bu öyküyü, türü itibarı ile belli bir kapsama sokmak pek kolay değil açıkcası. zira, en yakın tür olarak görülebilecek polisiye bir öykü olabilmesi için gereken boyutlu bir polisiye faaliyet, öykü içerisinde yaşanmamış, yaşatılmamış. misalen, kahramanımıza şantaj yapan polisin anlatımıyla öğrenme fırsatı bulduğumuz parmak izi çalışmaları ve şantajcı polisin ölen yaşlı adama ait cüzdanı alıkoyma mücadelesi anlatılarak daha heyecanlı bir hale dönüşmesi sağlanabilirmiş.
"...adam derin bir nefes alıp, bilgiç bir edayla konuştu: "bendeki parmak izinle emniyetin elindekini karşılaştırma fırsatım oldu diyelim! ama, sana güzel bir haberim var.
elini arka cebine götürüp bir şey çıkardı. bu, ona ulaşmalarına engel olacak tek nesneydi: camdan giren güneş ışığıyla parlayan, sarı deriden bir cüzdan!.."
yukarıdaki metinde yazım kuralları anlamında değinilmesi gereken detay bir hata da var. 'ama','fakat','çünkü','ve','ki','veya','ya da' gibi bağlaçlardan sonra ','(virgül) konulmaz. bu kural, 'ancak','zira','lakin','binanaleyh' gibi cümlelerde bağlayıcı görev üstlenen sözcükler ile 'bu bağlamda','buna mukabil'gibi aynı görevi üstlenen klişe kurgular için geçerli değildir.
içerisindeki ufak tesadüfler ile okuyucusunun dikkatini çekme ve onu kendisine bağlama başarısı göstermiş ancak, benzerlerine göre gereken heyecanı, okuyucusuna beklenen ölçüde yansıtamamış gibi. son bölümdeki, şantajcı polisin kadına sarılması, onu kendisine çekip öpmesi, kahramanımızın onu maket bıçağı ile ağır yaralaması, bilemiyoruz! belki de öldürmesi sahnelerinde de aynı soğukkanlı anlatım ve heyecan eksikliğini görmekteyiz.
macera olsun polisiye olsun, bu tip öyküler; okuyucusunu şartlandırma eğilimindedirler ve istemeyerek de olsa sebep olunan bir ölüm, işlenen bir cinayet, okuyucuda ciddi miktarda heyecan beklentisi yaratır. bu beklentiye yanıt tam anlamıyla verilmezse, o okuyucu hayal kırıklığına uğrar ve bu durum öyküden soğumasına neden olur.
aşağıdaki bölümde anlatım biçimi olarak sıkıntılı bir hal var;
"...kolundaki saate baktığında henüz yedi olmadığını görünce hayıflandı. zaman çabuk geçiyordu, şehrin boş halini çok seviyordu..."
yazar, anlaşıldığı kadarıyla 'normalde, zamanın hızlı akıp-gittiğini fakat nedense bugün zor geçmekte olduğunu görüp hayıflandığını' ifade etmeye çalışmış. ancak, bu cümleyi okuduğunuzda bu anlamı çıkarabilmek oldukça zor. birinci ve ikinci cümle birbiriyle çelişir görünüyor.
tüm bunları söyledikten sonra gelelim en başarılı olduğu kısma; özellikle inceledim ve gördüm ki yanlış ya da yazım kurallarına aykırı yazılmış sözcük hemen hiç yok. ifadeler, çok düzgün. bu, öyküyü okumada büyük kolaylık sağlıyor şüphesiz. gerek yapısal gerek tematik kurgulaması güzel ve olaylar arasındaki bağlantılar başarıyla sağlanmış. farklı zamanlarda ele alınmış olsalar bile olay geçişlerinde sırıtan bir hal yok!
şu ifadelerin berraklığına bakar mısınız! kısacık bir paragrafta ne çok şeyin anlatıldığına. denile-bilir ki sırf şu paragrafı okusak hikayenin yarısını okumuş gibi olacağız;
"...cüzdanı çekip alan, nispeten zayıf bir kadındı. kendi aracında fazla hasar yoktu ama çarptığı arabanın neredeyse tamamen içine göçmüş olması ilk bakışta korkunçtu! neticede, o aracın içinde o da olabilirdi! cüzdana, arabasına dönerken baktı; içi boştu. şaşırdı. paraları olmamasını anlardı da, öyle lüks bir araca binen birisinin kimlik veya ehliyetini taşımaması?.."
ah!diyorum... ah!keşke biraz daha samimiyet ve heyecan olsaymış ne güzel olacakmış.
kimi yazarlar, okuyucuları ile uğraşmaktan, onları dürtmekten, çekiştirmekten, bilerek kurguladıkları girift cümlelerin anlamını çözmeye çalışırken takındıkları aptalca yüz ifadelerini düşlemekten, kısacası öyküleri süresince onlarla didişip-durmaktan büyük keyif alırlar.
öykülerinin geneline baktığınızda ortalık yerde kayda değer bir şey göremezsiniz. zira, görülmesi gereken şeyler hep detaylara gizlenmiştir. sindirerek okuyup detaycı bir gözle değerlendirme yapmaz iseniz öyküden de gereken tadı alamaz, ya sıkılıp bırakır ya da şöylece bir okuyup geçersiniz.
işte size çarpıcı bir örnek; hızlıca okumayı deneyin lütfen!
"...aylarca boş vermişliğin dehlizinde yaşadıktan sonra, kulağımda hani o işte bu şarkı beni deli ediyor diye sana her dinleyişimde söylediğim şarkıyla köklemiştim gazı bileğim kırılana kadar..."
şu an bir kamera olsaydı da kendinizi görüntüleseydiniz. kendi halinize bakıp gülümserdiniz. yazar, okuyucunun işini kolaylaştırmak istese kullanacağı birkaç virgül ile bu işi halledebilirdi ama hayır! çünkü niyet başka. o okuyucunun alacağı yüz ifadesini çoktan resmedip hafızasına kaydetmiş. şimdi sadece, kulağındaki çınlama seslerini dinleyip hınzırca gülümsemekle meşgul. yazım hatası mı dediniz hayır! defalarca okunmuştur tarafımdan. evet! karmaşık fakat yanlış yok!
