bazı filmler vardır. ne kadar izlenilse de eskimez. her izlenildiğinde daha önceki izlemelerin üzerine bir şeyler katılır. her izlenildiğinde aynı duygu düşünceler tekrar uyanır. bunlar sanki film değil de sanki bizim birer anımız gibi yaşamımız da yer eder. bir yerde konuşulduğunda, karşımızdakilerle sanki aynı anıyı paylaşmışız gibi kahkahalar atar, üzülür. hababam sınıfı örneği bu tanımlamanın örneğidir.
başlangıçtaki 7 dakikalık ingiltere klibiyle gerçekten de ingiltereye giriyorsunuz, pasaportunuz olmadan, vizesiz, dünya vatandaşı sıfatınızla. ve bu size aslında ne kadar da saçma sapan şeylerin olduğu bir dünya hakkında fikir veriyor istemeden. falkland savaşında babasını kaybetmiş bir çocukla karşılaşıyoruz ingiltere'de. bir de punk tayfayla. bu ikisinin kesişimi bize ingiltereyi veriyor işte. 1980lerin ingiltere'sini.absürtlük denizinin içinden bu kadar samimi bir balığın çıkması işte bu en başta dediğim samimiyetten ileri geliyor ve this is england ı anılarımızdan biri yapıyor.
filmin sonunda isminin ne kadar da yalan olduğunu anlıyorsunuz.burası ingiltere değil. burası dünya. bizler de insan.
2006 yılında ingiliz bağımsız film ödüllerinde (british ındependent film awards) 7 dalda aday gösterildi ve "best british ındependent film" ile "most promising newcomer " dallarında iki ödül kazandı. aynı sene londra film festivalin de de bir ödül kazandı.
film 1983 yılında ingiltere de yaşayan 12 yaşındaki shaun'un içine kapanık yaşantısından, yeni arkadaşlıklara uzanan hikayesi anlatıyor. ingiltere deki kültür çatışmaları, ekonomik zorluklar ile ırkçılık gibi sorunları gözler önüne bir çocuğun hayatı içerisinden sunuluyor. 85 dakikalık hem duygusal, hem komik bir film.
film konusu ve oyunculuğun yanında soundtrackleri ile de ön plana çıkmaktadır.
--spoiler--
Shaun rolündeki ufaklık her yola çok sağlam girmektedir, nasıl olurda 10'lu yaşlardaki bir çocuk o kadar içten öpüşebilir, esrarı çektikten sonra gözleri kayar gider. Punk rolünü oynayan tanınmamış ingiliz oyuncular nasıl bu kadar güzel bir performans gösterebilir. Atsızcıların filmi izlemeleri özellikle gerekmektedir. Önce dövüp sonra üzülmek sadece bize ait bir özellik değil demek ki.
--spoiler--
soundtrackındeki 13, 17, ve 21 numaralı şarkılara hasta olduğum film.
isimleri yabancı, zaten şarkılarda da söz yok, piyano falan var diyerek hodukce bitireyim.
ırkcılıga güzel ve underground bir bakış atan film. etrafınızda bıdıbıdı yapan olmadan gece geç saatlerde açıp izleyin, filmi hissedin.
amerikan history x'in ardından bu filmi izlemek dudaklarda bir tebessüme yol açmaktadır. milliyetçilikle ırkçılık arasındaki ince çizgiye vurgu yapan filmde, ırkçı rolü biçilen elemanlar kuru kuruya ırkçılık yapmaktadırlar. tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi...
skinhead elemanlara dikkatli bakıldığında hiç birinin bi baltaya sap olamadığı görülmekte. hiçbir sike sap olamamış bu yeteneksiz ve donanımsız insanlar pakistandan gelip ingilterede çalışan insanların kendilerinin işsiz kalmasının baş sebebi olduğuna inanıyor. uyuşurucu kullanan, adam öldüren ingiliz, markette domates biber satan pakistanlıdan daha değerli vatandaş olduğunu düşünüyor.
