88 yıl önce bugün kaybettiğimiz bir yazara borçluyuz bu sayının temasını, bahsettiğim yazar; akıl dışı olanı, karanlık ve gerçekçi bir anlatım yoluyla okurda yadırgama oluşturmadan sunabilmesi ile kendi tarzını oluşturmuş, franz kafka'dan başkası değil.
tüm eserlerinin, artık sözlüklerde de yer bulmuş, kafkaesk tarzları dışında bir ortak özelliği de, hepsinin mutlaka mantıksız buyruklarda bulunan bir otorite figürü içermesidir. kitaplarında kendinden esinlenerek yarattığı baş kahramanlar daima bu otorite ile bir çatışma içindedirler ve çoğunlukla da kaybederler. katı bir kişiliğe sahip olan babası ile çatışmalarının meyvası olan bu temanın yerleştirildiği eserlerinin - hele ki kafka'nın hukuk eğitimi aldığı da düşünülürse - tümünde içten içe sinmiş bir dava atmosferi olması da doğaldır, bu bağlamda kafka eserleri tıpkı bir dava gibi, önce karakterleri sunar, sonra olayı anlatır, ve nihayetinde çözümlemeye girişir, belki bu kurgu sıradan bir serim, düğüm, çözüm olarak algılanılabilir, fakat kafka bunu o kadar başarılı yapar ki, kitaplarının akışı analitik düşünen ve edebiyata uzak bir beyni bile kolayca etkisine alabilir.
eserlerini ölümünden sonra yakması için dostu max brod'a veren kafka'yı şu an okuyabilmemizi sağlayan ateş aynı zamanda söykü'nün bu sayısınındaki temasının da ilham kaynağı oldu ve bizleri pek çok güzel öyküye kavuşturdu.
gün geçtikçe kafkaesk dünyanın; o gerçek dışı, o karanlık, o trajikomik olayları, gerçeğimiz olmaya daha da yaklaşıyor, sanıyorum ki bugün uyandığında kendini böcek gibi hisseden insan sayısı, 100 sene önceye göre daha fazladır.
uyandığımızda kendimizi insan olarak bulmak dileğiyle.
Yazım kurallarına dikkat edilmiş bir hikaye olduğu için -kendi adıma- teşekkür ederim yazara. Zira hataydı, kusurdu derken okumak zor oluyor. Bu tür bir sancı olmadan insanın kendini konuya bırakabilmesi ne hoş.
Öte yandan -belki de gecenin bir vakti okumuş olmamın etkisinden olsa gerek- ürküttü beni hikaye. Ciddi ciddi hem de... Konusu itibariyle vurucu bir güce sahip, kurgu derinden sarsacak türden. Hikayeye girişte bir sakinlik, bir dinginlik çarpıyor göze. Sonundaki dehşeti tahmin etmek, başlarda oldukça zor. Bu yönüyle takdir edilesi bir düzenleme olmuş bence. Sıradışı bir planı olduğunu düşünüyorum çünkü.
Ha biraz daha çarpabilir, biraz daha maraklandırabilir miydi? Elbette. Özellikle olayın gerçekleştiği o korkunç sahnenin tasvirleri biraz daha kuvvetlendirilebilir, biraz daha net bir resim çizilebilirdi.
Yine de bu haliyle de tebrik edilesi bir hikaye olmuş.
hangi taraftan bakarsanız bakın çok başarılı bir öykü bu. bandini iyi bir yazar ve gerek öykü kurgulaması gerekse yapısal anlamda çok sağlam öyküler ortaya koyuyor.
dikkatimi çeken çok önemli bir nokta var onun öykülerinde ve özellikle bu öyküsünde bariz bir biçimde orta yerde duruyor. gerek mekanların ve gerekse kahramanların okuyucunun zihninde tam olarak resmedilebildiği öyküler, çoğu kez fazlaca detaycı olmaktan ve okuyucuyu sıkmaktan kendilerini alamazlar. bu durum, çoğu yazara göre teknik bir gerekliliktir. yani, olabildiğince detaycı olmak. kimi yazarlar ise sanatı bu noktada görür. onlara göre detaylar olmazsa, öykülerin bir olay ya da durum anlatımından ileri gitmeyeceği savunulur. onlara göre durum tasvirleri, kişi ve kişilik tahlilleri öykülerin olmazsa-olmazıdır ve okuyucuya öykü bünyesinde olabildiğince resmedilmelidirler.
bu işin tehlikesi şuradadır ki bu yapılırken, okuyucunun kırılma noktası gözardı edilirse; samimiyet kaybolur ve okuyucu ile yazar arasına resmiyet girer. işte! bu kırılma noktasını çok iyi gözetiyor bandini; okuyucu ile kendisi arasındaki samimiyetin kaybolmasına asla izin vermiyor.