şu güzel tespitlerin altına hangi tecrübeli erkek imza atmaz ki;
"...bir insanın hayatında yapabileceği en güzel eylem, kadınına havlusunu giydirmesidir. bir kadının en güzel hali, banyodan çıktığındaki halidir..."
belki şöylesi küçük bir ilaveyle dört-dörtlük olabilirdi; "buharın verdiği sıcaklıkla teninde gözelenen taze ter kokusu ile"
sizlere, bir öyküde eşine az rastlayabileceğiniz türden bir detaycılık örneği daha. bir mekan tasviri bu kez;
"...öncelikle yatağımın yerini değiştirmek istiyorum. uzunlamasına bu odada; içeri girince tam karşıda ve ve odanın sağında pencere var. yatak solunda kalıyor. gardırop sol köşede. masa sağdaki pencerenin önünde. kitaplık da karşıdaki pencerenin sol tarafından başlayıp köşedeki gardıroba kadar olan boşlukta. öyle çok eşya yok. posterler, postijler, notlar, sağa sola asılmış kitap defterler, model arabalarım, etkinlik afişleri, çantalar, üç ayaklı askılık köşesinde her zamanki gibi. fotoğraflarımız var bir sütunda. çapraz, düz hatta ters olarak yapıştırılmış birbirinden şebek hallerimizin fotoğrafları. görenin gülmeden edemediği fotoğraflarımız..."
isterseniz şimdi elinize bir kağıt-kalem alın ve yukarıda anlatılanları resmedin. yazarın, öyküsünde şekillendirdiği oda her detayı ile karşınızda şimdi. onun istediği de budur zaten.
biradetbeyfendi tarzındaki yazarların okuyucu kitleleri maalesef çok dar. hele ki okuma alışkanlığının yeni yeni yerleşmekte olduğu ülkemizde. ancak, tanıdığım bu tür yazarlar çok da önemsemiyorlar bu durumu. "ben, bence olması gerekeni yapıyorum. beni anlayan veya anlamaya çalışacak olanlar okusun" söylemi onlar için nerede ise ortak bir kanaat.
bu yazarın öykülerinde, sanat ve zekanın bir potada eritilip harç edildiği çok açık. gözle görünür bir zaman takıntısı var bu da çok açık. zannediyorum, bunu kamufle etmek için öykülerini imleme şekli olarak gösterme gayreti var fakat pek de örtülesi cinsten değil sanki. yoğun tahliller de içerse muadillerine kıyasla insanı daha fazla yoruyor lakin, vermek istediklerini aldığınızda tatlı yorgunluklara dönüşüyor o anlar.
eleştirimin fazlaca uzadığının farkındayım ama şu güzel çaresizlik betimlemesini de almazsam haksızlık etmiş olacağım;
"...insanlarla dertleşiyorum, insanlarla konuşuyorum. bazen ağlıyorum. bazen sırf güldürmek için hastaları gidiyorum. yüzlerce bazen yazdım, okudum. 'bazen' isimli bir şiir türetip, yazdığım kağıdın üstünde şehirleri, ülkeleri dolaştım. bazen..."
yazar, büyük bölümü diyaloglar içeren bu öyküyü kaleme alırken, kahramanlarının tiplediği esnafların, günlük hayatta kullandıkları dili kullanmayı tercih etmiş. bunun, okuyucu açısından önemli bir avantajı var kuşkusuz. çoğu okuyucu, her zaman günlük yaşamdan kesitler beklentisi içindedir ve kendini oralarda bir yere oturtmaktan büyük keyif alır. kah hasan'ın yeri olur bu, kah bekir'in veya hasan'ın oğlu olmayı yeğler. bu durum öykü kahramanlarını içimizden biri olmaya götürür ki bu noktadan sonra satırlar akar gider.
kurgusu itibarı basit gibi gözükmekle birlikte bu tespitin yapılmasında, yazar tarafından sağlanan okuma kolaylığının da büyük etkisi vardır. dili ve anlatım tekniği olarak ben başarılı buldum. karşılıklı diyalogları bazı bölümlerde tırnak içerisinde bazı bölümlerde paragrafta vermeyip tek bir sistemde gitse sanki daha iyi olurmuş.
insanlar, kendilerini modern zamana ve onun gereklerine ne denli yakın görseler de yetiştikleri toplum ve o topluma ait kültürün oluşturduğu ahlaki değerlerin etkisinden tam anlamı ile kurtulabilmiş değillerdir.
bu gerçeği tam olarak görmek, yaşanılan ülke dışına çıkılıp bizzat farklı bir kültürle yetişmiş toplumların içerisinde yaşam sürdürmekle mümkün olabilir. unutulmamalıdır ki hurafeler, gerçeklerden tez yayılır. zira onlar, olanlar değil olması beklenen ya da istenenlere yönelik uydurmacalardır ki bu özelliklerinden dolayı insanlar tarafından kolayca kanılır ve kabul görürler.
dağılan sovyet bloğu ve bu gerçekleşme sonucu ortaya çıkan onlarca devlet içerisinde sovyetler birliği kültürünün şu an yaşayan ve uzun bir zaman süresince de yaşayacak olan etkileri hüküm sürmektedir. bu kültür ile bizim kültürümüz arasındaki temel farklılıklardan biri, kadın ve erkek arası cinselliğin; bizde bir tabu olarak görülmekteyten onlarda yaşamsal bir gereksinim olarak değerlendirilmesidir.
bu ülkelere kısa süreliğine gidiş-gelişler yapan ve ne için gidip-geldiği de az çok belli olan kitlenin, pireyi-deve yapan kimi gözlem ve çıkarımları sonucu oluşan hurafeler, ülkemiz içerisinde dilden dile dolaşırken, destanları aratmayacak bir boyuta ulaşırlar ki topyekun toplumu etkilemeye ve o ülke insanlarına karşı bir karşı duruş ya da daha doğrucası; karşı duruyormuş izlenimi verirken durumdan nemalanma gayretine sevk eder.
tam da öykü kahramanlarımızdan ağzı sulu bekir'in dediği gibi;
"...-yok valla hasan abi, böylelerini görmüşken nasiplenmeden dönmeyeyim köye..."
o bölgelerde, mesleki yaşamının uzunca bir bölümünü geçirmiş olan ben, derim ki; bahse konu coğrafya üzerinde beş-on gün değil en azından üç-beş ay yaşamış olanların gözlemlerine itibar ediniz. zira, beş-on günlüğüne orayı ziyaret edenlerin görüp-görecekleri; cinselliklerini meslek olarak kullanan ve bu işten ciddi paralar kazanan profesyonellerin şehvetli kucaklarından başka bir yer değildir.
bakınız! aralarında neler konuşuyorlar öykü kahramanlarımız;
"...-abi şimdi bu kadınlar nataşa değil mi?
- hayda! oğlum sana ne anlatıyorum ben. kafan karılarda değil mi?" bastı kahkahayı: "her sakallıyı deden mi sanıyorsun sen? her rus orospu mu olacak oğlum, tövbe tövbe"..."
hasan doğru söylüyor. evli veya sevgilisi olan bir kadının, başka bir erkeğe yan gözle baktığını göremezsiniz. anaerkil bir aile düzeni vardır sovyet kültüründe. neden böyledir? çünkü ikinci dünya savaşı, ülkede erkek neslini neredeyse yok etmiştir. kadın/erkek nüfus oranı, aradan geçen bunca yıla rağmen eşitlenememiştir. erkek değerlidir ancak, bizdeki gibi pipisi olduğu için değil, pipi sayısı az olduğu için. sovyet kadını, ailesi için tahayyül edilemeyecek düzeyde fedakarane çalışır, didinir. erkeklerin çoğu hamilelik döneminde terk edip gittiğinden çocuklarına hem analık hem de babalık eder. marketten bir torba yiyecek getiren adamın kulu-kölesi olur. zira, sovyet erkeğinden görmemiştir böyle bir destek. o nedenledir ki o coğrafyada yaşayan türk erkekleri birlikte yaşadıkları sovyet kadınlarına tutulurlar. güzellikleri bir yere kadardır, önce insandırlar. kadir-kıymet bilirler ve çok iyi eş olurlar; bilen-bilir.
