bugün

hayal gücünden yoksun insanların son sığınağıdır.
sözünün eri olmaktır.
farklı ortam ve durumlarda bile bireyin benzer bir biçimde hareket etmesi.
yanlışlanamaz aksiyomlarla birbiriyle çelişmeyen bağlantılar kuran önermeler üzerine oturtulmuş düşünce ve davranışlar bütününü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğru bilgiyi bir matematiksel fonksiyon olarak düşünürsek; tutarlılık doğru bilginin türevidir. Ancak, tutarlılığın integrali doğru bilgiyi tanımlamaya yetmez. (+c'yi hatırlayalım)

Doğru bilgi, olmayan ve ulaşılmak istenen, aranan, amaçlanandır. Ve gerçek hayatta sadece tutarlı bilgilere sahip olabiliriz. Bu yüzden de tutarlılığın integrali her ne kadar doğru bilgiyi belirtemese de, doğru bilgiye ulaşmaktaki en büyük yardımcımızdır. Şimdi bir kaç örnek vermek istiyorum.

Yanlışlanamaz Aksiyomlar:

1-)Tanrı vardır ve ebedidir.
2-)Tanrı zaman dahil her şeyin yaratıcısıdır
3-)Tanrı boyutlar üstüdür
4-)Hayat bir sınavdır

Sonuçlar:

Tüm bu yanlışlanamaz aksiyomları kabul edelim...
Zamanı tanrı yarattığına göre, zamansızlık düşündüğümüzde tanrı için nedensellik ilkesinin olamayacağı açıktır. O halde her şey her zaman vardı diyebiliriz. O halde tanrı bu her zaman olan şeydir. Her zaman var olan her şeyin toplamını 0,99999.. olarak düşünürsek, tanrı bu sayının 1'e eşit olduğu sonsuzdur. Buradan yola çıkarak tanrının var edici değil yok edici olduğunu söyleyebiliriz. Neden mi? Yoktan var olan hiçbir şey görmedik. Ama vardan yok olan bir şey biliyoruz. Hayat enerjisi, yaşamak. Ama yeni canlıların, sperm ve ovum gibi zaten yaşayan hücrelerin birleşimiyle oluşmuş bir zigottan meydana geldiğini biliyoruz. Yani yoktan var olmuyor bu yaşam gücü. Ama varken yok olabiliyor. Buradan hareketle, tanrının var eden değil yok eden olduğunu söyleyebiliriz. Ve bir marangozun odunu keserek biçimlendirmesi ve masa yapması gibi o hep var olan, sonsuz varlıksal bütünü yok ederek biçimlendirdiğini söylemek mümkündür. Yani tanrının o 0,99999... u 1e eşitleyen gücü buradan gelmektedir. Bildiğimiz yaradılış hikayelerini tekrar anlatmaya gerek yok. Ve diğer aksiyomumuz hayatın bir sınav olması. insanların adaletsiz doğdukları ya da bir bebek ağlıyorsa tanrının olamayacağını söyleyenleri duymuşuzdur. Peki bu hayat bir sınavsa ve bizler şeytana karşı insan türünün üstünlüğünü ispat etmek adına birer gönüllüysek ne olacak? Yani biraz türk mantığıyla, "yüce tanrım beni gönder, ispatlıyım kanıtlayayım şeytandan üstünlüğümü" demediğimiz ne malum? Ya da çeşitli zorluk seviyelerinde hayat seçeneklerinin bize daha dünyaya gelmeden önce sunulmadığı ne malum? Bir bebeğe, sen bebekken çok acı çekeceksin, ama kısmen senin bu sınavda geçme notun 40, ya da bir zengine sen rahat bir yaşam süreceksin ama geçme notun 85 denilmediği ne malum? Dikkat ediyorsanız söylediğim şeyler birer yanlışlanamaz aksiyom. Ve yine dikkat ederseniz birbiriyle çelişmeyen bağlantılar kuruyorlar. Yani tutarlılar. Yani tanrının varlığının doğru ya da yanlış olduğunu bilemeyiz, ama tutarlı olduğu bir gerçektir. En azından benim cümlelerim ve terminolojim açısından, Doğru ile gerçeklik arasındaki farka gelirsek, bir şeyin tutarlılığının varlığı o şeyin o tutarlılığının gerçek olması demektir. Yani gerçek tutarlılığın varlığını tanımlarken kullanılan bir terimdir. Çünkü gerçeklik kesindir. Tutarlılık da kesin olan tek şeydir bu yüzden gerçek olan tek şeydir. ve bu yüzden gerçeklik tutarlılığın var olmasını tanımlayan özel bir doğru çeşidir.