"...Bana göre oldukça özenli giyimi, briyantinli sarı saçları, içtiği filtresiz cigarası ve o yürüdükçe takırdayan ayakkabıları ile benim tam aksime 'ben buradayım' diye haykıran bir görünümü vardı Selim'in. Kızlara karşı özensiz bir samimiyeti, arkadaş ortamlarında rahat bir hakimiyeti, ikili ilişkilerde görünmez bir üstünlüğü hep hissedilirdi. En önemli özelliği bunların hepsini derinden, karşısındakini görünmez bir enjektörle uyuşturur gibi yapabilmesiydi..."
yukarıdaki paragrafta anlatımın güzelliği ve akıcılığı hakkında ilave bir yorum getirmeme gerek yok sanırım. bu durum, tüm öykü genelinde azalmadan başarıyla devam ediyor.
giriş bölümü hariç, okuyucunun gözünü korkutacak nicelikte blok bir paragraf yok. çok uygun noktalardan başarıyla bölünmüş ve okuyucu için kolay yutulur lokmalar haline getirilmişler.
şu paragrafa bakar mısınız! ne çok şey ne de güzel bir dille anlatılmış;
"...Böyle başlayan yıkımlar daha sonra hiç dinmek bilmedi. 1 sene içerisinde babam öldü. Çiftliğe dönüp bazı işleri halletmem gerekti. 6 ay kadar orada kaldım. Annem ve çiftliktekiler bendeki değişimi fark etmişlerdi. Çok da saklamaya uğraşmamıştım zaten. Onlardan kopup yere düşmüş bir parçaymışım gibi bana bakıyorlardı. Sanki hastalığımı sağaltmak istiyorlardı. Aynı şeyi ben de onlar için istiyordum..."
ve bir pişmanlık haykırışı! öylesine içten ki kahramanın nasıl bir acı çektiğini ve neler hissettiğini kalbinizde yaşıyorsunuz;
"...Sadece o konuda keşke demiştim. Keşke Fransa'ya gitseydik. Keşke orada aç kalsaydık, bizi ezselerdi, dövselerdi, aşağılasalardı da o mel'un Fransa toprağına gitseydik. iyice burnumuzu boka sürtselerdi de kibrimiz iyice kabarsaydı. Biz ki iki kinik köpektik..."
yazarı yürekten kutluyorum. gerçekten çok başarılı bir öykü çıkarmış ortaya. diliyle, anlatımıyla, yapısı ve öykü kurgusuyla, en önemlisi samimiyeti ile dört-dörtlük olmuş.
şaşırtıcı derecede açık, sade başlayan bir bandini öyküsü. bu adam yazdı mı böyle yazmaz önyargısını kırıyor gibi başlarda. Ama sonlara doğru yine yapıyor yapacağını. Bu hikayede yok yok. Camus, rimbaud, ö.seyfettin. hikayede coğrafya sentezi derken hep bundan bahsetmişimdir. Doğu ile batının harmanlamasını çok iyi yapmış yazar. Dilinin sadeliği nerdeyse fransız sembolizmine bir gönderme. Ya da bir sartre ya da camus sadeliğine, basitliğine açık çek. Ancak verdiği mesajlar da bir o kadar fransız edebi anlayışına uygun. Bizden karakterlerin, avrupadan esintiler ve yazarın iç dünyası ile olan birleşimi çok profesyonel.