şöyle diyor hasan;
"...nataşa da var aralarında tabi, ama bunların nataşaları bizim nataşalar gibi değil, okumuş nataşa. geçen bizim kamil bunlardan biriyle sohbet etmiş, kadın memleketinde diş doktoruymuş ama burada daha iyi para kazanıyormuş..."
okumuşturlar, kültürlüdürler. bir kamyon şoförünün öğle tatilinde balzac okuduğunu görmüşlüğüm vardır. bizde hayali dahi inandırıcı gelmeyecek durumdur.
bu öyküyü, uzun zamandır hakkında bildiklerimi yazabilme imkanı verdiği için sevdim öncelikle ve alıntıladığım bölümler çok vurucu gerçekleri ifade ediyordu. bu manada güzel bir çalışma.
uzaktan davulun sesi kulaklara hep hoş gelir. oysa, uzun süre yurtdışında çalışmaya, dolayısı ile yaşamaya mecbur kalmış ya da tercihlerini o yönde kullanmış olan insanların, özellikle de yanlız erkeklerin ruhsal durumlarını ve yaşadıkları gel-git hallerini anlayabilmek çok da kolay bir iş değildir.
uzun bir ayrılıktan sonra ülkeye dönüşünüzde ya da geçici gelişlerinizde, sokaktaki simitçiye sarılıp öpesinizin geldiği olur. inanmıyor olsanız dahi, saba makamında okunan o sabah ezanının gönül telini titreten sesini bile arar, duymaktan büyük bir keyif alırsınız. buna sebep, bulunduğunuz o ülkedeki insan yokluğu değildir, teknoloji ise hiç değil, insanların sevecen olmayışlarıyla da alakalı değildir bu durum; tamamen kültürle ilgilidir.
konuşulan dili ile, yemeği ile, müziği ile, değer yargıları ve yaşam anlayışı ile yetiştiğiniz, içinde yoğrulup şekillendiğiniz kültürün, o kültürle uyuşmuyor olmasıdır sebep. ahlaki anlayış farklılıklarıdır. cebinizde tomarla paranız, master-gold-platinium dizi-dizi kredi kartlarınız olabilir, tuzunuz kuru-yüreğiniz ferah olabilir lakin bu, sizin bir yabancı olduğunuz gerçeğini asla değiştirmez.
kaldı ki,
çocukluktan beri, gücü-kuvvetiyle yedi düvele nam salmış türk erkeği imajının etkisi altında büyüyüp serpilmiş, baltacı-katerina hikayeleri eşliğinde cinsel manada kahramanlığın tavanını zorlamış türk erkeği, aslına bakarsanız; bu durumun da bir nevi düşünsel mastürbasyondan öte olmadığını yurt dışına çıktığı vakit acı bir tecrübe eşliğinde anlayıp-öğrenecektir.
neredeyse kükreyen bu ruh haliyle kendini dünyanın muhtelif kadın sofralarına servis eden türk erkeği, yabancı kadınlar tarafından; normal ve sıradan bir erkek gibi değerlendirildiğini görerek ilk ve büyük şokunu yaşayacaktır. bu şokun etkileri ve bünyedeki yansımaları kolay sönümlenmez elbet! geçtiğinde de ikinci ve yorucu aşamaya yani, 'kendini yeniden kabul ettirme süreci'ne girilir. ancak, şunu belirtmekte büyük yarar var ki bir çoğu, buna yeltenmeden ya oyundan çekilir ya da tomarla parası ve dizi dizi kredi kartları ile durumu kendince idare etmeye, bünyesini profesyonel ellere terk ederek olabildiğince haz almaya çalışır.
işte! bu öyküde bahsi geçen erkek kahraman; muhtemeldir ki, cebinde parası ya da çeşitli kredi kartları bulunan, bu havlu atmışlar gurubunun bir üyesidir.
öykümüzde, işinin ehli bir cinsilatife ile girilen cinsel ilişkinin/ilişkilerin, ön sevişme ya da argo tabiri ile peşrev geçme safhasına varıncaya kadar detaylandırılarak ve büyük bir açık yüreklilikle anlatılan olayların, realiteye ters düşen bir tarafı yoktur. bu olay, üç aşağı-beş yukarı her türk erkeği için de benzer şekillerde gerçekleşir. ancak, bu öyküdeki dikkat çekici husus, yazarın, öykü kahramanına toz kondurmak istemez tavrıdır ki cinsilatifenin; onu para karşılığı değil de değerli bulduğu için birlikte olmak istediği, okuyucuya özellikle hissettirilmeye çalışılmıştır. bu durum makul karşılanmalıdır. sükut-u hayale uğramış, ülkesinde o yaşına kadar aldığı ezberi bozulmuş ve dibe vurmuş bir erkeğin, derlenip-toparlanmak için kendini motive etme çabası olarak görülmelidir.
yazar, tüm boyutları ile ele alındığı ve anlatıldığında okuyucuya trajikomik bir durum sergileyecek olan kahramanının ahvalini, işin ortasından giriş yaparak dramatik bir biçimde yansıtmış ve başarılı da olmuştur.
öykünün, anlatım dili, mekan ve durum tasvirleri, yazarın, özellikle son bölümdeki cüretkar ifadelerle dile getirdiği yatak sahneleri ile vasatın oldukça üzerinde bir başarı çizgisi yakaladığı rahatlıkla söylenebilir.
öykülerde, din gibi dogmatik olanlar da dahil olmak üzere herhangi bir ideolojiyi övme girişiminde bulunmadan önce, övgünün asgari şartlarını sağlayabilecek, okuyucuyu doyurucu bir donanım ve olgunluğa ulaşıp-ulaşmadığını kontrol etmek zorundadır yazar.
onlar, kaleme aldıkları öykülerinde; gerek kahramanlarınca ve gerekse kendileri tarafından yapılan yaşama dair genel tespitlerde çok dikkatli ve özenli olmalıdırlar.
bu tür tespitlerin yapıldığı bölümler okuyucularda büyük ilgi uyandırır. bunun en önemli nedeni ise okuyucunun; yazarın ya da kahramanın hayat görüşü ve düşünceleri ile kendisininkiler arasında ne gibi paralellikler ya da zıtlaşmaların olduğunu öğrenme isteğidir.
yakalanan paralellikler okuyucuya haz verirken, oluşan zıt fikirlerin kaynağına inmeye, gerekçeleri bulmaya ve kendince analizler yapmaya çalışarak bir anlamda kendisini de sorgular. zıtlaşmalarda karşı tarafın gerekçelerini kuvvetli görürse, kendisini evirmekten de çekinmez. aslında, bilinçli ve beklenen bir okuyucu tavrıdır bu. iyi öyküler insanları yalnızca düşündürmekle kalmaz, eylemde bulunmalarını ve nitelikleri açısından gelişmelerini de sağlar.
bir yazar, ele alacağı konunun ağırlığı altında ezilebileceğini düşünüyor ise buna hiç kalkışmamalıdır. zira, çok önemli bir görevi icra ediyormuş zannederken kendisini; hiç de arzu edilmeyen durumlara düşürebilir.
bu bağlamda, aşağıdaki tespitin yorumunu sizlere bırakıyorum;
"...belki de hastalık şu dünyada insanın başına gelebilecek iyi şeylerdendi ve aslında bir hastalık varsa oda güzellikti, güzel insanlar daha yüzeysel olurdu..."
bir dil içerisindeki kimi sözcükler o dilde kurallı bir biçimde var olmalarına rağmen yazım dilinde değil çoğunlukla konuşma dilinde kullanılabilirler. türkçe yazım dilinde kullanılmasına çok da alışık olunmayan; birisi, ötekisi, berikisi, seninkisi, benimkisi gibi sözcükler de bu gruba girerler ve yazım dilinde kullanılacaklarsa da sıkça, hele ki aynı cümle içerisinde kullanılmamalarına özen gösterilmelidir.
bu tür sözcüklerin kullanılmaları, kurgu açısından yanlış olmayan ancak, kulağa hoş gelmeyen cümleler oluşmasına neden olur.