yani tutarlılık, fenomenolojik görüngüler sonsuzluğundan ve görünene muhtaçlıktan bağımsız bir nesnellikteki gerçeklikle tanımlanan, doğru bilgiye ulaşmak konusunda yanlış ve tutarsız bilgileri eleyerek sonsuz kadar sonsuzu yok ederken, çok daha zorlu olan yanlışlanamaz bilgilerle dolu bir sonsuzu da önünüze yığan, kendi içine fenontoegzistan bir sistematik bütünüdür...
mantık sınırları içinde birbiriyle uyumlu olmak.
kişinin düşüncesiyle gerçeğin örtüşmesidir.
Mühim mevzudur, anlaşılması zordur, ilk bakışta aşık olup olmadığını anlayamaz insan.
Uzun uzun bakmak, süzmek, icabında kurcalamak gerekir. rasyonel davranışla ilişkisi içinde, önceliklerin belirlenmesi, ana ilkelerin ve çerçevelerin çizilmesi ile birlikte bir etik inşasının temellerini oluşturur, elbette bu da yetmez, her davranışın ve yol açtığı sonuçların ardından geri dönüp davranışa yol açan motivasyonların kontrol edilmesi, ana ilkeler ve amaçlanan hedeflerle uyumlu olup olmadığının denetlenmesi gerekir. Lafı bu noktada fazla uzatmıyorum, bir gün dört başı mamur bir ahlak felsefesi oluşturursam illaki haberiniz olur.

Geçenlerde avrupa insan hakları mahkemesi, bir fransa vatandaşının cumhurbaşkanı sarkozy’ye karşı “defol git gerizekalı!” şeklinde pankart açması üzerine para cezasına çarptırılmasını, ifade özgürlüğünün ihlali olarak değerlendirdi. bu örnek üzerinden gideceğim, beraber gidelim.

Rasyonaliteyi, amacın, ulaşılmak istenen hedefin rasyonelliği ve o amaca ulaşmak için gidilen yolun amaca uygunluğu olmak üzere iki koldan sorguladığımız gibi; tutarlılığı da, bu amacın bizim isteğimize/çıkarlarımıza uygunluğunda aramalı ve gittiğimiz yolu da bu doğrultuda sorgulamalıyız. Örneğin andromeda galaksisine gitmek istiyorsak ve bunun için Adana uçağına bilet aldıysak, rasyonel davranıp davranmadığımızın sorgulamasına, bileti ucuza alıp almadığımız noktasından başlamamız pek rasyonel olmaz.

Her neyse. dediğim gibi, burada dört başı mamur bir ahlak felsefesi kurmakla uğraşmanın lüzumu ilk etapta yok, deontolojik bir yaklaşımla pragmatik, sonuççu, faydacı bir ahlakı çeşitli ölçülerde harmanlayarak tartıp sürekli güncellemek üzerine tutum geliştirebiliriz örneğin. Bunu yaparken de, ölçülerimizi her bağlamda yeniden değerlendirmek gerektiğini unutmamalıyız mesela, temel tutumumuz bu olabilir. kim demişti hatırlamıyorum, pragmatizm teoride çok iyidir, ama pratikte pek bir işe yaramayabilir. Bunu da unutmamamız gerekir misal.

Örnek üzerinden gidelim. Avrupa insan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğüyle ilgili davalarda verdiği kararlarda, özellikle siyasetçilere yönelik gayetle hakarete varan, epey ağır ifadelerin bile ifade özgürlüğü kapsamında korunması gerektiğine yönelik bir vurgu yapıyor. Mahkemenin bu konuda yerleşik bir içtihadı vardır; eleştirinin sınırlarının kabul edilebilirliği, siyasetçiler açısından çok daha geniş tutulmalıdır, hatta bu sınırlar gitgide daha da esnetilmektedir. mahkeme her defasında, siyasetçilerin, sıradan sivil vatandaşlara göre eleştiriye daha açık olması gerektiğinin altını çizmektedir.