Hikaye bir anti-vicdan hikayesi adeta. Ö.seyfettinin kaşağısından direk alıntılı (tasvip etmesem de) karakter ve olay örgüsünün daha sonra değişmesi ile durumu kurtaran bir ilerleyiş hakim. Kaşağıda vicdan azabı çekip suçunu itiraf eden karakterin aksine buradaki karakterimiz yaşadıklarından çıkarımla bunu yapmayı haklı görüyor. Kaşağıdaki o çocuk masumiyeti burada karakter olgunlaştıkça mantığın kölesi olmaya başlıyor. Öyle ki karakter onca yaşantısından sonra o itirafı yapmadığı ve kaderinin çizgisini değiştirmediği için kendinden, mantıklı gerekçelerle gayet emin. Okuyucuyu, karakterin, yapmadığı bir itirafa rağmen taraftarı kılıyor resmen. Vicdan meselesinin ne kadar değişken olduğunu vurguluyor. Hikaye sanki kaşağının karanlık tarafı.
Olay örgüsünde yaşananlar, karakterin bizlerde bıraktığı etki ise kesinlikle bir arthur rimbaud biyografisi niteliğinde. Karakter, özgür babasına olan hayranlığı ile yollara düşen bir evlat, adeta rimbaudun o dünya görüşüne uyarlanmış ve hayat hikayesine paralel güdülmüş. Rimbaudun özgürlükçü ve bağımsız düşüncesi, hayatını buna göre endeksleyip adeta hayata meydan okuması, ülke ülke gezmesi, bunu yaparken toplumları ve kendisine dayatmaya çalıştıklarını yerle bir eden, açık açık cesurca dillendiren o tavrı bu öyküdeki karakterin hal ve hareketlerinde görülebiliyor. Ve bu yapılırken karakter tamamen batılılaştırılmayıp, adeta bir anadolu çocuğu vasfında okuyucuya sunuluyor. Bu da bu hikayenin en mükemmel yönlerinden birisi.
Öyle ki karakter çiftlik sahibi bir babanın çocuğu. Köy çocuğu. Şiveli, şehir hayatının görgüsünü bilmez. Ve tam bu noktada yaşadığı zorlukları (okulda bir gencin gururuna gidecek zorluklar) alt etmede belki de taşra çocuğu olmasının avantajları beliriyor. Neticede tanıştığı, şehir hayatını bilen son derece kendine bakabilen ve hinliklerden haberdar başka bir karakterle tanışıyor. Bu karakterin vasıfları, zengin sınıfın içinde olan ama zengin olmayan, ancak zenginle nasıl baş edilir, zekasıyla bunu becerebilen, kişisel yetenek ve kıvrak hamleleri ile yapabilen bir odakta birleşiyor. Taşra-büük şehir kültür farklılıklarının bir potada eritilmesi ise ana karakterin bu yan karakterle tanışması ve ilerleyen olaylar. Kendisine olan hayranlık, ondan öğrendiği birçok şey gibi.
Esas karakterin en büyük özelliklerinden birisi de yine yalnız olması. Ve yine bunu ben rimbaud hayranı bir yazarın adeta rimbaudu yazma tutkusu olarak görüyorum. Rimbaudun toplumsal normların insan üzerinde kurduğı baskıyı öyle bir eleştiriş şekli vardır ki, o tarzı bu hikayede görmek bile isterdim. Onun yerine daha çok rimbaudun iç dünyası, karakterin iç dünyası ile paralellik göstermiş. Öyküdeki karakter yer yer çözümlemeler yapıp rimbauda göz kırpmıyor da değil hani.
Karakterin yaşadıkları ile annesinin hasta olduğunu öğrenip köye dönmesinden sonra gördüğü muamele arasında ise harika bir çözümleme var. Şehre gitmiş şehirleşmiş bir evlat, dalından düşmüş ve çürümeye başlamış bir meyve gibi anlatılıyor adeta. Ve karakterin şehir hayatını tasvir etmesi, şehir kültürüne geri dönerken adeta özeleştiri yapması da camusun yabancısına alkış tutuyor. Normali ya da toplumun normal gördüğünü kabul etmeyip, o normalliğe ters gidecek birçok davranışı takınmış bir adamın toplum içindeki yabancılaşması, zaman sonra yalnızlığa dönüşüyor. Ki bu yalnızlık insnaı eğiten en büyük etmenlerden biri. Rimbaudun o usta kaleminin gelişmesinde, şiirde yeni çığırlar aşmasının altında ve sembolizmi kurmuşlardan biri olmasının altında da bu yatmıyor mu? Bilenler bilir.