"...bu sebeple eksiğimizi diğer yönlerden tamamlamak ister, kendimizi geliştirir daha olgun birisi olurduk..."
veya aynı cümle içerisinde iki kullanım örneği olması açısından şu şekilde;
"...aslında aile içinde konuşkan ve hareketli birisi olmasına karşın evden çıkmayan, içine kapanık birisi olmaya başlamıştı frederick..."
farkı daha iyi görebilmek için yukarıdaki cümlede kullanılan iki adet 'birisi' yerine ifadenin genel seyrini hiç bozmadan bir değişiklik yapmayı deneyelim;
"...aslında, aile içerisinde konuşkan ve hareketli bir izlenim vermesine karşın evden çıkmayan, içine kapanık bir insan haline dönüşmeye başlamıştı frederick..."
bir dil içerisinde kimi sıfat sözcükler vardır ki bunlar, ifade ettiği anlam itibarı ile her yerde kullanılabilirmiş gibi görünseler de ancak, belirli sözcükleri veya canlı ve cansız varlıklar olarak belli bir grubu nitelemek için kullanılabilirler.
realist çizgide kaleme alınmış öykülerde; ihtiyar bir bebek, yürüyen bir balık, minimini bir gökdelen nasıl olmaz ise konuşan bir kaya, taze bir viski veya körpe bir ev de olmaz.
"...zorlu bir doğumun ardından ailenin altıncı çocuğu olarak ufak, körpe hatta bir derece izbe bir evde dünyaya gelmişti frederick..."
üstelik, körpenin insan zihninde betimlediği; 'körpe salatalık' ifadesinde olduğu gibi 'dalından yeni kopmuşçasına bir tazelik' ya da 'körpe kuzu' ifadesindeki haliyle 'erken gençlik dönemini yaşayan bir canlı' olduğundan, diğer bir deyimle bünyesinde cıvıl cıvıl bir yaşam ve tazelik barındırdığından, cansız varlıklar için kullanılması doğru değildir.
öykülerde, okuyuculara yapılan dönem ve yer hatırlatmalarında, tarih değişmiyor buna karşın olay ya da kahramanlar değişiyor ise aynı tarihi iki kere yazmak gibi bir alışkanlık veya teamül yoktur.
'kenya 1862'
" etrafta kulaksız insanların sayısının arttığı yıllardı..."
'kenya 1862'
" yirmi yaşında bir genç yetişkin olmuştu frederick..."
doğru da değildir esasen çünkü yeni bir tarih veya yer verilmemiş ise okuyucu aynı yerde ve tarihte farklı bir olaya geçildiğini yeni bir paragrafla rahatlıkla anlayacaktır. yazar, kimi karmaşık durumlarda bu ayrımı özellikle vurgulamak da isteyebilir ki o durumda; ya üç yıldızla veya 'aynı yer aynı zaman...' türünden bir ifade içeren başlı-başına bir paragrafla yapılır.
f628 iyi niyetli bir yazar kuşkusuz. kendince güzel ve doğru olandan yana bir tavır sergileme çabasında. ancak, bazı mesajları vermeye çalışmadan önce mevcut donanımının bunun için yeterli olup-olmadığını tahkik etmesi ve kaş yapayım derken göz çıkarabilecek davranışlardan kaçınması gerekiyor.
önemli bir konuya parmak basıyor yazar. kömür madeni işçilerinin zor ve ürkütücü ekmek parası kazanma gayretlerine. belki de dünyanın en zor mesleğine dikkatleri çekmek istiyor. öyküsünü okuyanları; kendilerini o işçilerin yerine koymaya, çilelerini yaşamaya zorluyor, kaleminin gücü yettiğince.
düşünün bir kez, yerin yedi kat altında ve karadeniz tabanı'nın onlarca metre derinlerinde ilerleyerek açılan tunellerden kömür çıkarmaktasınız. kelimenin tam anlamıyla tırnaklarınızla kazıya-kazıya. karadeniz'in altında ve ondan daha kara tunellerde.
kömür karası öylesine bir karadır ki, yalnız bedenlerin dışını değil içini de siyaha boyar. kömürün o yağlı karası; önce nefes yollarında sonra ciğerlerinizin içlerinde ve nihayet bronşlarda siyah bir tabaka oluşturur zamanla. yüzlerce paket sigara içmiş bir insan gibi tıknefes olursunuz.
bununla da kalmaz elbet maden işçisinin derdi, çilesi; kara elmasın ağırlığını çekemez kimi zaman tunellerin tavanına dayanan direkler. çöküverir üzerine onlarca işçinin ve mezarları olur; yerin yedi kat dibinde. orada mikroorganizma bile yoktur ki, çürütüp doğal çevrime soksun bedenlerini; öylece kalırlar, belki de dünya durdukça.
bir de grizu var elbet! patlamak için fırsat kollayan. velhasıl, 'zor iştir' deyimi tarif etmeye yetmez zorluğunu. ekmek aslanın ağzında değil boğazındadır kömür madenlerinde ve o ekmeği oradan çekip almak gerçekten cesaret işidir.
aslında yazarın şu güzel söylemi, yukarıdaki zorlukları içeriyor kömür madeni işçiliğine dair;
"...Bu insanların umutları yer altındaydı, bakışları kara ve solgun. Ben ülkenin başkentinden gelmiştim, o ise emeğin başkentinde yüreğine denizi sığdırıp iniyordu madene, diğer maden emekçileri gibi..."
öyle öyküler vardır ki okunulan her cümlesi bir kıssadır ve o kıssalardan birer, belki de birden de çok hisseler çıkararak okumaya devam etmek gerekir.
ve ben, eğer şu öykünün altında la fontaine imzasını görmüş olsaydım; inanın hiç şaşırmaz ve şöyle derdim;
- tüm öykülerini ezbere bildiğimi zannederdim, oysa bilmediklerim de varmış.
büyüklere masallar adlı bir kitabın baş köşesine yerleştirilmeye layık bir eser bu. eser diyorum çünkü her anlamda profesyonelce kaleme alınmış.
şu ifadenin güzelliğine bakar mısınız;
"...Bir yılan, kendinden katbekat büyük bir eşref-i mahlukatla, çalı çırpıya uzak bir beton zeminde baş başaydı. Sığınılacak bir limanın kalmadığının farkında, çaresizlik halindeydi ve işin kötüsü, böyle zamanlarda, sürüngenliğin doğal soğukkanlılığı fayda etmiyordu..."
ve şu;
"...Aslında biz insana en yakın canlılarız. Görünüşümüz benzemese de, kalp yapımız hemen hemen aynıdır, bu yüzden onlara zarar vermemeye çalış.
