alacak olsa bile ailesine özlemi ağır basmıştı Hazırlanıp aşağı indikten sonra, Tolga'nın alev püsküren surat ifadesiyle karşılaştı. Genelde duygularını anlamak pek mümkün değildi ama uzun yıllar tanıdıktan sonra her şey daha kolay oluyordu. Söylenerek Yeliz'e kapıyı açan adam arkadaşını koltuğa oturana kadar bekledi. Bu arabayı almak için çok uzun sure sabretmişti. Eski model bir BMW almış arabada sık sık sorun çıkarmıştı. Ama yinede bu arabayı seviyordu. Uçakları akşam saat 11'de kalkacaktı ve saat 8 olmuştu. Daha Tom'u alıp o trafiğe dalmak zorundaydılar. Bilette 10'da orda olmaları gerektiği yazıyordu. Pencereden dışarıyı seyreden kız:
-Bu kadar hızlı gitmek zorunda mısın? Diye sordu ve sorduğundan anında pişman oldu.
Bütün yol boyunca Tolga onun hazırlanmasından, beklemekten şikayet edip durdu. Yarım saat sonra Tom'un evindeydiler. Tom departmanda tanıdığı en dürüst çocuktu ve arkadaşım diye bileceği tek polisti. Ona her konuda güvenirdi arabasını Tom'a vermeyi teklif etmişti. Tom bunu kabul etmemiş fakat Tolga'nın ısrarına karşısında arabayı fiyatının altında da olsa para ödeyerek almıştı. Tom biraz sıkkın bir şekilde:
-Hemen çıkıyor muyuz?" diye sordu
Tolga'da dışarıdaki havaya bakarak evet anlamında kafasını salladı.
Şimdi hava alanında ki uğultuya onlarda karışmıştı Tom'la uzun uzun vedalaştıktan sona dış hatlardaki mağazaları dolaşmışlar. Bütün mağazaları ezberlemelerine rağmen hala yarım saatleri verdi. Ve bu sefer sinirlenme sırası Yeliz'deydi.
-Biraz daha dolaşırsak uçağa binmeden öleceğim ve bunun tek sorumlusu sensin. Sayende saatlerdir buradayız. dedi.
Ve oturmak için uçağın kalkacağı bölüme bakan sandalyelerden birine kendini bıraktı. Tolga da onu taklit etti. Uçakların kalkmasını seyrederek zaman geçirmeye çalıştılar. Ve sessizliği bozan Tolga, havayı yumuşatmak için ailelerden konu açtı. Bir yandan da pantolonundaki çamur lekesini siliyordu. Artık uçaklarının kalkmasına az bir zamana kalmıştı. Kapı açılmış hostesler biletleri kontrol edip yavaşça yolcuları içeri alıyordu. Biletleri kontrol edildikten sonra iki arkadaş içeri girdiler ve onlara ayrılan yerlere oturdular. Yağmur hızını kesmişti. Buraya belki de uzun bir sure hiç gelmeyeceklerdi. Ama içlerinde derin bir üzüntü duymuyorlardı, daha çok ailelerini görecek olmanın mutluluğu çökmüştü üstlerine. Dört saat sonra istanbul Atatürk Havaalanı'ndaydılar.
Onların bu sıkı arkadaşlığı ailelerine de yansımış iki ailede sık sık görüşür olmuştu. Havaalanında hasret giderdikten sonra geceyi ailelerinin yanında geçiren çift Pazar gününe gözlerini açmıştı. Sabahın ilerleyen saatlerinde beraberce edilen kahvaltıdan sonra Londra'da kaldıkları sürede başlarından geçenleri anlattılar ve üç saati de böyle geçirmişlerdi. Akşamüstü herkes evlerine dönmüştü.
Tolga üniversiteyi kazandıktan sonra babasına zorlamayla da aldırdığı ve uzun zamandır göremediği eski eviyle hasret gidermiş, uzun uzun evi seyrettikten sonra valizini koltuğun yanına atıp odasına çıkmak için koltuktan kalkmıştı. Yürürken gözü büfenin üstünde duran resme takıldı. Geçen sene izine geldiği zaman ailesiyle çektirdiği fotoğrafa ve kendine baktı. Polis olduktan sonra idmanlardan, spordan katillerin hainlerin peşinden koşmaktan yüzünde sanki gördüğü olaylara tepki gösteren sert çizgiler oluşmaya başlamıştı. Yüzü gülüyordu belki ama bitkin gözleri yaşadıklarının özetini veriyordu ona. Kısa polislik hayatını ele veren en önemli şeydi. Sonra vücuduna baktı, zorluklara kendini siper eden inatçı bir adamın dış görünüşüydü bu. Ve ailesi, zamanla onlara da yılların izleri kazınmıştı. Resimden gözünü ayırıp erkenden yatmak için odasına yöneldi. Genç cerrahsa o sırada valizinden eşyalarını çıkarmaya başlamıştı. Özenle ütülenmiş kıyafetlerini dolabını koyuyordu. Daha kitapları yerleştirmesi gerekiyordu.
-Anne bana yardım etmeyi düşünmen gerekiyor sanırım. Sesinin bitkin çıkmasına özellikle dikkat etmişti. Bazı şeyler yıllar geçse de değişmiyordu.
-Tatlım bu kadar eşya almak zorunda mısın sanki?
Annesiyle beraber eşyalarını toplarken küçük köpeği de onları izliyordu. O köpeği çok severdi, ingiltere'de kaldığı zamanda en çok özlediği şeylerden bir tanesiydi. Annesi son kitabı rafa koyarken Yeliz saate baktı yediydi, hava iyice henüz kararmaya başlamamıştı. Shiba'yı alıp gezdirme fikri yinede onu cezp etmişti. Shiba kopeğinin ismiydi bu ismi okuduğu bir kitapta görmüş ve köpeğine bu ismi vermişti. Hem uzun zamandır köpeğini görmemişti, bole şeyleri yapmaya hasret kalmıştı. Annesine çıktığını haber verdikten sonra dolaşmaya başladılar uzun bir yürüyüşten sonra güneş sanki toprağa gömülmüş ve tamamen batmadan önce son gücüyle ışıklarını Yeliz'in ayaklarına ulaştırmaya çabalıyordu. Rüzgâr toprağı yalıyor havada yavaş yavaş soğuyordu. Eve dönme zamanı gelmişti. Dönüş yolunu onun keşfettiği eski bir patikadan yapacaktı. Evleri istanbul'a tepeden bakan henüz yakılıp yıkılmamış ormanlık alanın yanındaydı ve çocukluk yıllarında buradaki patikayı tesadüfen bulmuştu. Bu onun keşfiydi. Küçükken de eve geç kaldığı zamanlarda hep buradan geçerdi deniz ve ormanın, mavi ve yeşilin buluştu bu yeri, ağaçlık alanı çok az kişi bilirdi. Bunların biride Tolga'ydı. istanbul'un sayılı yeşil kalmış yerlerinden biriydi ama burada yıllar geçtikçe, daha fazla küçülmüş çevresini binalar kuşatmıştı. Ormanın içinden geçerken hafif bir açıklık ve aşağıda ona göz kırpan maviliği gördü sanki bir çarşaf gibi serilmişti. Marmara Bölgesine ismini veren deniz, zamanında dev savaşlara tanıklık etmişti, Marmara Denizi... Maviliğin üstünde yüzen Kız Kulesi'nin o masum ihtişamını seyretmek için yürüyüşüne kısa bir ara verdi. istanbul'un buram buram tarih kokan kokusunu içine çekti. Hayranlıkla denizi seyrederken birden Shiba'nın havlamasıyla kendine geldi.