yani elemanlar sabahtan akşama kadar köşebaşında oturup bira içtikleri, ot sardıkları, adam öldürdükleri için işsiz değiller, kraliçelerinin zamanında sömürdüğü bir ülkenin vatandaşları (kaçınılmaz olarak) daha sonra o ülkeye çalışmaya geldikleri için işsizler. ne güzel hesap.
bana bizim ülkemizi hatırlattı bu tablo.
pkk'ya "personel" yetiştiren şehirlerdeki insanlar da, çocuklarını, kızlarını okula göndermedikleri, bir gazete alıp okumadıkları, eğiimsiz kalmaya direndikleri için değil de, devlet, "onlar geri kalsın diye" uğraştığı için işsizler.
valla süper hesap. ilginç bir film. bilmediğimiz bir şey söylemiyor. sadece yeniden düşünmeye sevkediyor bu film. bulduğunuz yerde affetmeyiniz, izleyiniz.
yönetmenin shuan karakteri ile kendini anlattığı filmdir. filmin sonundaki ingiltere bayrağını denize atıp devleti, bayrağı önemsememe, bir nevi 'aydınlanma' durumu bana şunu çağrıştırdı;
- acaba bu film türkiye' de çekilmiş olsaydı ne olurdu?
- filmin sonunda milliyetçilikten muzdarip biri türk bayrağını alıp denize atsaydı ne olurdu?
korkarım çok kötü şeyler olurdu. zira atatürk' ün evine bomba konuldu gibi asparagas eylemlerle 6- 7 eylül olaylarını planlayanlar ülkemizde başarılı olduğu sürece, demokrat parti' nin vakti zamanında çıkardığı 'atatürk' ü koruma kanunu' oral çalışlar' ın da belirttiği üzre, kaldırılmadığı sürece, 301 benzeri onlarca madde anayasadan çıkarılmadığı sürece; deniz gezmiş' i de anamazsın bu memlekette, midnight express le de yüzleşemezsin, yılmaz güney filmlerinden korkarsın, 1 mayısa izin vermezsin falan filan işte...
thatcher ve reagon döneminde dünyaya yayılan liberal ekonomi davası ve ucuz iş gücü davasına ingiltere ye göç eden 3,5 milyon pakistanlı' yı kendilerine düşman belleyerek; kapitalizmin zararlı yönünün 'en zayıf kitlelerden olan' göçmenlerden geldiğini sanarak ırkçılığa meyletmiş gruplara başlangıçta sempati duyan bir gencin hikayesidir. işsizliğin had safhada olduğu ingiltere' de kapitalizme karşı yönlendirmeleri gereken öfkelerini en masum insanlara doğrultan cani milliyetçi çetelerin 'gereksizliğini' gösterir.
türkiye' de ise olaylar şöyle gelişir, arada bağlantı kurmak farzdır;
- (istanbul ve bilhassa izmir gibi burjuva kentlerinde, beyaz türk yaşam sahalarında) dönen,
- kürtler sardı dört bir yanımızı, rahat edemez olduk buralarda... geyikleri bu karşılaştırmanın nesnelerinden bir tanesidir. kapitalizme öfkelenmemiz lazımken hıncımızı kürt vatandaşlardan çıkarmamız kadar saçma birşey olamaz. bak kapitalizm orada, iktidarda duruyor. akp kapitalizmin ta kendisi, git ona kız bağır. masum kürt vatandaşımızın boğazından düş artık.
frankfurt ekolünden max horkheimer' ın çok sevdiğim bir lafı vardır, bu şarkı da benden ulusalcılara gitsin;
- kapitalizm hakkında konuşmayanlar, faşizm hakkında sussunlar.