Yani mahkeme, birebir aynı ifadeyi, sokaktaki sıradan bir vatandaşa karşı yöneltmekle, bir siyasetçiye yöneltmek arasında bir fark gözetmektedir. Bunun gayetle haklı, mantıklı, rasyonel sebepleri vardır ve insan aklı bu sebepleri kavramaya doğru gitgide daha fazla yol kat etmektedir. Bu sebepleri kavramaya yönelik en ufak bir çaba göstermeden, “aynı ifade nasıl sıradan vatandaşa hakaret olurken cumhurbaşkanına eleştiri olarak değerlendirilir?” diye isyan ederseniz, tutarlılık ve adalet aramış olmazsınız, öküzlük yapmış olursunuz. bir öküzün öküzlük yapması tutarlı ve anlaşılır bir durumdur, hatta şirin bile bulunabilir; ancak bir insanın öküzlük yapmasını genellikle pek şirin bulmayız.

Pek çok durumda olduğu gibi, hukuki kararlar, birbiriyle çatışan menfaatler arasından hangisine öncelik verilmesi gerektiği üzerine yoğunlaşır. siyasetçiler, bulundukları konum itibariyle, verdikleri kararlarla bütün kamuyu ilgilendiren sonuçlara yol açarlar, dolayısıyla onların bütün kamuoyu önünde özgürce tartışılabilmesi, eleştirisinin özgürce yapılabilmesi, kamuoyu menfaati açısından hayati önemdedir. Bu yüzden, siyasetçinin saygınlığındansa, onun eleştirilebilme imkanının açık ve özgür tutulabilmesi daha çok önemsenmektedir.

Aynı şekilde, bir siyasetçinin yaptığı özel bir telefon görüşmesinin medya yoluyla servis edilmesi durumunda, görüşmenin içeriğinin kamuoyu açısından önemi belirleyici olmaktadır. bir tarafta bir insanın özel hayatının gizliliğinin korunması, öbür tarafta bütün kamuyu ilgilendiren bir mevzunun herkes tarafından öğrenilebilmesi söz konusudur, eğer ikinci menfaat birincisinden daha korunmaya layık görülüyorsa, özel görüşmelerin yayınlanması gayet meşru bir gazetecilik faaliyeti olur. Nitekim benzeri davalarda AIHM, söz konusu özel kayıtlar yasadışı dinlemeyle elde edilmiş olsa bile, bu kayıtları yayınlamanın ifade özgürlüğü kapsamına girdiğine dair karar vermiştir. Evet bu kayıtlar hukukdışı elde edilmiş olabilir, dolayısıyla bu kayıtları yapmak suç olabilir ve elde edilen deliller mahkemede kanıt olarak kullanılamaz; ancak kayıtların içeriği kamuoyunu ilgilendiren nitelikteyse, gazetecilerin bunu yayınlamasında kamu menfaati vardır ve bu da basın özgürlüğünün temelidir.

yani hukuk, çatışan menfaatler arasında sürekli bir denge kurar. aihm de, bir tarafta kişilik hakları, öbür tarafta kamunun bilgi alma hakkı yani basın özgürlüğü söz konusu ise, dengeyi basın özgürlüğünden yana kurmaktadır. Bu konuyla ilgili örnek bir karar, radio twist/slovakya davasıdır: http://hudoc.echr.coe.int...id”:["001-78603";]}

Bütün bunlardan anlamamız gereken şey şu: ahlak, belirli katı kuralların raptiye ile duvara tutturulmasıyla oluşturulan ve sürdürülebilen bir şey değildir, böyle bir tutarlılık arayışı, irrasyoneldir ve ahmakçadır. aynı davranış, aynı ifade, farklı koşullar altında farklı sonuçlar üretir, dolayısıyla her defasında kendi özgün koşulları çerçevesinde değerlendirilmelidir. her ifade, nerede, ne zaman, nasıl, kime karşı, kim tarafından, hangi koşullar altında söylendiğine göre farklı bağlamlara oturur ve farklı değerlendirilmeyi hak eder. eğer bu değerlendirme yapılmazsa ve her olay kendi özgün koşulları çerçevesinde değerlendirilmezse, işte o zaman adaletsizlik yapılmış olur. ve temel amacımız adaletse, ki öyle olmalıdır, bu durumda temel amacımızla tutarlı davranmamış oluruz.