Gördükleri gerçek olamazdı karşısında lisenin son sınıfında kendisine arkadaşlık teklif eden Suat vardı. Gençliğinde getirdiği bencillikle çocuğu reddetmiş, bunu yaparken de alay etmekten kendini alamamıştı. O zamanlar yüzünde sivilceler dolu, kendine özen göstermeyen içine kapanık bir çocuk olan Suat. Aradan geçen senelerle kendini eğitmiş yapılı uzun boylu bir genç adam olup çıkmıştı. Şimdi ise karşısına dikilmiş siyah gözleriyle adeta Yeliz'in şaşkın bakışlarını delip geçiyordu.
Yeliz onu reddettikten sonra depresyona girmiş önce okulu bırakmıştı. Babasını 10 yaşında kaybeden Suat'a hayat iç müsanma göstermemişti. Okulu bıraktıktan sonra annesinin işten çıkarılması üzerine eve yardım etmek için bir işe girmiş, birkaç ay devam etmiş başarılı olamamıştı. Kısa süre sonra işi bırakıp mahallenin ağabeylerinin yanında dolaşmaya, onlara çıraklık yapmaya başlamıştı. Önce küçük işlerle başlamış ardından uyuşturucu kuryeliği yapmış bu işten çok iyi para kazanmaya başlamıştı. Kuryelikten kısa süre sonra uyuşturucuya başlamış, para bulamadığı bir gün annesiyle kısa bir tartışmadan sonra bütün parayı alarak evi terk etmişti. Annesi ise geçirdiği sıkıntılı günlerin üzerine beyninde kötü huylu bir tümör olduğu haberini almıştı. Suat bu haberi duymuş bunun acısını yüreğinin her santiminde hissetmişti. Ne annesinin ameliyatını karşılayabilecek parası ne de ayakta durabilecek gücü kalmıştı. Bütün bunların nasıl başladığını düşündü. Eğer okulunu bırakmasaydı şimdi bambaşka bir yerde olabilirdi. Her şeyin tek bir sorumlusu vardı, Yeliz. intikamı her hücresinde hissetmiş yıllar boyunca o gün için hazırlık yapmıştı.
Artık intikamı çelik zırhlı bir kaplandan farksızdı. Sonra o haberler geldi resmini gazetede görmüştü. Başarılı cerrah, ülkesine dönüyordu. Şimdi karşısındaydı yıllardır beklediği an gelmişti. Bütün bunları düşünürken onu kendine getiren Yeliz'in sesi oldu.
-Suat ne işin var burada? Gülümsedi genç adam.
Tüylerinin ürperdiğini hissediyordu Yeliz.
-Sana bir hediye getirdim.
O sırada Yeliz kendisini güvende hissetmiyor. Tolga'yı aramak için içinde yanıp tutuşan isteğe engel olmadı elini telefonuna götürmüştü hızlı arama tuşuna basmıştı ki. Duyduğu ses karşısında istemsiz bir şekilde başını kaldırdı. Güçlü adam elleriyle, küçük köpeğini öldürmüştü. Köpek son kez acı dolu bir ses çıkarmıştı. Ardından cansız bir şekilde yere düşmüştü. Yeliz'in gözlerinden ince bir damla yaş süzülmüş, hıçkırığı boğazında takılı kalmıştı. Adam bu durumu fırsat bilip belinden silahını çıkarmış ve Yeliz'in omzuna ateş etmişti. Şimdi her şey kararmaya başlamıştı. Ölüyor muydu hiç kan yoktu? Garip bir durum vardı, hiçbir silah sesi de duymamıştı. Omzuna baktı bunun hayvanları bayıltmakta kullanılan uyuşturucu bir iğne olduğunu anladı. Başı yavaşça toprağa doğru kaydı, gözleri iyice karardı. Artık hiçbir şey görmez olmuş ve vücuduna yayılan uykuya teslim olmuştu.
Israrla çalan telefon sesiyle gözlerini açtı. Arayan Yeliz'di.
-Efendim Yeliz? Dedi.
Gelen cevapsa sadece sessizlikti. Telefonun Yeliz'in farkında olmadan kendisini aradığını sandı. Elini kapat tuşuna götürüyordu ki, bir adamın sesini duydu. Adam belli ki başka biriyle kendi telefonunda konuşuyordu.
-Kızı aldım geliyorum. Benimle Gazi Caddesi girişinde yarım saat sonra buluş. Arabayla gel.
Diğer adamın ne söylediğini duyamıyordu ardından az önceki adam tekrar cevap verdi.
-Ormanın içinde buldum, düşündüğümden kolay oldu.
Bu olanlara anlam vermeye çalışırken telefonun zayıf pil uyarısı ve ardından kapanmasıyla, ev telefonuna sarıldı.
Birinin kendine şaka yapmış olmasına dua etti. Yeliz'in evini aradı açan annesiydi, kızının bir saat önce yürüyüşe çıktığını ama hala eve gelmediğini söylüyordu. Kadına polise haber vermesini Yeliz'in kaçırılmış olabileceğini ve kendisinin ona aramaya gittiğini söyledi. Ardından annesini arayıp kadınla ilgilenmesini istedi.