Rimbauda göz kırpan bir diğer kısım savaşın adının anıldığı kısım. Rimbaudun savaş karşıtlığından ötürü belki de hikayede bir savaş adı geçmekte.
Sonlara doğru ise ilginçlik daha da artıyor. Karakter annesini kaybettikten sonra şehire tamamen yerleşiyor. Hayatı normal seyrine giriyor ancak kafasını yastığa koyduğunda bilmem kaç yıldır bastırdığı o vicdani azabın geri geldiğinden bahsediyor. Ve baştan aşağı bir vicdana olan bakış açısının işlendiği bu öykü, batı esintisinin sonunda yine karşımıza çıkıyor. Öyle ki bir zaman tanıştığı ve savaşta kaybettiği dostu ile planladıkları eylemleri gerçekleştirmemenin pişmanlığından da bahsediyor. Hata bundan bahsettiği yerin, bastırdığı vicdan azabından bahsettiği kısımdan hemen sonra olması da pek manidardır. Oradaki cümleler açıklıyor her şeyi, tekrar etmeme gerek yok.
Bitişte ise rimbaudun asılmışların balosu şiirinden alıntılar mevcut. Karakterin hikayesini anlattığı yer yanlış anlamadıysam tahtalı köy * çünkü yine zamanında yanlış yorumlamadıysam asılmışların balosu ölüm temasına değinen bir şiirdir. Bitişte karakterin yerini belli etmesi için iyi bir seçim bu dizeler.
Şaşırmadım desem yalan olur, zira -eleştirsem de- bir eksipozitif klasiği olan uzun, bol virgüllü cümleler kullanılmamış bu yazıda. Bir yanım, kimi zaman hata yapmaya fazlaca sebep olan bu alışkanlığını değiştirdiği için yazar açısından seviniyor; bir yanımsa başka bir yazarın yazısını okumuşum gibi hissediyor. Oysa ben nerede bir eksipozitif yazısı görsem tanıyacağıma kalıbımı basardım. Bu yazı, bu tezimi çürüttü şu anda. *
Duygusal ve akıcı bir yazı olmuş. Bir nefeste okunuyor, bu açıdan güzel. Lakin sonu işlerken biraz daha derinleşse yazı, biraz daha duygu katılsa işin içine, okuyucu heyecandan ölse, tir tir titrese... daha iyi olmaz mıydı ki? zira sonda gerçek bir heyecan var, büyük bir başarı var, şükür var, öncesinde korku var. Bu hisler atlanmış gibi geldi bana. Bol duygu salatası olsaydı en sonda, son cümleyle birlikte çığlıklar atabilirdik belki de.
Öte yandan düzeltilmesi gereken birkaç şeyden bahsetmek istiyorum:
*mevsim ne olursa olsun, hep rengi koyu mavi çadırın içinde, kocaman yuvarlağın ortasında otururlardı ikisi.
-'hep rengi koyu mavi çadır' hatalı bir kullanım. 'rengi hep koyu mavi çadır' diye düzeltilirse, doğru şekil yakalanmış olur. lakin kişisel fikrim, o renk tasvirinde ben 'hep' kelimesini pek sevmedim. düşünceyi yoruyor, akıcı bir okuma sırasında insanın ayağına çakıl taşı gibi takılıyor.
*bir kaç kez
-birkaç kez
*hiç bir şey
-hiçbir şey
*karavanından çıktı, ve ateş çemberi ile sarmaş dolaş olacağı ana doğru ilerledi.