Merak edip sormuştu:
"Üzerime basmak isterlerse? Bana tuzak kurarlarsa?"
"O zaman al canını evladım. Bu yüzden ölmüşlerimizin derileri kıymetlidir."
- evet! kısa... ve tadını okuyanın beyin kıvrımlarında bırakır cinsten.
bu tür öykülerin kısa olması da gerekir zaten. zira, okurken o kadar çok düşünmeniz, cümleleri tek tek tahlil etmeniz gerekir ki, çok uzadıkları taktirde dimağınız yorulur ve sıkılmaya başlarsınız.
bildiğim kadarıyla feza pilotu'nun ilk öyküsü bu söykü'de yayınlanan. ben o'na derim ki; sen yazmalısın güzel kardeşim! çünkü sende yazar kumaşı var. hem de öyle basma ya da pazen değil düpedüz; efil-efil saf bir ipekli.
bir sosyapatın gözünden neden cinayet işlediğini ve savunmasını ayrıntılı şekilde anlatan güzel hikayelerden biri.
cinayetlerin sebebi kıskançlık ya da aşk değil kahramanın ruh hastası olması.
bu insanlar kadınları döven, aşağılayan, taciz eden psikopatlar ve ne kadar da tehlikeli olabildiklerini herhangi bir gün her hangi bir gazetenin üçüncü sayfasında bulabilirsiniz.
hikayenin sorunu şu ki kahramanımız hikayede ne kadar çok sevdiğinden ne kadar çok haklı olduğundan bahsederken birilerine sempatik gelebilir. öyle olmadığını bilsek bile hikaye suçluyu övme şeklinde.
edebiyatta genel de soyguncular, mafya babaları, seçkin hırsızlar ve dolandırıcılar için suçluyu övme eserlerine rastlarız. bazen zekaları bazen de karizmaları övülür.
ama bazı suçlar övülmemeli. burda kastetiğim cinayet değil kadına karşı şiddet suçu. bunun herhangi bir haklı nedeni ya da öykünecek bir tarafı yok.
harika bir ortaanadolu kasaba öyküsü. mükemmele yakın bir türkçe.( bence mükemmel ama yazarın kendisi kendi türkçesini eleştiriyorsa vardır bir bildiği).
abdülrezzak efendi ve mahdumlarının çok da doğru olmayan hikayesi kahramana yörenin yerli isimleri tarafından anlatılıyor. gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. ama bu hikayelerin dilden dile geçerken, nesilden nesile aktarılırken zamanının değerleri ile değiştiğini biliyoruz. belki seksenlerde hani özalın benim memurum işini bilir zamanlarında hikaye bambaşka idi. salak olan çocuk okuma sevdasına tutulup bir kasabada doktor olurken işi bilen çocuklar hayatlarını yaşadı. aynı hayatı farklı gözlerin tamamen farklı anlatması kişilerin olaylara ne kadar farklı bakabildiğini de gösteriyor.
highlander ve xmen serilerinin içinden fırlamış bir hikaye. bu sadece kuru bir hayalgücü ile başarılamaz çünkü hikaye de hem kahramanlar hem de kurgu kendi içinde formal bir tutarlılığa sahip.
peki şu ne oldu diye sorarsanız cevabı hazır. türkçe de böyle yazılan hikayeler pek yok. bakın dergiden bahsetmiyorum tüm türk edebiyatında bu tip hikayeler yazan çok fazla adam yok diyorum. şimdi biraz akıl yürüterek yazardan bir ricam olacak.
sonuç itibarı ile ne abd de ne de eski kadim avrupa ülkelerinde bu hikayeler herhangi bir gerçek hikayeden değil de yazarın yaratıclığından çıkmıştır. ve zamanla da kültürlerinin bir parçası haline gelmiş. yani bu tip kahramanların hep amerikalı ( avrupalı) olmasının sebebi oralarda bu tip insanların gerçekten yaşamasından değil, yazarlarının-yaratıcılarının oralı olmasından kaynaklanıyor.
buradan yola çıkarak ktei den sonraki sayılarda memlekette geçen bir kurgu rica edeceğim. bakalım nasıl duracak.
profesyonel bir kadının avlarına duyduğu nefret ama aynı zaman da onların gerçekte sevdiklerinin yerinde olma isteği.bu avlardan herhangi birine aşık olsa ne olacak?pudra keçi sakal ve striptizci hikayesinin tersinden yazılmış hali mi?
bu işi tanımlayanlar sık sık dünyanı en eski mesleği tamlamasını kullanırlar.
geniş anlamda bakıldığında hangi kadınların profesyonel olduğu konusunda yanlış algılara düşüp bütün kadınlar orospudur çıkarımına ulaşabilirsiniz.
oysa ki aşk a inanmak lazım. o kadın seninle ne için beraber olursa olsun sen onu sevmelisin. sevmediğin kadınla da işin olmamalı sana ne verecek olursa olsun.
sevilmek istenmek nasıl bir içgüdü ise kendimizi çok kolay kaptırmamıza ve kandırmamıza sebeb oluyor.
ama sevmek öyle bir şey değil. tamamen karşılıksız ve tamemen senle ilgili. kontrol de sende.
son olarak;
güzelliğin beş pare etmez bende ki bu aşk olmasa.
flashback kelimesini hiç sevmedim. türkçe hikayeler de kahramanlardan biri ingilizce konuşabilir. ama yazar asla.
yazarın ayptığı dikenli tel-dövme-geri dönüş-dikenli telin kesilmesi ve olaylar kurgusunda ki ironiyi çok başarılı buldum.
tamamen özgür hissettiğin bir yerden, mahalle baskısının sana nefes aldırmadığı kasaba ya dönüşte kahramanın dikenli telleri kesip atması derin bir ironi olmuş.
özgürlüğün yaşadığımız yerden daha çok kişisel seçimlerle genişleyebildiğini anlayabilmek lazım. yanlış seçimler sizi en özgür hissettiğiniz yerden bile soğutabilir ve dışarda ki yanlış seçimler size kendinizi bir hapishanede daha mutlu hissettirebilir.
hayatında hiç bir maden işçisi ile tanışmamış bir adamla, en az birini tanımış hatta sadece birisi ile tanışmadan ama hayatının küçük bir kısmında teğet olmuş biri, bir maden kazası haberi duyduğunda aynı tepkiyi mi verir.
bir tanıdığınız doğuda askerken haberlerde şehit haberi duyduğunuzda gene de kanalı değiştirirmisniz?
yazarın harika öyküsünde kahramanımız bir deri çanta ile o çantanın peşindeyken tanıştığı bir maden işçisinin zor hayatını birbiri ile çağrıştırmış. harika da yapmış. artık ne zaman bir deri çanta görsek maden işçilerini hatırlayacağız. ve ne zaman bir maden kazası duysak el kadar deri çantaya binlerce dolar veren hanfendive beyfendilere küfredece(kmiy)ğ(iz).