'83'te ingiltere'nin içinde bulunduğu savaşta babasını kaybeden bir çocuk shaun, 12 yaşında. babasının ölümü onun hatası değil, peki insanlar neden devamlı babası hakkında konuşuyolar! suçlayacak birilerini arıyor. şimdi kimi suçlasın, hımm, thatcher'ın neo-liberalist/kapitalist politikalarını mı, neo ne? 12 yaşında o daha, ne bilsin! o zaman, 'o şerefiz pakistanlıları' suçlasın, 'işlerini elinden alan siyah böcekleri, ucuz iş gücü sağlayan soysuz piçleri' suçlasın. halbuki o kalbinde babasının onurunu taşıdığını öğrenmeden önce sadece stres atarak kendine bakabilirdi, yeni skinhead arkadaşları onu aralarına almıştı. onlarda insanlığı görebiliyordu, onlar sadece eğlenmek isteyen, can sıkıntısına ve haksızlığa dayanamayan gençlerdi. sonra combo geldi, ona orijinal dazlakları gösterdi, babasının ölümünün suçlusunun pakistanlı bakkal olduğunu, top oynayan müslüman çocuklar olduğunu hatırlattı. yeni oyununda takdir edilmektan hoşlandı shaun, küfretmek çok basit, bıçak sendeyken yarışmak çok kolaydı. arkadaşları onu terk etti, ama onlara ihtiyacı yoktu! onun bir kız arkadaşı, ona değer veren has dazlakları vardı.
ama olaylar combo'ya göre öyle değildi tabi, hapiste onu bir şeyler değiştirmişti elbet, ama o aslında tek biriyle ilgileniyordu, ve kızın ondan nefret ettiğini öğrenene kadar o da zararsız bir saldırgan olmaya alışmıştı. öfkesini çıkarmak için boş evleri talan etmezdi o, onlar mazideydi. artık bir intikam savaşçısıydı! bir düzen bekçisi! sadece kafası karışıktı. onun için de biraz tütün, biraz 'mal' yeterdi.
milky'mi? jamaikalı olmak büyük bir günah. hem de ingiltere'de... soylu insanların yaşadığı, güneşin batmadığı ingiltere'de. arjantin güneş'e yol açadursun; tanrının bekçisi, ülkesinin yenilmez savunucusu, kendisi için kız arkadaşını bırakan milky'ye kızmak için kendini zorluyordu.
onlar ırkçı değiller, nazi değiller, milliyetçiler. filmin sonunda bunları milky'nin sırıtışında da duyabiliyoruz.
filmin başarısına gelelim, american history x ile sıkça karşılaştırılan film anlatım biçimiyle diğer ırkçılık filmlerinden sıyrılıyor. öncelikle, this is england bir dönem filmi, bir çocuğun gözlerinden izliyoruz olayları. ırkçı combo'nun milky'ye yaptıklarından sonra döktüğü gözyaşları belki de bu filmi farklı kılıyor. american history x'in başarısında yatan öz ve çarpıcı senaryo bu film içinde uyarlanabilirdi, yönetmen bunu tercih etmiyor, hatalar, tercihler ve skinheadleri anlatıyor.
kendinizi olayların içinde hissettiren bir oyunculuk var, woody size dönüp sesini değiştirerek 'aym haavi en aym hiya tu giv yüu çip.' diycekmiş gibi geliyo izlerken, herkes yanıbaşınızda, sizin gibi konuşuyomuş gibi. rolün başarısından değil gerçekliğinden bahsediyorum, etkilenmiyorsunuz, hissediyorsunuz. combo rolünde stephan graham olağanüstü, shaun'u oynayan veletse hepsinden cesur olmalı, o iğrenç öpüşme sahnesine hangisi dayanabilirdi acaba? için şakası bi yana, şımarmıyor, cremotorium'un da dediği gibi her role çok sağlam giriyor.
yönetmenler hayatının filmini yaptığında genelde çarpıcı oluyor zaten, yönetmenimiz shane meadows'da, kendinden bahsettiği için belki de, çok özenmiş filmine. bunu anlamak için müzikleri duymak yetiyor zaten. bir dönem filmi yapmanın getirdiği zorlukları çok iyi idare etmiş, filmde yabancı duracak elemanlar aradım her yerde, bulamadım.
this is england, aldığı bafta'yı, ve daha fazlasını hak eden, 2006'nın en iyi filmlerinden. günümüzde yaşanan olayları ve politik sıkıntıları içinde görebileceğiniz ve tüm olan biteni ayar manyağı yapan bir film. bulduğunuz yerde kaçırmayın.