-Türkçe dil bilgisi kuralları'na göre 've' bağlacı öncesi ve sonrası virgül kullanılmaz. ingilizce'de kullanılıyor, sanki oradan kalma bir alışkanlık gibi geldi bu minik hata bana. *
Ayrıca yazının başında kundaktaki hali anlatılırken bakıyoruz, lacivert gözlerden söz ediliyor. Laura büyüyor, o müthiş şov öncesi aynanın karşısına geçiyor ve zümrüt yeşili gözlerine baktığı söyleniyor. Burada bir mantık hatası, gözden kaçırma falan mı var; yoksa benim yakalayamadığım başka bir şey mi? Zira bazen karakter detayları yazarın dahi zekasını sınar ve bu tür yanlışa düşürür insanı. Ya da birçok insanda olduğu gibi Laura büyüdükçe göz rengi de değişmiştir, olabilir. fakat durum böyleyse, okuyucunun kafasının karışmaması için hikaye içinde bu detay verilebilir. (eksipozitif'in yorum sonrası gelen notu: "yeni doğan çocukların göz rengi açık tenlilerde gri ya da mavi, koyu tenlilerde kahve veya koyu gridir. ")
Bunların dışında gerçekten hoşuma giden cümleler de var bu yazıda. Misal benim favorim şu:
"kafasındaki bin türlü soruya, hüznün kiraladığı bakışları eşlik ediyordu."
Ve başlık... Çok narin, çok zarif... Nefis bir tezatlığı barındırıyor içinde. Çok hoşuma gitti, söylemeden geçmek istemedim.
Diyaloglardaki hazır cevaplılık ve Amerikanvari mantıktaki cümleleri takdir ettim. Yabancı isimlerle yerel bir yaklaşım kötü olurdu zira. bu hataya düşen yığınla kaleme rağmen, yazarın doğru havayı yakalamış olması yazıdan keyif almamı da sağladı.
Yine de biraz daha üzerinde çalışılması gereken bir yazıymış izlenimi bıraktı bende. eksipozitif imzası olmasaydı altında, beğenebilirdim evet. ama eksipozitif'in daha iyisini yapabileceğini bildiğimden 10 üzerinden 7 verdim bu yazıya.
kısa film tadında bir öykü. ne çok uzun, ne çok kısa; yorulmadan okuyorsunuz. dikkatimi çeken tek hata, tüm hikaye di'li geçmiş zamanla anlatılırken, geniş zamanlı "Adamın iyice afalladığını gören falcı kadın son vuruşunu yapar" cümlesi oldu. öyküyü bozmamakla birlikte zaman kipleri açısından uyumsuzluk olmuş.
bu sayının konusu ateş olunca, ölümle bağdaştırmak da zor olmadı. yazarın bu öyküsünün otobiyografik bir geçmişi olduğunu okuduğumda, şahsen üzüldüm. zira, her ölüm erken ölümdür ama bebeklerinki çok daha erken ölüm.
hikayedeki karakter sayısı bana fazla geldi. ama daha önemlisi mantık hataları. şöyle ki, hikayenin başında yeğenin hayatını geçen hafta kaybettiği söylendi. bir bebek cenazesinin bir hafta gömülmeyi beklemesinin nedenini anlamadım. dün gerçekleşen bir ölümden bahsedilseydi daha şık olurdu.
'sonra iyya kenağbüdü ve iyya kenestaiğn devam ettik. düzenlemeyi dayım yapmıştı. elfatiha şeklinde bitirdik sade ritüelimizi.' elfatiha sureye başlamadan söylenir. iyya kenağbüdü ve iyya kenestaiğn Fatiha suresinin beşinci ayetidir. bu ayetler okunduktan sonra elfatiha denmez.
yazarın, bu ufak eleştirileri göz önünde bulundurarak yeni sayılarda da yazmasını diliyorum. emeğine sağlık.
bandini gerek ifade yeteneği gerekse anlatım tarzıyla tam manasıyla bir 'yazar'. söykü için kaleme aldığı bu öyküyü okurken aklıma orhan pamuk'un masumiyet müzesi adlı kitabı geldi. ben hem anlatış tarzını hem de seçtiği kelimlerle şekillendirdiği dilini orhan pamuk'a benzettim ama sanırım günün yorgunluğundan olsa gerek öyküde ateş temasını işleyen bir yön bulamadım.
yazarın emeğine sağlık. çok güzel, çok net bir öykü.
bu sayının en sevdiğim öyküsü ateş kuyusu oldu. sanki öykü okumadım da bir hollywood filmi izledim. çok güzel, çok sürükleyici bir öykü, hatta senaryo.