bir örnek daha vereyim. Mesela, islama yönelik ağır bir eleştiri, misal atıyorum, “islam vahşi bir dindir” şeklindeki bir ifade, türkiye’de veya herhangi bir islam ülkesinde, bana göre kesinlikle ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir ve hukuk düzeni, böyle bir ifadeyi kullanan kişinin ifade özgürlüğünü korumaya öncelik vermelidir. Hatta ve hatta, böyle bir ülkede ifade özgürlüğü savunusu, tam da böyle ifadelerin savunusu üzerinden yürütülmeli ve bunun üzerinden mücadele edilmelidir. Bakın, ifadenin doğruluğundan veya yanlışlığından bahsetmiyorum, ifade özgürlüğü çerçevesinde korunmasının öneminden bahsediyorum.Sonuçta subjektif bir ifadedir ve kimisi için doğru kimisi için yanlıştır, ancak bu ifadenin dile getirilebilmesi, demokratik toplum düzeni açısından savunulmalı ve mücadele edilmelidir.

Ancak, müslümanların azınlıkta olduğu, ayrımcılığa uğradığı, hatta mesela her gün saldırıya uğradığı ve öldürüldüğü bir ülke varsa mesela, böyle bir ülkede “islam vahşi bir dindir” ifadesini kullanmak ve buna yönelik propaganda yapmak, bana göre etik değildir ve bir ifade özgürlüğü mücadelesi böyle bir ifade üzerine kurulamaz.Çünkü o ülkenin özgün koşulları değerlendirilecek olursa, öncelikli korunması gereken menfaat o ülkedeki müslümanların can güvenliğidir, bir mücadele verilecekse de buna yönelik verilmelidir. Yani yapılması gereken şey, o ülkede müslümanların yanında durmaktır, onların inanç özgürlüğünü savunmaktır, nefret suçuna maruz kalmamaları için mücadele etmektir.

Yani tekrar tekrar üstüne basayım: aynı ifade, farklı koşullarda, farklı bağlamlara oturur ve farklı anlamlara, dolayısıyla da farklı sonuçlara yol açar. “doğru” bir ahlak felsefesi, her şeyden önce bu ilkenin hesaba katılması ile kurulabilir ancak.Eğer derdiniz adaletse, her şeyden önce, tahakkümü dert edinirsiniz ve güç dengesi arayışında olursunuz, bu da, terazinin zayıf kısmını oluşturan tarafa destek vermekten geçer. Uluslararası hukuk da, insan haklarının korunması açısından bu yönde bir tutuma ağırlık verir.

Eğer bu noktayı anlamazsanız, saçma sapan, irrasyonel ve ahmakça bir tutarlılık arayışını “ahlak” zanneder, karşınıza çıkan her şeyi de bu ahlak zannettiğiniz ahlaksızlıkla yargılamaya kalkarsınız. Hele bir de, “ahlak” kavramını bizzat böyle saçma bir tutarlılık olarak bellerseniz, ahlaktan bahsettiğini gördüğünüz herkeste bu saçma tutarlılığı aramaya başlarsınız, beklentiniz doğal olarak gerçekleşmediği için “ahlak diyodun ama bak burada tutarsızsın, ne haber?” diye saçmalarsınız.Mesela daha açık olması için örnek vereyim, “ahlaktan bahsediyorsun ama bir yandan da eşcinsellerin özgürlüğünü savunuyosun, ne iş?” diye sormak. Bunu diyen niçin saçmalamıştır? ahlaktan bahsettiğiniz için sizin ibrahimi dinlerin ortodoks ahlakını savunduğunuzu zannetmiştir, o yüzden saçmalamıştır.

Velhasıl, ortada size tutarsızlık gibi görünen bir şey varsa, bu sizin ahmaklığınızdan ve cehaletinizden kaynaklanmaktadır, Karşınızdakinin “ahlak” derken neyden bahsettiğini anlamak için en ufak bir çaba gösterme zahmetine katlanmamanızdan, fikri tembelliğinizden, cahil cesaretinizden, kalıplaşmış mermer kafanızdan kaynaklanmaktadır. karşınızdakinin nasıl bir ahlak felsefesine sahip olduğunu anlamadan, sırf ahlaktan bahsetti diye kendi kafanızdaki sefil ahlaki kurguları karşınızdakine atfetmeye kalkarsanız, sırf “tanrı”dan bahsediyor diye spinoza’ya “tanrı tanrı diyorsun ama daha iki rekat namaz kıldığını görmedik” demekten farklı bir şey yapmış olmazsınız.

Milliyetçilik mevzusuna gelelim.

