Kaçışlarında barınır adaletin…
Özlem, tüm savunmalardan üstün,
Savunulacak şey; kalbinde gizliyse sanığın bile.
Sanık, bazen kalbimin en gizli tanığı olmakta.
Bu cümbüş bu hengame sırasında elinin sıcaklığı,
Şartlı tahliye bir nevi.
‘Konuşmakta zorlanan kalbimin, dilidir çokça elim’.
Suçlar dizi dizi serildi önüme,
Çekerim cezamı korkmam.
Adı dünya bu zindanın madem
Sen ol ebedi müebbetim…
Nisan ‘10
silinen hesabımla beraber silinip giden dörtlüğümü tekrar paylaşmama olanak sağlayan başlık.
Gözümüz yükseklerde çünkü doyduk alçaklara.
Dur! Demek istiyoruz yüreğimizi deşen bıçaklara.
Bunun için ihtiyaç var mı ki jetlere uçaklara?
Karşısına çıkıp dur desek yetmez mi alçaklara?
Şu karanlık ki, duvarlarımda ağırladığım arkadaşım.
Şu karanlık ki, her akşam onu bekliyorum, pencere boyunda.
Hiç Kimsenin duyamadığı şu zayıf kalp atışlarım,
Bir güvercin oluyorlar, karanlığın kollarında.
Aynı gökyüzünün kuşlarıyız,
Özgürüz ikimizde alabildiğince.
Bir de maviyi seviyoruz delicesine,
Kalplerimiz göç ederken
Değmiyor bakışlarımız birbirine.
Daha önce de yazmış olabilirim çok eskiden yazmıştım bunu.
Ben mi sordum, diyordu
Elleriymiş gibi biten yapraklara
Gökyüzüne bir hışımla büyüyen gövdesine
Soğuğu affeden kurumuş cildine,
Mevsimlere.
Savruladuran bir yıldız tozuna
Dinginlikten ölümü korkutan geceye
Belki şimdi gelir, diyen dervişin nefsine
Katlanmış bekleyen sabaha
Dikiş tutmayan ufuk çizgisine
Hissizliğe
Korkutan mânâlara
Sığınan kelimelere
Ben mi sordum, kollarımda uzanan
Yitirdiğim yaprağa.
Ölümü korkutan, geceyi sindiren Ay'a.
Korkma ve git, dinle en yakın mesafeden,
Saklanıyor bir sonbahar, kirpiklerinin ucunda,
Bir çığlık çıkıyor olabildiğince sessiz, en derinden,
Duvarların ahbaplığı vardır, bu işin son safhasında.
Bir öpücük kondurur gibi geç git koridorlarından,
Son tren de kalktı bu şehrin istasyonundan,
Ve soğuk parkelerle vuslata eren her gözyaşından,
Yelkovana bir el uzanır, her sonbahar akşamında.
Kavuşmalarını izle her akşam yağmurla toprağın,
Kokusunda bir çocuk bulacaksın, darmadağın,
Bekleyecek yine soğuk köşede, lakin ağlamaksızın,
O gün var olacak, her sonbahar gibi başka bir veda.
Ağlamak istersin. Belki bir çay bardağı kadar gözyaşı dökebilirsin, öyle sanarsın.
Belki mübalağaya başvurur bir kova suyla yarıştırırsın gözyaşlarını.
Dolmuşsundur çünkü.
Bir sabır taşı olsan çoktan çatlamışsındır.
Unufak olmuşsundur, atom tanelerine bölünmüşsündür.
Ve artık gözden kaybolmuşsundur.
Ağlayamazsın.
Değil bir çay bardağını doldurmak, gözyaşların kirpiklerini dahi ıslatamaz.
Bazen bağırmak istersin.
Bağıramazsın çünkü ne izlediğin filmler, diziler gibidir hayat,
Ne okuduğun masallar gibidir.
Gerçek hayatın ne olduğunu işte o an ayrımsarsın.
Burnun sızlar.
Ağlamaktan, bağırmaktan, yıkmaktan,
Dokmekten, kırıp parçalamaktan bir şeyleri,
Daha fenadır burnunun sızlaması.
Burnunun sızladığını hissettiğin o birkaç saniye koparsın hayattan,
Sanki o anda orda değilsindir. Nefes alamazsın biraz,
Biraz kalbinin atış ritmi değişir.
Yerin dibine girmeyi yeğlersin.
Yaşamaktansa dünya üzerinde artık hüküm sürmemek,
sürememek; daha basit, daha kolay, daha cazip gelir gözüne.
Ama ne daha basittir yok olup; sevdiklerini, sevenlerini arkanda bırakmak,
Ne de daha kolaydır, fazla yapaydır sadece.
Gücün varsa;
Ya akan bir suya anlatırsın derdini – merak etme balıklar dile gelip haykırmaz onlara anlattıklarını-
Ya da bir kağıda yazarsın.
Ve o kağıdın kül olmasını izlersin.
Gücün yoksa;
Yuzün erkenden kırışmaya başlar,
Cizgiler yüzünü asimetrik parçalara ayırır, bünyen seninle oyun oynar
Ve saçların beyazlar.
Ne ağlayabildiğin için rahatlarsın,
ne bağırabildiğin için rahatlarsın,
Ne yazabildiğin için, ne de anlatabildiğin için rahatlarsın;
Rahatlayamazsın.
Beklersin sadece,
Zaman her şeyin ilacı mıdır, beklemek; beklenen sona daha mı erken varmanı sağlar,
Yoksa beklemek; ölüme her geçen saniye daha da yaklaşmak mıdır bilinmez,
Sadece beklersin.
Bir gün ikinci baharını yaşamaya başlarsın ve
Bilirsin ki ikinci bahar; sonbahardır.