tabii'nin tabi olarak yazılmış olmasına takıldığım bir çalışma. yazar böyle bir yanlışa nasıl düştü bilemiyorum ama imla konusunda kimi hatalar çarptı gözüme. şöyle ki bazı cümleler deliler gibi nokta isterken virgülle devam etmiş mesela. yahut hiçbir noktalama işareti olmadan son sürat devam edilmiş anlatmaya. bunlara biraz daha özen gösterilirse çok daha başarılı bir çalışma olabilir.
konunun işleniş şeklini sevdim. kimi konular klişedir ama işlenişiyle okutur kendini. bu da öyle olmuş işte. tipik bir gizemli kız, çaresiz aşık hikayesi. ama şarkılar ve kimi sıkı cümleler bir solukta okutuyor bu hikayeyi.
fakat dikkatimi çeken bir şey var ki beni bu yazıda bir miktar rahatsız etti. yazının başından neredeyse ortasına kadar çok sıradan ve özensiz bir dil kullanılmış. aceleyle yazılmış havası veriyor okuyana. sonlara doğru ise edebi bir hava geliyor, kalite artıyor. başta umutsuzluğa kapıldım okurken, sonlara doğru cümlelerin tadına doyamaz oldum. yazıların sonlarında okuyucuyu kitlemek güzel bir şey tabii ama baştaki cümlelerle sondaki cümleler arasında sıra dağlar kadar fark var resmen. sanki mbaran yazarken açılmış, yazdıkça coşmuş gibi. keşke başta da aynı kıvamı yakalamış olsaydı diye düşünmedim değil.
özetle, orta kısma kadar sıkıntıları olan sonra kendini toplayıp şaha kalkan bir yazı olmuş.
sondaki mesaj ise nefis. sırf onun hatrına dahi sevilir bu yazı.
Fantastik bir hikaye ve kurgusu okuyucuyu şaşırtmak üzerine... Fantastik hikayeleri okumak ve anlamak konusunda epey sıkıntılı olmama rağmen ben bile şaşırdım okurken, bu da yazarın ne derece başarılı olduğunun bir ispatı.
Lakin -benim fantastik hikaye algılama özrümle ilgili de olabilir bu- hikaye beni biraz yordu. Açıklamalar daha net ve daha sade yapılabilirdi bence. Birçok şeyi anlamadım, kendime üzüldüm okurken. * Sayısı bir elin parmağını geçmese de birkaç fantastik romanı severek okumuşluğum var. Ve onları düşündüğümde fark ettim ki hayal gücünü yormamak açısından yazarlar, bilgileri tane tane ve sırayla veriyorlar. Hepsi bir anda verilmiyor, okuyucu birini sindirdikten sonra bir diğerine geçiliyor.
Ha bu çalışma bir roman değil, bir hikaye ve yer sıkıntısı var; biliyorum. Romana kıyasla çok daha az cümleyle olayları vermek zorunluluğu olduğunu da biliyorum. Fakat yine de özellikle girişteki bilgilendirme safhasını fazla yoğun buldum. Daha kısa cümlelerle, daha net bilgilerle ve -dediğim gibi- sırayla anlatılmalı fantastik ögeler bence. Herkesin hayal dünyası ışık hızında şekillenmiyor çünkü. (bkz: ben)
Fantastik hikayeleri sevenler ve bu tür hikayelere ilgi duyanlar için -eminim- nefis bir seçim olacak ay partisi. içinde ateş ögesini çok fazla seçemedim ki bu hikayenin kimi kısımlarını hiç anlamadığımdan kaynaklanmış olabilir. Her kalem herkese hitap edecek diye bir kaide yok, zira ruya avcisi'nın bu yazısı benim ilgi alanımı epeyce zorladı.
Fakat kendisinin hayal gücüne gıpta ettim. Hayal dünyasını takdir ettim. Keşke hayal dünyam ile kendisine yaklaşabilseydim de hikayesini zorlanmadan okuyabilseydim.
imla olarak birkaç hata var ama göze çok da batan şeyler değil bunlar. (Belki de ben olayı anlayacağım diye imlayı kaçırmış da olabilirim, okurken resmen sancılanıyordum çünkü. *) Üstünde durmak istediğim tek hata şu:
"iki temsilde kendi yerinde pineklediği için..." --> iki temsil de kendi yerinde pineklediği için...