benim yaşlarımda insan kendi hayatının erken dönemlerindeki seçimlerinin daha sonraki hayatına ne kadar çok etki yaptığını düşünür. tarihte de bazen inanılmaz tesadüfler inanılmaz etkileri olan büyük olaylara neden olabiliyor. bu hikaye çok başarılı bir şekilde hem tarihi bir olayın sebeb-sonuç ilişkisini hem de küçük tesadüfler olarak görebileceğimiz ama aslında marks ın her tesadüf bir zorunluluğun eseridir sözüne de atıfta bulunan bir kurguya sahip.
evet. türk erkeğinin en büyük fantezilerinden biri ile karşı karşıyayız. kısaca senden para almayan hayat kadını diye tanımlayabileceğimiz bu fantezimiz de erkek kendini bir üstünlüğünden dolayı profesyonel bir kadının kendisine ilgi duymasını sağlar.
hikaye de kahramanımız bir şehvet yuvasında ki hüzünlü adamı oynuyor ve bu da profesyonel kızımızın hoşuna gidiyor. olaylar daha sonra gelişiyor.
hikayedeki kahramanın kendi ile zaman zaman dalga geçmesi profesyonel ablanın kendini belli bir sistematik ile satması hikayeye ayrı bir gerçeklik katıyor. sayının en başarılı hikayelerinden biri.
öykü kahramanlarının duygu dünyalarına ve ruh alemlerine yapılan derinlemesine yolculuklarda, okuyucu; o kahramanın fiziksel özellikleri hakkında da buna koşut detaylar arar. kahramanın zihninde tam olarak resmedilmesi okuyucu için çok önemlidir. üstelik, öykümüzdeki gibi olayların tek kahraman etrafında şekillendiği durumlarda, bu detaylara girmek kısıtsız mümkündür.
kahramanımızın fiziksel özellikleri hakkında bildiklerimizin niceliği bir elin parmaklarını geçmiyor malesef. kirli bir ağız ve bol bıyıktan ibaret. bir de 'onu mucit yapan' bir deri ceketi var ancak, neden mucit yapmakta olduğu detayına da girilmemiş. zayıf mı? şişman mı? pasaklı mı? temiz mi? bedensel bir özrü mü var? yok mu? yakışıklı mı? çirkin mi? bilmiyoruz. onun fiziksel özelliklerini bilemediğimiz için de sevilmemesinin, yalnızlığının fiziksel bir nedeni olup-olmadığı konusunda bir yargıya varamıyoruz.
gözlenen bir detay eksikliği de şu; kim bu mukaddes? ete-kemiğe bürülü bir kadın mı? yoksa, kahramanın hayal aleminde yarattığı, kendisinin sevdiği ve onu da sevebilecek engin hoşgörüye, adeta anne şefkatine sahip soyut bir kadın tiplemesi mi? eğer soyut ise cebinde taşıdığı saç tellerini birleştirerek onu nasıl yaratıyor? yok! eğer bir şekide saç tellerini toplayıp biriktirdiği ve kendi kurgulaması ile yeniden yaratıp sonra da bağlandığı eski bir komşusu, bir nevi platonik aşkı ise o vakit bu detaya neden değinilmemiş. özetle, kim bu mukaddes? neden hakkında bir detay yok! başka bir deyişle, neden var ama yok?
bu detayların üzerinde özellikle durma gereği hissettim zira, onların eksiklikleri çok başarılı olabilecek bir öyküyü, okuyucuyu karmaşık ve içinden çıkılması güç açmazlara sürükleyen dengesiz bir hale sokmuş.
evet! çok başarılı olabilirmiş çünkü kurgulanması özel maharet gerektiren tasvirler ve tahliller içeriyor bu öykü;
"...O bembeyaz boynunu omuzlarına kadar açık bırakan haki yeşili elbisesinin gizlediği elceğizleriyle karmaşık ve sapsarı olmuş havanın rehavetini kırmızı yelpazesiyle dağıtmaya çalışıyordu. incecik dudakları büzülmüş, yüzünde hınzır bir gülümseme... Çocukluğunu yaşıyordu. Bir suç işlemiş de saklar gibiydi hali. "Mukaddes?" Parçalanmış bir halde bütünlüğe kavuşmayı, anlamlandırılmayı ve hayran olunmayı bekliyordu. Ellerinin arasında evirdi-çevirdi. ne kadar güzeldi o öyle..."
ve şu;
"...Güneş içeri dalmak için pencereleri zorlarken adeta, yoklukla varlık yeniden şekilleniyordu. Ağlayarak yaratıyordu sevdiği kadını. Elleri tutmayana, gözleri bulanana kadar devam etti. Ölüyordu sanki. Ruhu parça parça sökülüyordu. Hiçbir kadını sevmemişti hayatında, hiç sevişmemişti..."
öykülerde, tasvir ve tahlil gibi sanatsal unsurlar; pişirilen bir yemeğin salçası-tuzu-biberi gibidir ve lezzet katarlar. ancak, onlardan önce; sağlam bir iskelet ve düzgün kurgulamanın yani, pişirip servis edeceğiniz yemeğin ana bileşenlerinin tam ve eksiksiz olması gerekir.
bu öykü bizlere şunu açıkça gösteriyor ki gicir bey ana yapı ve sunumun kurgulanması gibi asgari gereklilikler üzerinde daha özenle durabilirse, tadına doyum olmayacak öyküler çıkarabilecek. zoru başaran, kolayı neden başaramasın? nehir geçilip de derede neden boğulunsun, öyle değil mi?
okuyucusuyla dertleşirmiş gibi yazılan, ona; kahramanı/kahramanlarının sırlarını anlattığı öyküler; en çok ilgi görenlerdir desem yanlış olmaz. burada okuyucu; okuyucu değil dinleyicidir. adeta bir dert ortağıdır. hanna bu önemli yazım tekniğini çok iyi kullanmış. kullanmış derken yanlış anlaşılsın istemiyorum; bir duygusal istismar söz konusu değil sadece yararlanma var o kadar.
öykü boyunca süren içtenlik, açık yüreklilik, anlatım tekniğinin; hoşluğu, akıcılığı ve sadeliği ile ne zaman başlayıp ne zaman bitirdiğinizi anlamadan bir girip bir çıkıyorsunuz kahramanın yaşamına.
fantastik değil realist iskelet taşıyan öykülerde okuyucunun zihninde bu tadı bırakabilmek gerçekten güç iştir. örneğin, üzerine romanlar yazılabilecek 'genç üniversiteli-namus bekçisi akraba' sorununa, okuyucuyu bayıltmadan, bir çırpıda ne de güzel değinilip-geçilmiş.
