içimde bir kırık aynadan düşüyor sesler,
Her yankıda başka bir ben, başka bir hiçlik.
Yeryüzü soluk, gökyüzü ağır bir kefen,
Ve biz, karanlığın kucağında kaybolmuş harfleriz.
Ne zaman dokunsam zamana,
Avuçlarımda bir rüyanın külleri,
Bir sabahın sonsuz intiharı…
Kim bilir, belki de uykuların ta kendisiyiz.
Beni çağırıyor yıldızsız boşluk,
Bir mavi unutuluşun kapısında.
Dilimde eski bir şarkının izleri,
Fısıltılar, hiçbir yere varamayan…
Bir dal kırılır gibi içim,
Düşerken geriye ne kalır ki?
Belki bir anı, belki bir rüya kırıntısı,
Ya da sadece sessizlik.
Sana geldim istanbul, yorgun ve uykusuz,
içimde bin telaş, ellerim boş, susuz.
Bir martı çığlığında düştüm koynuna,
Dalgalara bıraktım eski bir ruhsuzluğu.
Sokaklarında yankılandı eski bir türkü,
Tarih fısıldadı taşların yükü.
Köprüler kucak açtı, yollar sardı,
istanbul, sen beni yıllarca bekledin mi?
Gözlerimde denizin mavisi yandı,
Ezanda, vapurda, rüzgârda kaldı.
Her köşe başında ayrı bir hikâye,
Her kaldırımı bir ömür sakladı.
Ah istanbul, büyük yalnızlıkların şehri,
Gizli sevdaların, bitmeyen düşlerin.
Ben sana geldim, sen beni anladın,
Sonsuzluğa açılan eski bir kapıydın.
Sabah erken uyandım, gözlerim çapakta,
Bir kahve yapayım dedim, mutfak tam dağınık hatta!
Tuttum fincanı, koydum kahveyi,
Ama baktım… Şeker yok, kim aldı ki?
Kedim baktı bana, gözleri masmavi,
Sanki diyor ki: "Boşuna arama, suçlu belli!"
Şüpheli belliydi, patileri ıslak,
Şeker kabı devrilmiş, her yer yapış yapış, ne sak?!
Bir kahve içmek istedim, olmadı yine,
Kedi kazandı bu turu, düştüm halime!
Ama baktım sonra, masaya kıvrılmış,
Tatlı tatlı uyuyor, suçunu unutturmuş!
Neyse dedim, alayım bir bisküvi,
Sürpriz! Onu da yemiş, kurnaz serseri!
Ben aç, ben uykusuz, ama o pek mutlu,
Kediyle yaşamak… işte bu çok komik bir durum!
Gün batarken usulca, kızıl bir hüzünle,
Deniz suskun, rüzgar fısıldıyor gizlice.
ikimizin gölgesi uzuyor kaldırımda,
Zaman duruyor, dünya sessizce izliyor bizi.
Gözlerin yıldız gibi, karanlığa meydan,
Ellerin sıcacık, umutla dokunan.
Bir fısıltı gibi esiyor sevdan içime,
Geceye düşerken, sar beni düşlerime.
Alacakaranlık, aşkın en güzel rengi,
Ne geceye ait ne gündüzden geri.
Öylece kalalım, zaman bizi unutsun,
Sonsuz bir masalda, gökyüzü tanığımız olsun.
Sonsuz bir can sıkıntısı benimkisi,
Bitmeyen, dinmeyen,
içimin kuytularında saklanmış,
Hem suskun, hem bağıran,
Kulağıma usulca zehrini fısıldayan...
Kim diyebilir ki sevmedim onu?
Kim diyebilir ki dost değilim,
Arkadaş değilim insanlara?
Ama artık sevmiyorum kimseyi,
Yalnızca nötrüm; ne kızgın, ne kırgın…
Griye boyanmış kalbimin bütün renkleri.
Ne zaman oldu bu kopuş,
Kim çözdü aramızdaki bağları?
Ne zaman unuttuk
Bir elin sıcaklığını,
Bir çift gözde yanan samimiyeti,
Sarıldığımızda geçen o sancıyı?..
Şimdi attığımız her adım,
Geriye doğru bir kaçış.
Sokakta görüyorum onu,
Durmuş öylece, bekler gibi,
Ama o bekleyiş…
Bir cenazeyi bekleyen gözler gibi,
Ölü saç telleri, solmuş gülüşleri.
Sanki unutmuş her şeyi,
Beni, bizi, bir zamanlar olanı.
Dünyanın bütün yükü
Çökmüş omuzlarına,
Ve kalabalıklar…
Hepsi suskun yalanlara mahkûm.
Yine düşmüşüm sokaklara,
Belki görürüm umuduyla…
Ama "gördün de ne oldu şimdi?"
Diyor güvercinler,
Çit çit çitliyorlar çekirdekleri.
Bir çingene abla geliyor,
Eline tutuşmuş kırmızı çiçekler,
Bakamıyorum gözlerine bile.
"Almadın da ne oldu bak şimdi?"
Diyor bakışları…
"Verirdin sevdiğine."
Sonsuz bir can sıkıntısı,
Dönüp duran bir döngüde,
Aşkı, insanı, kendimi
Kaybettiğim bir şehirde…
Ne ses var, ne cevap,
Sadece içimde yankılanan,
Hiç bitmeyen bir “keşke..."
Zaman, usulca dokundu yüzüme,
gölgeler bıraktı gözlerimin altına.
Bir sabah aynada tanıyamadım kendimi,
gençlik gitmiş, izleri kalmış ardında.
Oysa dün gibi hatırlarım,
baharın saçlarına düştüğü günü,
gülüşünün rüzgârı savurduğu anı,
parmak uçlarımda hâlâ sıcaklığı.
Zaman ellerini uzattı bize,
önce nazik, sonra acımasız.
Tenimizde aşkın izleri solarken,
kalbimiz hâlâ o ilkbaharı özler.
Yaşlandık mı, yoksa sadece büyüdük mü?
Ellerin ellerimde, ama biraz daha kırılgan.
Şimdi gözlerinle soruyorsun bana,
“Gençlik gider mi, yoksa aşk kalır mı?”
Bilmem sevgilim, belki de ikisi de…
Ama zaman ne alırsa alsın,
seninle geçen her an
genç kalır içimde...
Rüzgârın fısıldadığı bir akşamüstü,
Denizin yorgun dalgaları vururken kıyıya,
Sen, hüzünle gülümseyen bir düş gibi,
Sessizce oturuyordun, gözlerin uzaklara…
Saçlarına dolan sonbahar yaprakları,
Zamanın solgun anılarını hatırlatıyordu,
Gözlerinde bir yudum hüzün, bir yudum özlem,
Kim bilir hangi bahardan kalmış bir sevdaydı bu?
Gecenin koynuna çekilirken gün,
Bir martı kanat çırptı kimsesizliğe,
Ve ben, sana söyleyemediğim her kelimeyi,
Rüzgâra emanet ettim, belki duyar diye…
Sen hâlâ oradaydın, denize bakarken,
Düşlerin dalgalarla kayboluyordu,
Ve ben, seni izlerken anladım ki,
Bazı insanlar manzaranın ta kendisiydi…
bana nasılsın diye sormanı hayal ederek başladı her şey.
ben sormaya çekindim.
ya gece geç oldu diye bahane ettim,
ya sabah çok erkendi,
ya yüz yüzeydik,
ya çok uzakta.
çok konuşurduk asla konuya gelemezdik.
umursamaz görünürdüm ya Allah biliyor.
öldüm sanırdım her gidişinde.
her gelemeyeceğini söylediğinde.