Kalemine, hayal dünyana, kurgu gücüne ve benim okuyuculuğumun yetmediği diğer özelliklerine sağlık ruya avcisi.
Duygu yoğunluğundan söz etmeyeceğim hiç, zira yaşanmış olması bu hikayeyi alabildiğine yoğun kılıyor zaten. Başınız sağ olsun demekten başka bir şey gelmiyor elden.
Öte yandan anlatım sıkıntısız. Okunması kolay ve okuyucuyu yormayan bir dili var. Bir nefeste okunabilen hikayeleri sevmişimdir hep, insanı okuduğuna pişman etmezler. Pişman olmadım ben de, hüzünlendim biraz sadece.
imlaya gelirsek... Dahi anlamındaki de'nin kullanımında ciddi sıkıntıları var yazarın. Örneklendirmek gerekirse;
"muhtemelen bir kutu sakinleştiricide o almıştı." --> muhtemelen bir kutu sakinleştirici de o almıştı.
"cennetin kapısında abimi ve yengemi bekleyecekmiş, bizide bekleyesice." --> cennetin kapısında abimi ve yengemi bekleyecekmiş, bizi de bekleyesice.
"imam efendi babamla beraber geldiğinde abimde sandukayı getirdi." --> imam efendi babamla beraber geldiğinde abim de sandukayı getirdi.
"hemen yandaki mermer mezarın üzerine koyduğumuz da imam efendi açtı kapağı..." --> hemen yandaki mermer mezarın üzerine koyduğumuzda imam efendi açtı kapağı...
"zaten 1964'te doğmuş adam daha 10 yaşındayken hem yetim hemde öksüz kalmış birde torununu görünce o biraz önce şişen göz çukurları artık kıpkırmızı olmuştu." --> ...daha 10 yaşındayken hem yetim hem de öksüz kalmış bir de torununu görünce... (Öte yandan bu cümlede virgül eksiği var. Cümle şöyle düzenlenmeli bence: zaten 1964'te doğmuş adam, daha 10 yaşındayken hem yetim hem de öksüz kalmış, bir de torununu görünce o biraz önce şişen göz çukurları artık kıpkırmızı olmuştu.)
"abimde eliyle yapmaya başlamıştı artık." --> abim de eliyle yapmaya başlamıştı artık.
"bende hafifçe eğildim en iyi baldan 9 kat tatlı olan ufaklığın kulağına." --> ben de hafifçe eğildim...
Ayrıca; bir kaç yanlış bir yazımdır, birkaç olarak düzeltilmelidir.
Son olarak okurken anlayamadığım bir cümle var yazıda. Şöyle ki;
"abim, inanılmaz bir şekilde sapasağlamdı, dirayet örneği sergiliyordu, kızını daha sarılmadan gömecekti ulan biraz sonra nasıl bu kadar mağrur olabilirdi."
Cümle çok yorucu. Misal şöyle düzenlense, okuması sanki daha kolay olurdu:
abim inanılmaz bir şekilde sapasağlamdı. dirayet örneği sergiliyordu. kızını daha sarılmadan gömecekti biraz sonra ulan, nasıl bu kadar mağrur olabilirdi?
gibi...
Ateş çoğu zaman acıyı temsil eder. Birçok zaman da ölümü... Sizin ateşinizde her ikisi de temsil edilmiş. Ateşler içinde bir yazı olmuş.
güzel konulu söykü dergisinin 8. sayısıdır. öykü gönderen tüm yazarların yüreğine sağlık demekten başka elimizden gelen birşeyin olmadığı sayıdır ayrıca.
"hala çözemediğim bir sorunum oldu mu önce clara teyze mi sonra annemi ararım." --> hala çözemediğim bir sorunum oldu mu önce clara teyzemi sonra annemi ararım."
Ayrıca yazıda 'yatda' diye bir kullanım geçiyor. Doğrusu; yatta. t harfi sert sessiz olduğu için, d harfini de sertleştirir. (bkz: fıstıkçı şahap)
Yazıya gelince... Güzel ve sade bir anlatım kullanılmış. Yormamış okuyanı. Tasvirler, verilen detaylar; okuyucunun olayları düşlemesine yetecek kadar iyi. Bu anlamda yazar, tebrik edilesi.