Anayasasından bütün eğitim müfredatına kadar türk milliyetçiliği üzerine şekillendirilmiş bir ülkede, herkesin çocukken yıllarca “ne mutlu türküm diyene” diye bağırtıldığı bir ülkede, anayasal olarak herkesin zorla türk ilan edildiği ve bunun üzerinden bütün etnik azınlıklara yönelik anadil ve kültürel hak gasplarının yaşandığı, ayrımcılığın norm haline getirildiği bir ülkede, insanların “ben kürdüm” dediği için türlü çeşit zulme maruz kaldığı bir ülkede, “ben türküm” demekle, “ben kürdüm” demek aynı şey değildir, aynı bağlama oturtulamaz ve aynı çerçevede değerlendirilemez. “ikisi de milliyetçilik, ne farkı var, niye birini dert edinip diğerini dert edinmiyorsun?” diye sormak, ahlaki bir kaygının, adalet ve tutarlılık arayışının eseri değil; avantajlı tarafta olduğu için, bu konuda hiçbir ayrımcılığa maruz kalmamış olduğu için sağlıklı ve adil düşünmekten aciz bir ahmaklığın eseridir. Böyle bir ülkede “ben türküm” demek ve bunu gururla vurgulamak, güçlünün, çoğunluğun tarafında olmanın verdiği rahatlığın, kibrin ve gururun, yapılan bunca hak gaspının ve ayrımcılığın süregitmesinden rahatsızlık duymamanın emaresidir, kısacası ahlaksızlığın emaresidir. Fakat “ben kürdüm” demek ve bunu üstüne basa basa vurgulamak, sadece ve bütünüyle bir haysiyet meselesidir, hak ve adalet arayışıdır. Bunu idrak edememek, hiçbir zaman türk milliyetçiliğini dert edinmemiş ve derinden bir hesaplaşma yaşamamış bünyelerin kürt milliyetçiliğinden bahsetmesine neden olur. Aynı durum, farklı azınlık ve öteki kimlikler için de geçerlidir. insanlar “ben de varım” diyebilmek için kimliklerini vurgularlar, mesela “ben de varım” diyebilmek için eşcinselliklerini yüksek sesle vurgularlar, “ben eşcinselim ve beni yok sayamazsınız, bana ayrımcılık yapamazsınız” demek isterler bu vurguyla.Onların maruz kaldıklarına ve bu maruz kalmaları üzerinden şekillenen hassasiyetlerine empati yapmaktan aciz bünyeler, “tamam eşcinselsen eşcinselsin, anladık, niye her fırsatta gözümüze sokuyosun, niye zırt pırt vurguluyosun?” diye saçmalarlar.Hatta ve hatta, “niye eşcinsellik kimliğine yapışıp kalıyosun, kimlik siyaseti yapmayalım, hepimiz insanız” vs. gibi saçmalayarak iyi bir şeyler söylediklerini zannederler.insanları kimliklerini vurgulama ihtiyacına yönelten sistemi, çoğunluğun ve güçlünün tahakkümünü dert edinmezler.Evet, bir eşcinsel, bir eşcinselden fazla bir şeydir, eşcinsel olmaktan başka pek çok niteliği veya kimliği vardır; ancak siz onu eşcinselliği üzerinden vurursanız, eşcinselliği üzerinden ayrımcılığa maruz bırakırsanız, eşcinselliğini yok sayarsanız, o da her şeyden önce eşcinsel kimliğine sarılma ve öne sürme ihtiyacı hisseder, bu da gayet doğal ve insani bir tepkidir.

Velhasıl, bu ülkede, kürt milliyetçiliğini yaratan şeyin türk milliyetçiliği olduğunu idrak etmeden, türk milliyetçiliğine eşit güçte bir kürt milliyetçiliği varmış gibi, “ikisi de milliyetçilik” diyerek eşitlemek ve kürt milliyetçiliğinin eleştirisine türk milliyetçiliği kadar öncelik vermek, ahlak ve tutarlılık değil, ahlaksızlığın, tutarsızlığın daniskasıdır. Ben türk milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik veriyorum, ve anayasanın 2. maddesi, 66. maddesi orada durduğu sürece, milli eğitim kanunundan yüksek öğretim kanununa kadar bütün kanunlar öylece durduğu sürece, bütün milli eğitim müfredatı türk milliyetçiliği propagandası yaptığı sürece, kürtlere yönelik bütün hak gaspları sona erdirilmediği ve anayasal güvenceye kavuşturulmadığı sürece, böyle yapmaya devam edeceğim. Bu ülkede türk milliyetçiliğini meşru ve olması gereken şey olarak benimseyenlerin oranı nüfusun yarısından fazlasına tekabül ederken, bu oranla kıyasalanamayacak düzeyde bulunan kürt milliyetçiliğini hedef bellemek, adalet değil adaletsizlik arayışının göstergesidir.Ne zamanki devlet ve ideolojik aygıtları türk milliyetçiliğinden tamamen arındırılır, o zaman türk milliyetçiliğinin doğrudan yarattığı bir şey olan kürt milliyetçiliğinin de zemini büyük ölçüde ortadan kalkar. Derdiniz milliyetçiliğin topyekün ortadan kalkması ise, takınmanız gereken tutum, gitmeniz gereken yol açıktır.