Polis duruma müdahale edene kadar adamlar çoktan izini kaybettirmiş olacaklardı. Evine dönerken babası ona kendi arabasını vermişti. Şimdi bunun için babasına bir kez daha babasına teşekkür etti, evden aceleyle çıktı. Gazi caddesine evi çok yakındı buluşma yerine beş dakika daha erken gitmeyi başardı. Şüpheli birilerini beklemeye başladı beş dakika sonra caddenin diğer ucuna eski bir kamyon yanaştı. Arabadan inen adam arka kapıyı açtı. Sarışın kendisi kadar vücutlu bir 1.80 boylarında bir adamdı bu. Ardından kamyonun arkasında bir araba daha durdu. Arabadan inen adamsa çok daha cılız biriydi. Büyük siyah bir poşet, göz açıp kapayıncaya kadar diğer arabanın arka koltuğuna konulmuştu bile. Kamyondan inen iri kıyım adam ve diğer cılız adam hareket etmişlerdi bile. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki insanın hiçbir şey anlaması mümkün değildi. Ama polislik yapmanın getirdiği deneğimle o torbanın içinde Yeliz'in olduğuna Tolga'nın hiç şüphesi yoktu. Onun sadece bayıldığını umuyordu, şuan için kötü düşüncelerin aklında yeri yoktu. Adamları şehir dışına kadar takip etti. Telefonu kapalı olduğu için bu olayda yalnızdı. Ayrıca silahını Londra'da bırakmak zorunda kalmıştı. Arabaları yolun sağından göl kenarına inen sapağa girdi. Tolga dikkat çekmemek için yola devam etmişti. Biraz ilerde arabadan inip yayan olarak ilerlemeye başlamıştı. iki adamı göl kenarında ıssız bir eve girerlerken gördü. Bu sırada tahminlerinde yanılmamış olduğunu anladı poşetteki Yeliz'di. Adamlar arabanın içinde, kızı boğulmaması için torbadan çıkarmak zorunda kalmıştı. Ama Yeliz baygın olmalıydı hiç kıpırdamıyordu. içini kaplayan öfkeye teslim olmamaya çalıştı. Eve görünmeden yaklaşmaya başladı. Başı çok ağrıyordu. Gözlerini yavaşça açtığında neler olduğunu hatırladı. Şimdi bulunduğu yer çok farklıydı sert ve soğuk bir zemindeydi. Elleri ve ayakları bağlıydı, birden görüş açısının içine iki tane ayak girdi kafasını kaldırıp baktığında Suat'ı ve yarı çıplak vücudunu gördü. Göğsünün ve sırtının tamamı anlamsız şekiller ve sembollerle kaplıydı. Kendini eski zamanlarda ki ayinlerin ortasında olan bir kurban gibi hissediyordu. Başka bir adam daha vardı. Yiyecek bir şeyler almak için dışarı çıktığını söyledi Suat'a ve gitti. Bu sırada Yeliz:
-Neden? Diye sordu.
Tek amacı zaman kazanmaktı başka yapabileceği hiçbir şey gelmiyordu aklına. Adam, kızın onu aşağılayıp reddettikten sonra olanları anlattı. Ardından:
-Beni öldürecek misin? Dedi kız.
Adam cevap vermedi. Yanında getirdiği bir paket uyuşturucu ve şırıngayı aldı. Ve arka tarafta, kızın mutfak olarak tahmin ettiği oda da gözden kayboldu
Kendini kötü hissediyordu kız, midesi bulanıyordu. Tekrar ağlamaya başlamıştı. Bu sırada adamın pencereye yöneldiğini gördü, adam bir süre dışarıya baktı. Sonra tekrar arka odaya girdi. Artık onu göremiyordu, durumu fırsat bilerek çığlık atmaya başladı. Bağırdığı sırada birden arkasındaki cam kırıldı. Bu imkânsızdı Tolga buradaydı. Onu çözmeye çalışıyordu.
Tolga ona adam nerde dedi. Ama Yeliz konuşamıyordu, dili tutulmuştu sürünerek kaçmaya çalışıyordu ve ağlıyordu. Kapıdan çıkarken Yeliz diğer cılız adamı yerde gördü. Tolga birkaç dakika öncesini düşündü. Dışarıya çıkan adamın arkasından dolaşmış evin arkasından bulduğu odunla adamın kafasına vurarak adamı bayıltmıştı. Ardından adımın cep telefonundan polise haber vermişti. Polisi beklerken, içerden Yeliz'in çığlığını duymuş dayanamamış içeri girmişti. Diğer adam içerde yoktu. Kendisini görüp kaçtığını düşünmüş, duygusal davranarak evi kontrol etmeden Yeliz'i kurtarmaya girişmişti, ayaklarındaki ipi çözmüştü bile. Suat hazırladığı uyuşturucuyu, bayıltıcı silaha koymuştu. Yeliz adamı fark etmişti, Tolga ise o sırada adama arkası dönük Yeliz'in ellerini çözmeye çalışıyordu. Son gayretiyle Suat Tolga'yı vurmadan, adamın ayaklarına tekme atarak adamın dikkatini dağıtmış ateş etmesini engellemişti. Tolga tekrar kalkmak üzere olan adamın üzerine atladı silah bu sırada evin sağ tarafında bulunan ahşap masanın altına gitti. Boğuşma sırasında Tolga gücünün avantajıyla adamı etkisiz hale getirmeyi başarmıştı, ama Suat sokaklarda yaşamayı öğrenmiş bir adamdı. Kolay kolay pes etmezdi bütün gücüyle çırpınıyordu. Sonunda Tolga'nın altından kaçtı 2 adam aynı anda silaha uzandı. Bu sırada adamlardan birisi tetiğe bastı. Şimdi iki adamda sessizleşmişti. Odada sadece uzaktan gelen polis sirenleri ve Yeliz'in çağresiz hıçkırıkları vardı. Suat yere yığılmış, hareketsiz yatıyordu. Yeliz için hazırladığı yüksek doz zehir kendi vücuduna girmişti. Tolga'ya döndü kız, elleri titriyordu. Uzaktan polislerin siren sesleri geliyordu. Birazdan burada olacaklardı. Evden çıktılar, kız adama sarılmıştı. Bu sırada Tolga bir şey fark etti diğer cılız adam kaybolmuştu. Bunu düşünürken sırtında bir acı hissetti. Arkasını dönüp adama vurdu. Adam sersemlemişti, tekrar saldırmak üzereyken bir düzine polis adamın etrafını sardı. Tolga yere yığıldı. Yeliz ilk müdahaleyi yapıp daha fazla kan kaybetmesini önlemeye çalışıyordu. Tolga'yı kurtarmak için çaba harcarken artık az öncesi kadar korkmadığını fark etti.
istanbul'a dönüşleri nasıl böyle bir kâbus haline gelmişti? Sağlık ekipleri Tolga'yı ambulansa aldı. Suat ölmüştü. Artık kız ağlamıyordu, artık hiç bir şey hissedemiyordu. Tek istediği bu geceyi atlatabilmekti.