Lakin yazının sonuna yakın, mesele Selma'nın ağzından anlatılmaya başlanıyor. Bu esnada araya üçüncü kişinin anlatımı da sıkıştırılmış. "selma hızla otelin merdivenlerinden iner; bekleyen taksilerden birine atlayıp yola koyulur." cümlesi, kafa karıştırıyor burada. o kısım sadece selma'nın ağzından anlatılsaydı mesela, yahut bu cümle parantez içinde falan yazılsaydı, daha iyi olabilirdi. o da mı olmadı? selma'nın anlattığı kısımlar tırnak içine alınabilirdi.
ve hikayenin sonunda bir buluşma bekledim ben ama yazı dizisi tadında, arkası yarın modeli uygulanmış olması hayal kırıklığına uğrattı beni. hani başlıktaki 'büyük buluşma'? *
Özellikle şahısların arka plan hikayelerine bayıldım. Keyifle okunası ve düşündüresi bir yazı olmuş.
Yazıdaki mö ve ms bağları resmen çarptı beni. Sizi tebrik etmek istiyorum dede korkutma sal cocuklari, zira bir amerikalı'nın sıradan hikayesini öyle bir plan içinde anlatmışsınız ki etkilenmemek mümkün değil.
Eleştireceğim birkaç nokta da var tabii. izninizle * şöyle ki;
Rehber ile Amerikalı'nın konuşmalarının ingilizce olduğunu düşünürsek, rehberin verdiği yöresel lezzetteki cevaplar bana yapmacık geldi. Beyim kelimesi mesela... Ha direkt bayım diye bir çeviri de beklemiyorum ama beyim olarak yapılmış çeviri beni hoşnut etmedi. lakin çeviri olayı sinirdir biraz, çoğu zaman mantığım almamıştır. (misal üniversitedeki ingilizce hocalarımdan biri çeviriye örnek vermek amacıyla hot dog'ı türkçe'ye nasıl çevireceğimizi sormuştu bize. çoğumuz sosisli sandviç diye çevireceğimizi söylemiştik. oysa iyi bir ingilizce'den türkçe'ye çevirmenin cevabının döner olması gerektiğini öğrenince 'bi' yürü git ya, öyle çeviri mi olur!' diye isyan etmiştim. *) bu anlamda bilmediğim bir mantık da olabilir tabii. hikaye yazımında yabancı dil çevirileri verirken iki dilden hangisine uyulmalı bilemiyorum. ama ben yine de beyim'i sindiremedim.
"çıkarıp cebinden 10 dolar verdi çocuğa, ve çocuğun yarı sevinçten yarı utançtan koşarak uzaklaşmasının ardından..." cümlesinde ve bağlacı öncesi virgül çekti dikkatimi. ve bağlacı ne öncesinde, ne de sonrasında virgül almaz; asla.
keza aynı hata "birazdan ferahlatıcı bir suya dönüşecek ateş gibi, ve o suyun balıklarına dönüşecek odunlar gibi safını belirlemişti kuşcuk." cümlesinde de var.
Öte yandan hikayede biraz daha dikkat çekici olay örgüleri olabilirdi. Durağan bir hikaye olmuş, düşünceler üzerine kurulmuş ama düşünceler de sınırlı tutulmuş. Urfa gezisinde yaşanan birkaç enteresan olay daha verilseydi, daha dinamik bir öykü üzerine konuşuyor olabilirdik şimdi.
Fakat verilmek istenen mesaj okuyan herkeste doğru yere ulaşacaktır bence. Hele giriş ve sondaki bağlantıya... Bayıldım! Yazının en vurucu noktası. Ve tabii 'sen emanete kutsalına değer gösterirsen, allah kısmeti amerika'dan da olsa gönderir.' mesajı... Çarpıldım adeta, asla unutamayacağım ve sürekli aklıma gelecek bir ders verdiniz bir okuyucu olarak bana. Eminim, okuyan herkeste de aynı etkiyi yapacaktır.
ilk söykü yazınız olması, acemi bir tavır sergilemenize sebep olmamış. söykü'ye ayak uydurmuş hemen kelimeleriniz.
yazmaya devam edersiniz dilerim. daha dinamik yazılar bekliyorum sizden şahsen.