Eşit güçte olmayan tarafları, hayali bir zemine çekip eşitlemek, adalet değil adaletsizliktir.Hele hele, hiçbir zaman türk milliyetçiliğinin eleştirisini dert edinmemiş bünyelerin, yazdıklarının yüzde doksanı kürt milliyetçiliğinin eleştirisine yönelen bünyelerin tutarlılıktan, adaletten bahsetmesi ve türk milliyetçiliğinin eleştirisine öncelik verenleri tutarsızlıkla itham etmeye kalkması, hiçbir zaman idrak edemeyecekleri bir zavallılığın ürünüdür.ideoloji, epey hazin bir şeydir nitekim.

Bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeyi anlamadığınız sürece, aynı ezberleri, aynı refleksleri sergilemeye devam edip duracaksınız, “niye kürt milliyetçiliğinden bahsetmiyosun, biraz da onları eleştirsene” diye yakınmaya devam edeceksiniz. istediğiniz şey, görmek istediğiniz şey adalet değil, tutarlılık değil. sizin o sefil hassasiyetlerinizi okşamamı istiyorsunuz, o korumaya çalıştığınız gururu okşamamı istiyorsunuz, kürt milliyetçiliğine vurarak sizin gazınızı almamı istiyorsunuz, türk milliyetçiliği yapmakta çok da haksız olmadığınızı, yanlış bir şey yapıyorsanız bile bu konuda yalnız olmadığınızı hissetmeye ihtiyacınız var, ama o istediğiniz şeyi size vermeyeceğim, çünkü bu size kötülük yapmak olur, sizin, içine sokulduğunuz ve çıkmamakta direndiğiniz fanusun içinde tutunmaya çalışmanıza katkı sağlamak olur.

Bu ülke, bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeyin tam tersini resmi politika olarak belirlediği için bu halde. Bu yüzden aihmde en çok mahkumiyet alan ülkeyiz. Bu yüzden bu kadar yaşanmaz bir ülkeyiz.Bu ülkenin hukukçuları, adaleti değil devleti korumaya öncelik verdiği için bu noktadayız.

Benim yazarken bir amacım var ve o amaca binaen, gayet tutarlı bir tutum içindeyim. artık bu tutarlılık eleştirisinden sıkılın ve biraz düşünmeye çalışın. beni önce anlayın, ondan sonra dilerseniz tekrar nefret edersiniz.

//alıntıdır//
Hiç olamadığım ve bende çok az bulunan bir sıfat.
Özellikle de siyasetçilerin sözlükten anlamına bakmasını istediğim kelime.
çoğu insanda bulunmayan şey. Mesela polisten dayak yiyip bundan şikayet eden bir gezi eylemcisini bir başka insan polisten dayak yediği zaman oh olsun derken bulabilirsiniz. Bu bok kadar değeri olmayan gerizekalılar çelişme konusunda kaşarlaşmıştır. Hayatlarına yön veren şeyler sistematik kendi içinde tutarlı fikirler değil harlayıp sönen duygular;kin ve nefrettir.
boğazımda düğümlenen sancılar asırlar kadar eski,
hayır hayır yeni doğan bir bebek kadar isimsiz..

yaşamaya neşeli ve istekli,
ah aslında karamsar ve her an bitebilir gibi..

tanım: çelişkilerden uzak olma durumu..
Türkiye'de insanların söylemlerinde sağlayamadığı şey.
Neyi savunuyorsan savun, insanların seni saygın bulması için gereken davranış biçimi...
"Sokaktaki adamın fikirleri mantıki bir tutarlılığa sahip değilse de, yaşadığı çerçeve içine konduğu zaman bir tutarlılık kazanmaktadır." Şerif Mardin