80'lerde, falkland savaşı sürerken ingiltere'de artan göç oranı ve buna bağlı olarak artan işsizliğin anlatıldığı film, samimiyeti ve dürüstlüğüyle; mesajlarını kafamıza vurmaktansa aklımıza kazımasıyla; oyunculuklarla; müziklerle; sadeliğiyle... kısacası her şeyiyle öne çıkıyor!
shaun isimli, babasını falkland savaşı'nda kaybeden bir çocuğun düştüğü yalnızlık duygusu ile başlayan film, bulduğu arkadaş çevresinin serseriliğiyle devam ediyor... filmi izlerken adeta filmin içine kapılıp aynı duyguları hissediyorsunuz! gençlerin düşmüş olduğu boşluğu, işsizliğin vermiş olduğu stresi, ırkçılığı... tüm duyguları tadıyorsunuz...
bir dönem filminden ne beklenirse, cevabını bulabileceğiniz bir film this is england. bilhassa kendilerinin milliyetçi olduğunu iddia eden nazi bozması ingilizleri gördükçe, küçücük zihinleri nasıl doldurduklarını ve "kendilerinden" olmayanlara nasıl baktıklarını fark ettikçe, ırkçılığın safiyane tadını alıyorsunuz; şiddetli bir reddedişe rağmen ırkçılık! özellikle son sahnelerde anlıyoruz bunu.
ancak film olumsuz bir duyguyla bitmiyor, filmin temeline hakim olan karamsarlık son periyotta kendini "güzel günler gelecek" umuduna bırakıyor.
oyunculuklarda 7'den 70'e, ufak rollerden baş rollere herkesin hakkını vermek lazım; hatasıza yakın oynamışlar... ve karşılığını da gelecek vaadeden oyuncu, 2006 londra ingiltere sinema yeteneği gibi bir çok ödülü kazanmışlar...
bir dönem filmi olarak diğer benzerlerinden farkı, mesajlarını klasik yolla vermemesi; bir çocuğun gözünden, neredeyse aynı saflıkla olayları göstermesidir. izlenilesi ve üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir film, gelecekte eminim ki "kült" sıfatını alacaktır...
2 senedir elimde durup da, izlemek için şu günün sabah saat 05:00'ini seçmiş olduğum filmdir. bittikten sonra "bu filmi bunca zamandır izlemeyen kafamı zikim!" dedirtmiştir.
ilk önce thomas turgoose denen çocuğun ve stephen graham'ın oyunculuklarından bahsetmek isterim. vay mınıskym! bu kadar. başka da bir şey demiyorum.
filmi öncelikle tür olarak ele alacak olursak, müthiş bir dönem filmi. yani öyle büyük setler, hayvani ambiyanslar yok. ama elleri öpülesi görüntü yönetmeni ve senarist sayesinde o ufak tefek mekanlarda geçen film resmen şahane bir dönem filmine dönüşmüş. girişteki 1980'lerin ingilteresi'ni gösteren nostaljik videonun ve gayet başarıyla seçilmiş müziğin etkisini de unutmamak lazım. şimdi "lan sanki 1980'lerde ingiltere'de yaşadın" diyenler olacaktır. hemen söyleyelim, margaret thatcher dönemi ingiltere'nin muhafazakar iç politikası ve özellikle filmin merkezindeki falklands savaşı üzerine vaktiyle bir şeyler okumuşluğumuz, izlemişliğimiz vardır.