O akşam çok uzun süren bir ameliyat sonunda Tolga kurtulmuştu. Yeliz'de ameliyata girmiş elinden ne geliyorsa yapmıştı. Kısa zamanda eskisi gibi olabilecekti. Yeliz ise toparlanmaya başlamıştı profesyonel yardım almayı reddetmişti. Hep güçlü bir kız olduğunu düşünmüştü artık bunu kendine ispatlayabilirdi. Tolga hastanede gözleri açtığında ilk olarak yanına Yeliz'i çağırmış ve onu sadece arkadaşı olarak görmediğini onu sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini itiraf etmişti. Yeliz ise önce buna çok şaşırmış çünkü o zaten yıllardır bir tek Tolga'yı sevmiş ama onun kendisini sadece dostu olarak gördüğünü sanmıştı. Teklifini kabul etmişti. Suat ölmüş suç ortağı da hapse girmişti. Yeliz Suat'ın annesiyle tanışmış kadın ölüm haberini duyduğunda yıkılsa da oğlunun bunu hak ettiğini söylemişti. Yeliz kadını Londra'ya davet etmiş beynindeki tümörü başarılı bir operasyonla almıştı ve hayatının geri kalanı için elinden gelen rahatı sağlatmaya çalıştı. Çift evlenmiş ve Londra'ya geri dönmelerinin daha iyi olacağına karar vermişlerdi fakat bu sefer aileleri ile beraber dönmüşlerdi. Herkes Türkiye'de yaşadıklarını unutmaya çalışmış, çift aileleri ve evlilikleriyle ömürlerini dolu dolu, mutlu bir hayat geçirmişlerdir.
-son-
Hatalar için uyarılarınızı bekleriz efendim.
imla hataları düzeltildi.
Yabancı olduğum yalnızlıkla baş başayım. Evimde ve odamda.. Elektrikler kesik ve duvardaki saatin tik takları sinirimi bozuyor. Pencereden içeri süzülen kısık ay ışığı altında bir şeyler yazmaya çabalıyorum ancak duvardaki saatin aşırı düzenli ritmi buna izin vermiyor. Elektriklerin gelmediği her saniye ise odamdaki karanlık içime dolmakta.. Dayanılacak gibi değil.
Sigara içmeliyim. Elimle sigara paketini arıyorum. Sabahtan beri en sık yaptığım ikinci eylem anti depresan ilacının kutusundan sonra sigara kutusunu aramak. Karanlık beynime de dolmaya başlamış olsa gerek, paketi nereye koyduğumu hatırlayamaz oldum. En sonunda sabahtan beri üzerlerine saçma sapan şeyler yazdığım, kayda değer tek bir cümlenin bile bulunmadığı kâğıtların altında buldum onu. Boştu. Bu durum bir hayli üzdü beni.
Ardından keşke bir şeyler dinleyebilsem diye düşünüyorum. Ancak müzik dinleyebileceğim aletlerin hiç biri elektriksiz çalışmıyor. Tek dinlediğim şeyin duvardaki saatin sesi olması sinirlerimi alt üst ediyor. Kalktım ve saatin pillerini çıkardım. Ancak hiçbir şeye yaramadı. Omuzlarıma binen sıkıntıyla birlikte odamın ortasında küçüldükçe küçülüyorum. Daha fazla dayanamayacağım. Kapının arkasında asılı duran montumu aldığım gibi dışarı atıyorum kendimi.
Sokaklar ışıksız, gökyüzü ışıksız. Ne bir sokak lambası ne bir yıldız parıltısı ne de az önce odamı aydınlatan ay ışığı.. Gecenin karanlığında ve lapa lapa yağan karın altında yürümek odamdaki kasvetten iyidir diyor ve devam ediyorum.
Gecenin karanlığını beyaza bürüyen melekler iniyor gökten. Çok şiddetli bir şekilde hem de… Yürümek zorlaşıyor. Yağan şiddetli kardan dolayı kaldıramadığım kafamı hafifçe yukarı doğrultuyorum. Önümde yürüyen bir adam.. Normal bir insanın aksine bu soğuk havada incecik giyinmiş. Bende de aynısı olan bir tişört, yine benim pantolonumun aynısı ve aynı ayakkabılar.. Kardan zor açabildiğim gözlerimle gördüklerim bunlar. Ancak yanılıyor da olabilirim.
Kafasını omuzlarının arasına saklamış ve kolları, duvarımdaki saatin sesi kadar düzenli bir şekilde ileri geri sallanırken yürümesine devam ediyor. Ne yalan söyleyeyim, ıssız bir gecede, sokakta benden başka birinin geziniyor olması güven veriyor. Her ne kadar gördüğüm insan pek normal olmasa da. Bu anormallik onu takip etmeye karar vermeme sebep oluyor. Bu kararın anlamsızlığının farkında olsam da karşı konulamaz bir merak onun peşinden ayrılmamı engelliyor. Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışıyorum. Aramızda ki mesafenin kapanmaması için de onunla aynı ritimde adımlar atmaya dikkat ediyorum. Yürüdükçe yürüyor ancak bu soğukta hiç bir üşüme belirtisi göstermiyor.
Düz devam eden yolda yürürken birden sola döndü. Bende döndüm. Sonra sağa ve tekrar sola.. Bu istikamet canım sıkkınken yürüyüş yaptığım yolun aynısıydı. Karşıdan karşıya geçmesi gerekiyordu bu istikameti devam ettirebilmesi için. Öyle de yaptı. Ne sağa ne de sola baktı karşıdan karşıya geçerken. Ve karşı kaldırıma ayak basar basmaz durdu. Beni görmemesi için ne yapacağımı şaşırdım. Yolun ortasında öylece kalakaldım.
Bana doğru dönmeye başladı. Korkuyorum. Ancak bir anda kayboldu. Önce şiddetini arttıran kardan dolayı göremediğimi zannettim ama tekrar tekrar baktım. Karşımda değil. Kimse yok. Aldığım ilaçların etkisi sanırım. Şu an hayal görmemden daha normal ne olabilir ki? Bir daha bu kadar çok anti depresan kullanmamam gerek. Tüm bunları aklımdan geçirirken yolun ortasında olduğumu unuttum. Karın etkisiyle yokuş aşağı kayarak gelen ve kontrolden çıkan kamyondan ise hiç haberim yoktu. Anladım ki o yürüyen hayal beni ölümle tanıştırıyor..