"...yükselmek isteyen her gencin önündeki en büyük engel olan heybetli akrabalardan bende de vardı; hem de fazlasıyla. ben daha otobüse binmeden telefonla tembihlemişti babam; 'aman dikkat et bizim kıza, başına bir iş gelmesin'. emanet edilmiştim. kalacak yerim, yatacak yatağım, yenecek aşım vardı tamam da, benim hayalimdeki üniversite hayatı bu değildi ki..."
sonra şu bekar evi tasvirindeki başarı ve akıl dolu benzetmeye bakar mısınız;
"...yığınla yıkanmayı bekleyen çamaşır, lavabonun içinde birikmiş bulaşık, western filmlerinde düello yapan iki adamın gösterildiği sahnelerde, esen rüzgarla oradan oraya yuvarlanan toz öbeğine eş değer toz kütleleri, yemeği kim yapacak, bulaşığı kim yıkayacak kavgaları arasında, bu üniversite öğrencisi profilinde tek eksiğim olan erkek arkadaşı da nihayet edinmiştim..."
düş oda bir salon'dan sonra dikenli teller'i okumaktan da büyük tat aldım. isterim ki hanna daha çok yazsın ve bu dost sıcaklığındaki öyküleriyle ısıtsın içlerimizi.
kahramanları; marjinal kişilik özelliklerine sahip hatta, ruh sağlığı açısından hasta olarak nitelendirilebilecek ve bunun bir gereği olarak sürprizlere açık olan öyküler; okuyucuyu kendilerine güçlü bağlarla bağlarlar. hele ki o öykülerde sadist ya da mazoşist eylem veya değinmelere yer veriliyor ise okuyucu, sadece beyin olarak değil vücudunda gerçekleşen hormonal değişimler nedeniyle metabolizma olarak da etkilenir.
"...benim asıl kazancım tüm bu iki aydan; beni aldatan sünepe kocamın tipindeki senin gibi nazeninleri parmağımda oynatmanın zevkini tadmak, inceden sizinle alay etmek, ve geceleri çok istediğiniz gibi sırtınızı marquis de sade'dan ve sünepe kocamdan aldığım hırs ve nefretle, tüm gücümle kırbaçlamak..."
çok etkileyici bir öykü bu. yalnızca konusu itibarı ile de değil üstelik. inanna salome öykülerindeki şaşırtıcı olay kurgulamaları tekniğini içselleştirmiş görünüyor ki bunu, sanırım bundan sonra da görmeye devam edeceğiz.
her haliyle ben roman yazmak istiyorum diye haykıran bir yazar var karşımızda. kendisine verilen ve normal beden ölçüsünden en az iki beden küçük bir elbiseye sığabilmek için uğraşıp-didiniyor. anlatacak o kadar çok şeyi var ki zihninde; hikayenin dar kalıpları onları almakta zorlanıyor.
özellikle ilk bölümde, okuyucu henüz konuya da tam adapte olamamışken, öykünün kadın kahramanı alya'nın söyleminin haddinden fazla uzaması, bunun en belirgin örneği.
yani düşünün, geveze bir kadın ve ağzı çok iyi laf yapıyor. yazar, her ne kadar tüm hünerini gösterip birikimleri sayesinde oluşturduğu anlamlı ve akıcı cümlelerle okuyucunun tahammül gücünü artırmış da olsa yine sınırları zorluyor. hele ki okuyucu erkek ise iş daha da zor. eski kocaya, hemen her konuda o denli ağır eleştiriler yöneltilmiş ki öyküyü okumakta olan bir erkek okuyucunun; benzer yaşanmışlıkları ile bir anda eleştirinin muhatabı durumuna düşmesi işten bile değil.
"...o yaşıma kadar en pahalı parfümleri eşime almış olan ben, bile kezzapın deriye değdiği andan itibaren burnuma ılgıt ılgıt gelen o yanmış et kokusunun güzelliğini hiçbir şey de* bulamadım..."
'ılgıt ılgıt' yani 'okşarcasına' anlamını betimleyen bu deyimin hunharca eylemlere alet edilmesini içim kaldırmadı doğrusu. psikolojik rahatsızları olan bir kişi için kezzapla yakılmış et kokusunun haz verici bir yanı da olabilir kuşkusuz ancak, şahsi kanaatim bunun farklı bir şekilde, misal; 'buram buram' gibi ifade edilebilmesi de mümkündü. yanlış değil elbet fakat yakışıksız geldi bana. okşarcasına olan her şeyin güzel olması gerektiği önyargımdan belki de bu, kim bilir.
teknik olarak, şu da olsaydı iyi olurdu denilebilecek fazlaca bir şey bırakmamış. olanlar ise kadı kızında* da bulunur cinsten. bu öykünün gerek teknik ve gerekse sanatsal olarak on tam puan üzerinden rahatlıkla dokuz alacağını söyleyebilirim.
- içtenlikle tebrik ediyorum inanna salome gerçekten çok iyi bir iş çıkarmışsın.
gerek olay geçişlerindeki ve gerekse bölümlerarası bağlantılarındaki başarısıyla çok sağlam bir öykü ölümsüzlüğün gölgesi. güçlü iskeleti, olay kurguları, anlatım tekniği ile tam not aldı benden.
yazarın öyküye hakimiyeti çok açık hissediliyor. hatta bunu, özellikle hissettirmek istediğini düşünüyorum yazarın. ben, karakterleri avucuma alır, parmaklarımın ucunda oynatırım demiş; sırıtmayan bir küstahlıkla.
yazım tekniği itibarı ile klasik bir dil kullanılmış. olaylar, geçmiş ve şimdiki zaman kalıplarında ele alınmış ve genel yazım kurallarına sıkı-sıkıya bağlı kalınmış. cümleler kısa ve ifadeler kesin olduğundan okunması çok kolaylaşmış.
- bu öyküyü, farklı zamanlarda üç kez okudum ve her defasında büyük tat aldım.
buna mukabil,
bir yazarın öyküsünde bu kadar çok firma ve ürün ismi vermesi alışıldık bir durum olmadığı gibi okuyucuyu ciddi anlamda rahatsız da ediyor. hani, bu öyküyü kaideyi taciz eden istisna değil de dünyaca ünlü bir yazar kaleme almış olsa, diyeceğim ki sırf reklam geliri elde etmek için yapmış.
söyleyin bana dostlar! ben mi yanlış düşünüyorum? yazık değil mi şu güzelim öyküye, onca emeğe, zamana. yeni icatlar denenip öykünün kendini göstermesi için çaba harcanmış desem; onun buna ihtiyacı yok! o zaten rüştünü ispat etmiş.
- asıl maksadı bilemedim ben şimdi fakat görünen o ki kaide yine taciz edilmiş.
bir yazarın kendi öyküsüne eleştiri yazması alışıldık bir durum değildir elbet. ancak, biraz farklı ve anlatılması gerektiğine inandığım bir ortak çalışma ve bunun evrelerinden söz edebilmek üzere, yani bu kez özel bir nedenle kendi öyküm altındayım.
öykümü kaleme alıp aynı isimle sözlüğe kaydettikten sonra o gün, sözlük yazarlarından 'akilluslu'dan bir mesaj geldi. mesajında, bu işten biraz anladığını ve eğer istersem öykünün okuyucu için daha çekici ve yazım tekniği olarak da daha etkili bir hale getirebileceğini, bunu isteyip istemediğimi soruyordu. memnuniyetle ve hemen kabul ettim. aşağıda verilen iki mesaj geldi ve önerileri uyguladığımda öykünün çehresi değişti.
istedim ki görün; nereler kurcalanmış, deşilmiş, temizlenmiş, yeniden doldurulmuş, kazınmış, çizilmiş-yeniden yazılmış. hangi cümlede hangi sözcükler takla attırılmış; hangisi düz, hangisi ters takla atmış.
ilk bakışta yakalananlar;
( başlık sayılmadan satır sayılmıştır)
1. satır:
1. cümle düzenlenmeli.
3. satır 'sonradan' / sonra bunu ikinci taramada tekrar düşüneceğim.