--spoiler tehlikesi--
öncelikle şunu belirtelim: bu filmin kötü adamı ne combo, ne de o iri yarı dazlak amca. bu filmin kötü adamı falklands savaşı. filmdeki karakterlerin hayatını karartan tüm düzenlerini altüst eden şey, dünyanın bir ucunda yaşanan ufak çaplı bir savaş.
filmin ana konusu, babasını falklands savaşı'nda savaşta kaybetmiş 12 yaşındaki küçük bir çocuğun bir grup skinhead'e rastlamasını ve onların arasına kabul edilmesiyle yaşadığı olaylar. arka planda ise, skinhead olgusunun kimseye zararı olmayan apolitik bir trend iken, nasıl yavaş yavaş bir neo nazi hareketine dönüştüğü anlatılıyor. bu yönde ilk mesaj filmin başlarında veriliyor. shaun'ın woody ve ekibine ilk rastladığı alt geçitte skrewdriver yazısı göze çarpıyor. skrewdriver normalde punk rock yapan bir skinhead grubu iken, o dönemde(1983-1984) yavaş yavaş aşırı sağ bir kimlik bürünmeye başlamış ve nihayetinde ilk neo nazi rock grubu olmuştu. filmde özellikle british national front'un skinhead gençliği nasıl kendi saflarına çektiği izleyicinin gözüne gözüne sokulmuş.
filmi american history x ile karşılaştırmak çok büyük bir hata olur. zira american history x ırkçılık üzerinden nefretin bir tahlilini yapmaya çalışırken, this is england böyle bir amaç gütmüyor. bir dönem filmi olarak kalmaya gayret ediyor ve bunu başarıyor. konu olarak sadece küçük shaun'ın kendisini çok aşan bir grubun içinde klavuzu olmayan bir gemi gibi bir oraya bir buraya savrulmasına odaklanıyor.
filmin sonunda kötü adam ölüyor, yani savaş bitiyor ve shaun içinde bulunduğu fırtınadan sağ salim kurtuluyor. hayatının o kısa dönemine bir sünger çekiyor.
kötü adam falklands savaşı dedik ya. bu filmdeki asıl kurban da kimseye zararı olmayan skinhead trendi. milky bile kurtuluyor ama skinhead modası falklands savaşı ile beraber ölüyor.
--spoiler tehlikesi--
Yönetmenliğini shane Meadows'un yaptığı harika filmin senaristliğini de shane meadows yazmış. "Burası ingiltere", 80'li yıllar ingiltere'sinin politik ve toplumsal atmosferini gerçekçi biçimde ortaya koyan ve milliyetçilik ile ırkçılık arasındaki ince çizgiyi vurgulayan bir politik dram. ingiliz faşizmi'ni sözünü sakınmadan eleştiren ve 2007 yılındaki bafta ödülleri'nde "En iyi ingiliz Filmi" seçilen yapım, dönemi 12 yaşındaki yetim bir çocuğun gözünden anlatıyor.
Yönetmen : Shane Meadows
Oyuncular : Thomas Turgoose, Stephen Graham, Joseph Gilgun, Andrew Shim, Vicky Mcclure
2007 ingiltere yapımı, 101 dakika.
film, ırkçılığı anlatmasından ziyade, bunun bir çocuğun gözünden nasıl olduğunu anlatmayı çok iyi başarmıştır. zaten yönetmen, çocukluğunu anlattığını (hikaye olarak tabii) dile getirmiştir. şahane bir "dönem filmi"dir ve bir o kadar da öğreticidir.
pakistanlı market sahibinin duvarını boyarken, "*off'da kaç f vardı?" diyen eleman ile faşizmin, aslında neyin ne olduğunu bilmeyen bir avuç gaza gelen dingilin yediği boklar olduğunu bir kez daha yüzümüze vurmuştur. Sorsan ogün samast'ı de'yi da'yı ayırmayı bilmez, ama "türklüğe hakaret etti" diye türkçeyi çok çok iyi kullanan bir "ermeni" yazarı öldürdü. bunu izledikten sonra die welle filmini de izleyin tam bir libertarian olursunuz valla.