Bir amanın renkleri hayal etmesi gibiydi Sahilin Denizi düşlemesi.Denizler kahramanları , ulaşılmaz ufukları severlerdi. O ise sıradan bir Sahildi.
"Denizinin suları her değdiğinde Sahilimin kumlarına hem fırtınalar kopar dalgalarımda, hem de en güzel dinginlik kalır sularımda. Seni sevmek, Sahilime kavuşmak o kahverengi kumlarında Aşk-ı Lavini bulmak. Ben bunun için varım. Bu Deniz bunun için var
Sahili için."derdi Deniz Sahiline. Zamana, hayata, fırtınalara, mevsimlere inat Deniz Sahili, Sahil Denizi için vardı.
Güneş umutlar için,
Umutlar hayal kırıklıkları için,
Hayal kırıklıkları deneyim için ,
Deneyim hayat için,
Hayat aşk için,
Aşk Sahille Deniz için vardı.
Nerede başladı bu hikâye? Önemsiz. Aşk-ı Lavin hayat için, hayat insanlar için vardı. Öyleyse yazsın yazar
insanlar için, en çok ta Aşk-ı Lavin için.
Geceydi.
Elleri uzandı Sahilin. Gözleri kapalıydı. Ruhu sevişirken Denizle. Gözleri açıldı Aşk-ı Lavinin gözlerine.
Bir çift mavi göz işledi ya ruhuna zaman koptu hayattan.
Gözlerini mutluluğa açtı Sahil.
Gözlerini aşka açtı.
Gözleriyle kavuştu Sahil Denizine.
Yalnız bir kalbin sıradanlığıyla sevdi Sahil Denizi.
Ruhu ruhuna değdiğinde her hücresiyle sevdi Deniz Sahili.
"iki saç teline tapar mı insan?" dedi Deniz Sahiline. Sahil gözlerindeki derinlikten "ben tapıyorum ya"; diye cevap verdi.
Uzandı Deniz Sahilinin saçlarına. Aldığı nefesin her anını kazıdı benliğine. Her duyguyu her anı hissetti o an... Benliğindeki o anla yaşayacağını bilemeyerek...
Geceyle gündüz karıştı aydınlıkta. Bir mahkeme salonunda. Bir kadın var. Bir de adam.
Öne çıktı Deniz. Körü körüne savundu kadını, kadınını.
Kadın hıçkırdı, Deniz bağırdı, Hâkim sustu, karar alındı. Son bir kez dinlendi suçlu.
Affet dedi. Affet Deniz Sahilini. Yer belli, hâkim belli, hüküm belli. Karşı koyamaz ki Sahil. Kaderimizde yazılanı yaşarız. Affet Sahili.
Kalbi koptu. Söküldü yerinden Denizin. Gözlerini Sahile kapadı. Fırtınalara, girdaplara açtı sonra.
Sahilin gözlerinden döküldü denizlerine yaşlar. Doldu taştı Deniz. Koptu fırtınalar Denizde. Bir acı düştü Sahilden Denize.
Denizde ne bir ses ne bir seda.
Sahilden veda sesleriyle.
Ruhundan bir parça koptu Denizin.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü.
Gücü tükendiği noktada yasladı başını soğuk çimlere. Beyni koptu sanki. Gökyüzü kayboldu. Yokoldu. Önce aldığı nefes yok oldu. Sonra tekrar oldu. Gözlerini açtı.
Baksa da anlamadı, anlasa da görmedi.
Özledi mi?
Özleyemedi. Özleyecek bir kalbi, varlığına şükredecek bir ruhu yoktu çünkü.
Gözlerini gerçekleşebilecek en güzel hayaline kapadı.
Aşk-ı Lavinine
Yalnızlığın sıkıcı sesinin yankılandığı ve yalnızca ufak TV'nin cılız ışığının aydınlattığı, loş ve bir o kadar boş odada TV koltuğuma yayılmış boş boş reklamlara bakıyordum. Saat iyice geç olmuştu. Bunu Mehabbetin Kralı bitmesinden anladım çünkü tazmanya canavarı şeklindeki şeker saatim bir haftadır kayıptı. Duvardaki neden aldığımı anlamadığım kocaman aynaya baktım, göz altı torbalarım pazar torbasına dönmüştü, uykuya hasretliğimin yüzümde bıraktığı acizane hediyelerdi bunlar. Aynı şeyi dün akşam da görmüştüm, önceki akşamlarda. Sıkılmıştım, aynı şeylerden, hatta kendimden. Beni tekdüzelikten kurtaracak bir program aradım. O saatte bulamadım pek tabiki. Sağlam bi küfür edip TV'yi kapadım.
Son iki aydır doğal gaz faturasını ödemediğim için evde montla dolaşıyordum. Hal böyle iken zor ısıttığım koltuğumdan kalmak hiç içimden gelmedi. Buna karşın içimdeki bir dürtü ile kalktım ve buzdolabına baktım, beşer dakika aralıklarla yaptığım gibi. Sonra buz dolabını kapamadan bunun nedenini düşündüm. işinde o an istediğim bir şey olmayan dolaba günde 237 kez bakmamın sebebi neydi? Acaba şuan deneysel olarak uygulanan ışınlanmanın sayesinde dolabıma yanlışlıkla abur cubur gelir diye mi umut ediyordum? Gerçi teknoloji bu kadar gelişmedi ama... hem bunun gerçekleşme ihtimali olsa bile bana kesin son kullanma tarihi geçmiş şeyler gelir.
insanların şans dediği şeyin sadece ismini duymak... Bu aklıma geldikçe derin düşüncelere dalar ve bi gün tanışmak umuduyla uyanırdım. Lakin bu sefer böyle olmadı. Gözlerim doldu diyip geçmek istiyorum ama bu iki yüzlülüğü yapmayacağım. Ağladım. Hüngür hüngür ağladım. Harbiden bildiğin ağladım gözümden ya geldi salya sümük falan. O göz yaşları buzdolabına aktı, salya sümüklerimle beraber. O esnada dolabın içinde olmaması gereken bir şeyi fark ettim. Tazmanya saatim! O dolaptaydı ve bana bakıyordu. Onun oraya nasıl ve neden geldiğini düşünmedim os ıra sevinmekle meşguldüm. Cidden çok mutlu oldum. Ummadık şer bile bi hayra vesile olabiliyormuş. Bunu öğrendim, saatime sarılıp odama doğru ilerledim. Saatimi yerine bırakırken saatin ne kadar geç , benim de bir o kadar uykusuz olduğumu hatırladım. içimdeki mutluluk patlamaları durdu. Sıkıldım aniden. Sonra aklıma bir arkadaşın verdiği kitap geldi. Aylak Adam... Eften bi roman gibi gelmişti. Çocuğa söylemedim bunu tabi, üzülmesin diye. Okurken sıkmasından korkuyordum ama içinde bulunduğum durumda zaten pek iç açıcı değildi. Yatağıma geçtim ve kitabı okumaya başladım, belki uykum gelir.