Duydum ki üzülüyor muşsun
Vikipedi kapandı diye
Bana sor
Ansiklopedi olurum ben sana
Dağları, okyanusları sor bana
Bizans'ı, osmanlı'yı
Sevdiğin ünlünün burcunu sor bana
90'larda en çok satan albümü
Ama Nasıl sevdiğimi sorma bana
Anlatamam
Öpmem lazım.
Oysa ki ben seni
Annemin temizliği sevdiği kadar hastalıklı sevmiştim...
Belki de bu yüzden;
Tıpkı annemin,
Silmekten aşındırdığı parkeler
Süpürmekten eskittiği halılar
Yıkamaktan yırttığı perdeler
Ovalamaktan incelttiği camlar
Gibisin bana karşı , artık...
Benim gibi sefil insanlar da
Kız kardeşimin gülüşü kadar
içten ve masum
Sevebiliyorlar sevgilim...
Şimdi sana desem ki...
Gel, Güneşimizi Uyandıralım...
Bu şiir kadar olan benim,
Elimden tutup,
Bağrına basıp,
Her şeye rağmen çok sevmeye,
Devam eder misin ki?
Öylesine bir kainat izlenimciliği işte
Kasırgalar vurdumduymazlığıyla gidiyorsun
Öyle ya, kelimelerin kocamanlığına sığınan bir ahmaklığı kendime çok görürüm.
Yenilenir gözyüzü, kahve lekeli parkelerin
Dizlerinin yanına bıraktığın yanık şeker kokulu kitabın
Yenilenir de neden bu ağrı, bu sakınca, bu yolu karlı,
Bilirim de bilmem, en çok bu yüzden benzerim sana
Şimdi zamanıysa öyleliğin,
Öyle olsun...
Tüm olmasınlarla...
Bu zamana kadar yazılmamış mektuplarımı sana adamak istedim.
Onca zaman gece yatağımıza yatıp aynı yıldıza bakıp iç çekmişliğimiz vardır. Ahmed Arif’in dediği gibi canım benim bilir misin? diye başlasam.
Yok yok bilemezsin ki içimden canımın çıkıp sana koştuğunu.
Sensizken yaşadığım özlemi tarif edecek biz sözüm yok lügatta
Yine kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir yerdeyim.
Dokunmadan, görmeden, sadece yıldızlara bakarak sevdim seni,
Her gece bana göz kırpışlarındı halet-i ruhiyemi okşayan.
Ahmed Arif’in dediği gibi adamım;
Aşık olmak kırmamak, üzmemek belki de zamanı geldiğinde kaybetmektir.
Haberin olmadan seviyorum seni.
Bağırıp çağırmadan, yırtınmadan, usulca..
Belki bilsen seni ne çok sevdiğimi, sevemezdim seni özgürce.
O kadar özgürüm ki yokluğunda çekip alıyorum elimi her uzattığımda…
Ve gözlerin gece bakışlı adam...
Gözlerim gözlerinle buluştuğunda, utangaçlığından sığınacak liman arıyor.
Ben hep yazarım böyle…
Sana, sensizliğime, belki de hiç kesişmeyecek kaderimize. Ahmed Arif’in dediği gibi adamım;
Kendine iyi bak, bir daha hiç bir ana doğuramaz seni…
Bir kâlp ki göğsümde, hiçliğe vurgun,
Saklar yüzünü usulca, kollarında karanlığın.
Ey odamdaki çiçeklerim! Birer birer solun,
Bir sonraki o beyaz şafağa varmaksızın.
Sanmayın ki içimde bir çocuk sevinçle koşturuyor,
Bilâkis bir tabut var, sessizce uzanıyor,
Saklıyor bedenimi, kollarında karanlığın.
ilkbahar olmaya yeltendim bu kış
Bu yüzdendir bir kenara savrulmuş hallerim
Üşümüş, mosmor olmuş ellerim
Boyumdan büyük işlere kalkışmışım çünkü
Şimdi ise oturmuşum bir kaldırım taşına
Ağlıyorum kar taneleri eşliğinde
Oysa çiçek açmak ne de yakışırdı bana.
Bir kainât akıyor, şu sızlayan körpücüklerimden,
Her kirpiğim ıslak ıslak buna yas tutmakta.
Kalbimdeki ölü kelebek, geçip de gözlerimden,
Kendi mezarımın üzerinde tatlı tatlı uçmakta.
bıraksa aklım savaşı bu sonsuz davayla
zar zor yanan sokak lambam sönse artık,
tıkansa şu soluğum, dursa kalbim sırayla
dünya en fazla kazanır fazladan bir artık.
ah! bir tabutun içinde uykuya dalsam,
tüm kötülüğü içimden toprağa salsam.
Şu soluk zihnim, eski bir tozlu sandık,
Kaburgalarım, kalbimi perdeleyen bir pelerin.
Gözyaşlarım! Bilin ki benim atim karanlık,
Siz de parkelerimde bir bir silinin.
Sonbahar bekler, yastığımın altında,
Ve beni ezip geçen yalnızlık karşısında,
Kalp atışlarım! haydi siz de eğilin.
Ayrı dünyaların aynı insanlarıydık
Bir yansımaya aşık oldum ben
Suya düşmüş bir yansıma
Hayaller gibi
Bir gölgeyi sever gibi
En karanlık hallerimi sevdim
Seni sevdim
Farklı boyut aynı an
imkansızdı
Bir o kadar gerçekti
Yaşadım, yaşadım.
Doyasıya değildi belki
Ama yudumladım her iki bardaktan da
Kurumuş boğazım
içimi yeşerten
Bir başka ben, sen
Neydi adın sahiden
Suya düşmüş ben