80'lerin ingiltere'sindeki skinhead-bonehead çekişmesini en iyi yansıtan filmlerden birisidir. faşist dazlakların, popüler anarşist punk gençliğinin arasına sızarak kendi tabanını yaratmak amacını, dönemin diğer kritik siyasi unsurlarıyla birlikte (falkland savaşı,göçmenlere yönelik uygulanan ırkçı politikalar...) başarıyla kayda almıştır. bir alt kültür filmi demek de yanlış olmaz.
hem dönem filmi olarak, hem filler dövüşürken ezilen çimleri yani emperyalist hükümetler savaş açıp, sömürürken ezilen halkları(kendi milletleri dahil) göstermesi, cahil, yoksul bir kitlenin nasıl provake edilip, olmayan bir gerçek için dövüştürülebileceğini, dahası asıl gerçeği(kapitalist düzenin ağa babalarının ya da demir leydilerinin savaş ekonomisi ve gelir dağılımındaki eşitsizlik ile halkı yoksullaştırması, insanı yok sayan kapitalist düzende sömürmesi) ört bas etmek için bunun kullanılması, skinhead lerin tabanından ırkçı devşirilmeye çalışılması ve hayatın her safhasında, toplumun her katmanında, farklı olanın hor görülmesi, hoşgörüsüzlük çok güzel anlatılmış.
--spoilergibi örnek--
filmin başında ispanyol paça pantolan giydiği için hem pakistanlı market sahibi tarafından hem de okuldaki öğrenciler tarafından hor görülen shaun, siyah olduğu için combo'nun hor gördüğü milky, tüm ırkçıların düşman bellediği göçmenler vb.
ve hoşgörüsüz pakistanlı market sahibinin dükkanını yeni ırkçı arkadaşlarıyla basan shaun'ın intikamı, rüzgar ekmenin fırtına biçmeye neden olacağını çok yerinde anlatmış. o sahnede combo'nun söylediği söz: 'senin dengin bu çocuk değil, benim, onun babası bu ülke için öldü ' lafı da çok manidardır.
--spoilergibi örnek--
filmdeki en insancıl ve önyargısız insanlar; shaun'un annesi, woody ve smell. ve yüce gönüllü milky.
kadın erkek ilişkilerine de etkili dokunuşlar yapan senaryo gerçekten güzel kurgulanmış. dönem filminin hele ki falkland savaşı üzerinden ırkçılığı ve insani değerleri işleyen bir filmin ağırlığı, duygusal temaslar, punkçı gençlik, müzik ve doğa görüntüleri ile çok güzel harmanlanmış.
filmin baştan sona müzikleri seyirciyi filmin içine çekerken, yer yer klip havasında sahneler filmin ritmini arttırmış.
filmin mihenk taşlarından biri de kiliseye özellikle aile faktörüne, babanın önemine yapılan vurgu ve sevgi, sevilme arayışının insana neler yaptırabileceği. combo'nun tüm hırçınlığının temelindeki sevilme ihtiyacı ve baba, aile özleminin verdiği kıskançlık, milky'i hırsla ölesiye patakladığı sahnede ayyuka çıkmakta.
en nihayetinde yüzü kan revan içinde kalmış milky'nin suratına bakınca ne yaptığını anlayan combo'nun içinde kıskançlık ve sevgisizlik ile bastırdığı insaniyet ortaya çıkarak filmin sonunda humanizmin kazanması için umut kapısı açık bırakılmıştır.
film; yönetmen, senaryo, kurgu, oyuncular açısından çok başarılı, vermek istediği mesaj açısından etkili, hissettirdiği duygu açısından hoş, müzikleri açısından da muhteşem olan bir film.
--spoiler--
mükemmel bir film . milky'nin dayağı yediği sahnede gözyaşları tutabilmek büyük başarıdır.başroldeki ufaklıkta oscarlık performans sergilemiştir.
--spoiler--