Uykum gelmedi ama kitapta hiç sıkmadı. Kitabı elimden bıraktığımda tazmanya saatim öğlen biri gösteriyordu ve kitap bitmişti, ben de değişmiştim. Romanın kahramanı C.'nin B.'si ile tanışma imkanını tamı tamına 6 kez teğet geçmesinden sonra yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Cüzdanımı aldım, telefonumu almadım. Sıkı giyindim. Üşütürsem yüreğimin rehberliğinde gidemem bi yere. Hem benim bademciğim alındı, çabuk hasta olurum.
Çıktım apartmanın yeni takılmış, paslanmaz çelik olan paslı kapısından. içimden bi ses aradığın metroda dedi. Hem metroda şoförle hiç muhattap olmuyorsun. Hiç kimse Arkadaşlar sıkışalım, boşlukları dolduralım tarzı laflar etmiyor. Hem bu boşlukları doldurmak nedir onu hiç anlamam. Cuma namazında saf mı tutuyoruzda boşlukları doldurup cemaate yer açıcaz. Parası neyse vermişiz ve istediğimiz yere insan gibi gitmek istiyoruz. Bu üst üste binme, hayvanlaşma, fort (frotteur
) yapma istediği nedir? Esasen ayakta yolcu taşımakta yasak lakin neyse ben bi şey demiyorum. istanbul'da kalbinin götürdüğü yere giderken bile katil olabilirsin o nedenle bu konuları hiç düşünmeyi bi kenara bırakıtım ve metroya doğru ilerledim.
Metronun girişinde çelimsiz, hint fakiri kılıklı bir dilenci vardı. Yüzündeki çizgiler sanki yılların, hayatın ona ne kadar zalim davrandığını anlatmaya çalışıyordu. Acınacak haldeydi. Surat ifadesi bu halinden utandığını hissettiriyordu. Cebimdeki tüm bozuk paraları ona verdim, zaten başka param yoktu. Kafasını kaldırıp utangaç bir bakış attı ve hafif bir tebessüm etti. Bende kendimi iyi hissettim. Şu kısacık ömründe birine ufacık bi faydam dokunduğunu bilmek...
Çok mutluydum. Bahçelievler metronun upuzun merdivenlerini seke seke geçtim. Turnikelere yaklaşınca iki sene önce son kullanma tarihi geçen pasomu çıkardım. Bastınca garip bir ses çıkardı. Sanki için için fakir bu diyordu. Derken etrafıma baktım. Herkes bana küçümseyen gözlere bakıyordu. Gözlerim doldu. Onlara kızamadım ama sevemedim de onları. Boynum bükük, mahsun bakışlarla akbil doldurma aletinin önüne gittim. Alet birden dile geldi paran mı var lan senin yavşak, fakirsin lan sen, fakir dedi. Ağlamaya başladım. Kimse ağladığımı görmesin diye koşarak çıkışa gittim. Yürüyen merdiven kalabalıktı, göz yaşlarımı gizlemek için boş olan merdivenlerden çıkmaya başladım. Çok uzundu. Merdivenler bitene kadar aklımdan binlerce şey geçti. Sonuncusu çok kötüydü. O dilencinin mendilindeki paraları çalıp yüreğimin götürdüğü yere gitmek için kullanacaktım. Merdivenlerin sonuna geldiğimde nefes nefeseydim. Aklımda da o düşünce vardı derken başım döndü, bayılmışım.
Gözlerimi yavaşça açtım. ilk gördüğüm hint fakiri kılıklı dilencinin ağzı kulaklarında olan suratıydı. irkildim. Kalktım ve dilenciye bir daha baktım. Adam öküz gibi gülüyordu. Manzara iğrençti. Otuz iki dişinin yirmi yedisi dökülmüştü ve kalan dişleri ise altın kaplamaydı. Birden nefret ettim. Köşedeki mendilini hatırladım. Baktım hala oradaydı. Sonra o acınacak haldeki dilenciye baktım. Hint fakirlerine benziyordu ama kemikleri kalındı. içimi bir korku kapladı ama gözüm karaydı. Kalbimin götürdüğü yere gidecektim. Sonunda ne olursa olsun. Koştum ve mendili kaptığım gibi koşmaya başladım. Arkama baktım. Az önce hint fakiri dediğim adam şimdi 300 Spartalı'daki hayvansı adamlar gibi görünüyordu. Garip sesler çıkarıyordu. Çok korktum. Altın dişlerini ve onların ne kadar sivri olduğunu düşündüm. Ağlamaya başladım tekrar. Çok korkuyordum. ilk 100 metreyi 8.9 saniyede koştum. Dünya rekoru kırmıştım ama ne fayda... Etrafta mobese kameraları falan da yoktu. Olsa dünya rekorumu bi şekilde tescillerdim. Çok para olurdu. Yüreğimin götürdüğü yere gitmeme gerek kalmazdı. Çünkü o bana gelirdi.
Değişik düşüncelerle koşarken arkaya baktım artık 300 spartalı tipindeki hint fakiri peşimde değildi. Derin derin soluk aldım. Artık hepsi geçmişti. Rahat rahat istediğim yere gidebilecektim. Param da vardı. Bunları düşünürken köşedeki Vestel bayiinin önünde Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı yendiği maçı izleyen biri dikkatimi çekti. Yaklaştıkça farkettimki bu mahallenin en boş adamı Serkan'dı. Görünmeden kaçmak istedim ama bi hırıltı duydum. Sanırım tanımıştı.
-ghneber oauzz nasılsıgn?
-iyi diyelim iyi olsun sen nasılsın?
-egyi iddaa yapdıydım. Duttu ya lang ama sanga interney smarlamam. Zam gelmiş olum çok para yaw. Hacı sen napıyodun lan nerdeng böyle?
içimden binlerce yalan uydurmak geldi ama yapamadım. Bu gün yeterince yıpranmıştım. En basitini yaptım, geçeği söyledim.
-Bir kitap okudum ve hayatım değişti. Ben artık yüreğimin götürdüğü yere gideceğim Serkan.
-Siktir get lan te allaam ya! Millet deliye hasret ben akıllıya. Ne yalan söylüyon lan ibne! Yengeyle yiyişmekten geliyon demi. itoğlusu bana yalan söylüyo bide.
-Yok valla lan ne yengesi! Ayrılalı çok oldu olum.
-Biliyom mal dalga geçiyom ahhah. Gel sana bi çoy ısmarliyim param var benim.
Derken gittik dandirik çay ocağına herkes sevgilisini almış, gülüp eğleniyordu. Ben Serkan'a baktım. Çayımdan bir yudum aldım. Tekrar ona baktım. Sonra ağladım. Serkan benden sıkıldı, hesabı ödedi ve çıkarken Bu ağlağa ne ekmegk ne de su vering. dedi ve gitti.
O günden beri kitap okumuyorum. Dışarı da çıkmıyorum. Bakkal ihtiyacı için mahallenin çocuklarını çağırıyorum. Para vereceğim diye kandırıp Hiçbir şey vermiyorum. Ben böyle mutluyum.
herkes dağınık bir şekilde oturmuş,sessizce öğretmen kürsüsüne benzeyen şeyin arkasında konuşan konuşmacıyı dinliyordu. setlerdeki zorluklardan,çalışma saatlerinin fazlalığından ve bunun gibi şeylerden bahsediyor,her nefes alma aralığındaysa konuşma sırasında sessizce dinlemeci olan ama en ufak bir boşlukta konuşmaya dahil olan abla atlıyor,bir iki kelime de o söylüyor,bu şekilde devam ediyordu toplantı.o sırada da üniversitedeki gibi basit bir sistemle bir kağıt ortada dolaşıyor ve gelenler isim,soyisim yazıp en şahşalı imzalarını atıyorlardı. biliyordum o kağıt er ya da geç bana da gelecek ve imza atmadan nasıl sıyrılacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. çünkü ben bir yabancıydım.konuşan konuşmacı en nihayetinde sözü bitirmiş ve orada olanların fikirlerini alıyordu.o herşeye atlayan abla kaldığı yerden devam ediyor,biri söz alınca sanki göbekleri beraber kesilmiş gibi bir ahenkle ona eşlik ediyordu. sanırım herkeslen göbeği bir kesilmişti. o sırada bukete göz ucuylan baktım. olaya oldukça hakimdi. sanki o da benim gibi bir yabancı değil,buranın bir yerlisi gibi davranıyordu. yüzündeyse ''hay amuna koyam,neden kağıt kalem getirmedim,ne güzel not alırdım'' gibisinden bir ifade vardı. toplantı bitmiş,kararlar alınmış,herkesin yüzünde mutlu bir ifade vardı. ben de imza atmaktan ''ben alttan alıyorum'' diyip yırtamayacağımı anlayınca sahte bir isim,soyisimle imza atıp,''acaba başıma bir iş gelir mi lan'' düşünçesiyle yanıp tutuşuyordum.
buket bana ''iyi oldu geldiğimiz,amma şey öğrendik değil mi? '' diye sordu. bense o sırada nokya 3310'uma bakıp içerde geçirdiğim süreyi hesap etmeklen meşguldüm. tam tamına 2 buçuk saattir içerdeydik. üniversitede hep sınavlara güzel bir asistan girmesini dilerdim.böylece ilk 10 dakikada sınavda hiçbirşey yapamadığımı anladıktan sonra,o ''ilk 45 dakika kimse çıkamaz'' klişesindeki 45 dakikayı doldurmak için o güzel asistanlarla kesişirdim. onların her ne kadar bu kesişmeden haberi olmasa da. buraya gelirken de kafamda bu vardı. güzel hatunlar kurmuştum kafamda.ama yaş ortalaması 45in üstündeyi.o da benle buket sayesinde bu kadar düşmüştü.tam bunları düşünürken aklıma bukete cevap vermek geldi,''evet ya çok iyi oldu,iyi akıl ettin gerçekten''.
bu olay 1 ocak tarihinde,sinema sendikacılarının rejisörler toplantısında gerçekleşmişti.sinema sendikacılarını(kısa adı sinesen),rejisörler toplantısını geçtim. en çok beni afallatan nokta 1 ocak oluşuydu. toplantı 12;30da başlıyor. taksime ümraniyeden uzaklığı 2 saat. benim 9da uyanmam lazım ve bu 9da uyanış 1 ocakta olacaktı.nasıl gelmiştim ben tufaya ?
31 aralık gecesi buket ''yarın işin var mı?'' diye sorunca heyecan sınırlarımı zorlamıştım. gerek heyecanın,gerek alkolün etkisiylen ''yok'' kelimesi oldukça uzun süre çıkmata zorlandı.''o zaman yarın rejisörler toplantısı var gideriz değil mi ikimiz?'' diye bir soru cümlesi daha yönelti bana.rejisör. sanki özellikle seçilmiş bir kelime gibi.
kulağa sanki ''resi'' gibi başlamak daha uygunmuş gibi geliyor ama ''jör''ekini ekleyince ''resi''yle başlamanın ne kadar yanlış olduğunu anlıyor insan. yine bu hataya düşüp ''resi.. '' çıktı ağzımdan. durdum soluk aldım. altı üstü ''rejisör toplantısı mı'' diyecektim..2. seferde de başarılı olamadım. 3te de. buket gülmüştü bana. iyi birşeydi aslında güldürmüştüm onu. ne de olsa kızlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanırdı. her ne kadar yalan olsa da,ben de kellerin ''kızlar kel erkeklerden hoşlanırlar'' yalanına inandıkları masumiyet ile inanıyordum bu yalana.''evet rejisör toplantısına'' dedi buket.
2 gün önce ikimizde sevgililerinden ayrılmıştık.benim daha önce bukete başarısız bir yavşama girişimim olmuştu. ama bu sefer. bu sefer ondan gelmişti bu teklif. neden burak,mert değil de o ortamda benlen yarın taksime gitmek istesin ki ? toplantı bahaneydi elbette. sonra oradan çıkıp birşeyler içecek,sinemaya falan gidecektik işte.''evet'' dedim ''gelirim tabii,işim de yok yarın''. ''o zaman saat 9.30da kapıda ol'' dedi buket.o an olayın sıcaklığla anlamamıştım.9,30da uyanmam lazımdı. saate baktım 4'ü çoktan geçmişti. benim gibi ortalama 11 saat uyuyan adam için 5 saatten az bir süre vardı. ama olsun buket ve ben,taksimde.
bu olayın üzerinde yaklaşık bir hafta geçmişti.ne toplantıdan sonra bir şeyler içmiştik, ne de sineyama gitmiş.hem iyi olmuştu.dünya masraf çıkacaktı. mecbur ben ödeyecektim bu masraflarını. kyk'nın verdiği öğrenim kredisiylen geçinen bir birey için oldukça fazla masraf demekti. böyle züğürt tesellisiyle avuttum kendimi. 5-6 kişi toplanıp boş vakit geçirmek için birebir olan böyük alış veriş merkezininin yolunu tuttuk. birşeyler yemek için bir yere oturuldu. benim de tok olduğum çok ama çok nadir anlardan biriydi. herkes işte soruyor birbirine ne yesek falan diye. ben ''bir şey almayacağım' tokum dedim.oradan atlayan baba yiğit bir abi,'' oğlum paran yoksa ben ısmarlarım'' diye atladı.''yok abi gerçekten tokum'' dedim.''ya bırak,paran yoksa çekinme bendensin'' dedi.o sırada parasız bir erkek imajı içine giriyordum gittikçe. param vardı lan işte niye üstüme geliyorsun.o an mutsuzluğun portresini çiziyordum. hoşlandığım kıza 5 parasız bir erkek portresiydi bu.
yemek faslı bitmiş,herkes özgürce mağazalara bakınıyordu.bense ''lan yarın maç var oynar mısın?' diye gelen bir mesajın ardından açılmış muhabbet neticesinde muratlan mesajlaşıyordum. normalde uzun süreli erkek mesajlaşması çekilmez ama bitmesi gereken beleş mesajlarım vardı. 5000 mesajtan ne kadar fazla artarsa o kadar hiçtim ben dünyada.buket yanaştı yanıma. ''kimlen mesajlaşıyorsun eski sevgilen mi? yoksa siz de mi barıştınız?'' diye sordu? siz de mi ? oraya de ekinin gelmesi için bizden başka birilerinin de barışması lazımdı.''yok hayır ya okuldan arkadaş'' dedim. ''ya öyle mi?'' dedi,''biz ahmetle bartıştık da.''.
Belki bu hayatımı anlamlı kılacak şu kimsesiz çocuklara bir faydan dokunur diye ben de bişeyler yazıyım.
Hikayenin adı: Herşey küçük bir iyilikle başladı.
Narin hayata her zaman umutla bakmasını bilen, küçük şeylerle mutluolan bir kızdı.
Aslında beklediğiniz kadar ne zengindi ne de öyle büyük bir ailesi vardı.
Onu hayatın zorlu şartları böyle yapmış ve istemeden yaşından erken olgunlaşmıştı.
Fakat herşeye rağmen elinden geldiğince yardım ederdi arkadaşlarına;
çünkü bilirdi ki arkadaşları onun bu dünyadaki ailesiydiler de aynı zamanda.
Birgün yolda giderken ağlayan bir yaşlı teyze gördü.
-Hayırdır teyze neden ağlıyorsun
-Tüm paramı harcadım;şimdi evime gitmek için otobüse verecek hiç param yok, dedi
Narin ceplerine baktı ve parasını ona verdi.
Teyze kıza teşekkür edip oradan ayrıldı.
Hayır hikayemiz burda bitmiyor, sonrasında yaşananlarsa çok daha ilginç
Teyze evine geldi ve ilaçlarını içti çünkü şeker hastasıydı. Ardından önceden yaptığı kekleri de alıp o kızı bulma ümidiyle o yere gitti. Fakat bulamadı,parayı yaşlı ve fakir bir teyzeye verdi. Keklerden yolda ağlayan bir çocuğa ikram etti;orda karnı aç olan küçük köpek yavrusuna da vermeyi unutmadı.Bu kimsesiz teyze eve giderken ekmek aldı. Evde onu bekleyen torununun karnı doydu.
Yani bu küçük kızımız bu teyzeye yardım etmeseydi bişey kaybetmezdi; ama bunun karşılığında bir yaşlı teyze, bir ağlayan çocuk, bir köpek,bir fakir çocuk mutlu oldu. Hayat inceliklerle güzeldir. insanlara küçük de olsa yardım etmek hayal edemeyeceğiniz kadar büyük bir sevgi zincirine dönüşebilir.
SON
(Ben de hikayede kendimi yazıyım dedim. Belki hikayedeki gibi bir iyilik daha büyük bir iyiliğe vesile olabilir.)
bir tane daha yazalım bakalım...
Küçük bir ülkede iki aşık yaşarmış, biri zalim kralın iyi kalpli kızı, diğeri ise fakir babanın gururlu oğluymuş.
Bir gün bu iki gencin birbirlerine aşık olduğunu öğrenen zalim kral bu iki gencin ölümüne karar vermiş ve bütün ülkeye duyurmuş.
Bunu öğrenen genç oğlan kızı kaçırmış ve doğruca kış mevsimine gitmişler:
-Kış bizi karlarının altında saklayabilirsin ne olur bu kraldan kaçmamıza izin ver. Demiş hüzünlü genç oğlan.
-Zalim kral karlarımı eritebilir bu iyiliği size yapamam demiş.
Kız ve oğlan tekrar kaygılı şekilde yola çıkmışlar bu sefer yaz mevsimine gitmişler:
-Yaz bizi denizine saklayabilirsin ne olur bu kraldan kaçmamıza izin verdiye isteğini dile getirmiş oğlan.
-Olmaz demiş yaz Zalim kral benim güneşimi söndürebilir lütfen buradan gidin demiş yaz kızgın bir şekilde.
Kız ve oğlan son çare olarak Bahar a gitmiş oğlan artık hıçkıra hıçkıra bahara dönmüş ve...
-Bahar ne olur bizi ağaçlarının arkasına sakla ne kış ne yaz bizi kimse iste...cümlesini bitiremeden zalim kralın askerleri tarafından vurulmuş ve oğlan oracıkta ölmüş bunu gören bahar kızı ağaçlarının arkasına saklayarak zalim kralın zalim askerleri ile savaşarak ağacındaki bütün yaprakları dökmüş sonunda zalim askerleri yenmiş fakat ağaçlarındaki bütün yaprakları döktüğü için yataklara düşmüş kız durmadan baharın iyileşmesi için çalışıyormuş ve sonunda bahar ağaçlarındaki yaprakları açarak sağlığına kavuşmuş...
Bundan böyle baharın kahramanlığını göstermek için baharın torunları ilk bahar ve son bahar olarak ikiye ayrılmış ve yine bundan böyle bahar mevsimi aşk mevsimi olarak anılmış.