4. satır ayrı kalarak/ ayrılarak (henüz ayrı kalmadı/ ayrıldı)
7. satır yıllar sonraları/ yıllar sonra
8. satır 'ardından' fazla gibi durdu gözüme orada
10. satır cümle düzenlenmeli, başka sözcükler kullanılabilir.
11. satır hareketler değil 'söylenecekler' ezberlenir önce.
nedir yani bu öğretmen kapıdan sağ ayakla girmeyi mi ezberlemiş yolda?
12. satır 'arınmıştım artık' artık fazla
14. satır 'dedi' fazla/ dediği çok net
16, 17, 18 'kemçük ü anlatırken fizikselden başlar soluk kısmıyla bitirir öğretmene geçişi soluktan başlatır fiziksel tanımda sonlandırırım ben olsam.
böyle olmasa da; 16, 17 , 18 :: o cümleler anlaşılabilir hale getirilmeli.
18. satır
merak ettim ve birden sordum (sonraki cümlede soruyor 19. satırda)
soruyor
bu yüzden merak ettim;
19. satır.(soru cümlesi)
've birden sordum fazla'
22. satır : 50/ elli, (bunu; (metinde rakam kullanmayı) bazen algıyı avlamak için yapıyorum ben ama burada öyle durmadı gözüme)
23, 24; betimliyorsun, betimliyorsun adam gözümde canlanamıyor.
24. satır: 'hiç de bozulmadı canı sağ olasıca'şahane cümle, insanın içi ısınıyor okuyunca.
26. satır, yamacında/ yamacına
29. satır, bazan/bazen ha belki bunun da geçmişi bla bla ama tdk 'bazen' diyor, sonrası düşünürüm olduğundan bazen daha nasıl desem lirik , ses uyumlu olur.
36. satır, kemçük değil öğretmen bir şey söylesin inanmaz inanamaz tavırlarla.
öğretmenin tahta sandalyede oturmanın keyfinden uyuyakaldığını düşünmesin okuyucu. öğretmen kemçüğü dinlesin ki okuyucu kopup gitmesin?
37. satır yaşar ve davut ölmüş mü? neden di li geçmiş zaman
38. satır : birlikte fazla, uyuyakalmıştık birlikteliği anlatıyor zaten.
41. satır
kemçük : 'çocukluk arkadaşlarım' diyor ya , orada bir sıkıntı var, bunu demez sanki bu adam, yukarıda anlattı zaten kim olduklarını.
42. satır,
hem çeşmeden su çekip hem abdülrezzak a üstelik adam kendi dükkanının içinde iken nasıl rastlıyor bunlar??
yaptığı şeye rastgelmişler tamam, rastlamak ın anlamlarını yazmıyorum sana/ eyleme rastlanıldığı aşikar ama olmamış
rastlamak / yeri değişmeli/ olayı anlatır hale gelmeli. düzenlenmeli bu satır.
48. satır:
ebdülrezzak ı kemçük taşak geçmek için söylemiyorsa abdülrezzak dalga geçiyorsa bunun altını çiz ve üst paragraflardan birinde sezdir okuyucuya.
dışında;
en bariz gözüme batanlar ;
'sakıp ağa' çenesini herkesin bilip bilmediği? emin değilim.
öğretmen çok robotikinsan gibi değil
kemçük ü anlatma işini sade, karışık olmayan cümlelerle başarabilirsen 'güzel iş' çıkabilir.
şu ali gülen yüzle değil, güler yüzle ama merak sindirerek karşılasın öğretmeni.
ve kaymakam ayağa kalkınca , 'kemçük' oturuyor mu yerinde?
bu metinden 'güzel iş' çıkabilir.
/ ama üzerinde çalışılması gerek.
öğretmeni canlandır, kemçüğü düzenle.
bütün bunlar ilk okumadan benim izlenimlerim, seni bağlar yanı yok.
sevgilerle.
ikinci taramada yeni bir şey bulursam yazarım. (akilluslu/09.05.2012-22:33)
***
yaşarla birlikte uyuyakalmıştık,
birlikte gözümü tırmalıyor hala-
hareketleri kurgulamak;
bilimsel makale mi yazıyorsun?
ne yapacağını, nasıl davranacağını düşünmek, ne / neler söyleyebileceğine karar vermek.
kesinlikle daha iyi,
ama ayrıntılı ,incelerim gece.
okunabilirliği artmış.
bulduklarımı yazarım.
sevgilerle.
güzel bir gün geçir. (akilluslu/10.05.2012)
kurgusuyla, ifadelerdeki anlaşılırlık ve okunuşlarındaki akıcılıkla, her an yeni bir sürpriz olabilir tavrıyla ve belki de en önemlisi; farklı romantik yaklaşımları dışında benzer şekillerde doğup büyüyen bir aşk hikayesini oldukça canlı-diri tutan yapısıyla çok hoşuma giden bir öykü oldu 'pürüzsüz tenli kız'.
bildiğim kadarı ile rotundjere'nin ilk yayınlanan öyküsü bu. bakın çok ilginçtir; bu öyküde değişik bir tat var. yani, yazar diyor ki benim kendime has bir kişiliğim-tavrım var ve bunu öyküme yansıttım.
"...bir daha başkasını sevemem zanneder ya insan, ama bunu bir kere hisseder, hayallerinin başlangıcıdır ve son nefesine kadar onunla olacağını zanneder, bir kere inanır buna insan... işte benimkisi bahar'dı..."
' benimkisi ' yanlış değil iticidir ama hiç rahatsız etmiyor değil mi?
"...doğru ya ben kimim... ben mi çok aşırı korumacı oldum, yoksa sen mi üniversiteye başlayınca sapıttın... ben mi artık önünde bir zarın olmadığı için paranoyaklaştım, yoksa sana daha mı eğlenceli geldi disko bar hayatı..."
dan...dan...dan...diye ortaya konan, etrafında dolaşılmayan, çevresinde kıvırtılıp-raks edilmeden açık, net, kararlı biçimde yapılan tahliller.
- kahramanın, okuyucu gözündeki karizmasını nasıl da yükseltiyor değil mi?
öykünün sonuna gelice şunları düşündüm;
neydi kahramanın hatası? yani, bunca severken ve mümkünü yokken onu unutmanın, kara sevdayken çektiği; neden çekip alamadı kadını düştüğü o bataktan? öldürme cesareti bulmuşsa, onu çekip alabilme cesareti de göstermeliydi diyor insan! yani, gönül öyle istiyor. bu da gösteriyor ki okuyucunun gönül telini titretebilmiş yazar. aferin! ona.
okuyucu, okumak için eline aldığı bir öykünün özellikle giriş bölümünde yazarını tanıma çabası içerisindedir. hele ki o yazarın bir eserini ilk defa okuyorsa, diğer bir deyimle meşrebine aşina değilse, bu çaba daha da yoğun olarak gözlenir.
yazarlar çoğu kez, giriş bölümünde; tasvir, benzetme, kurulan cümlelerdeki ifade netliği ve zenginliği, sözcüklere hakimiyet ve kurgulama kapasitelerini ortaya koyarlar.
kimi yazarlar ise bu bölümde, asgari koşulları sağlamak şartıyla gerçek yeteneklerini gizlemek eğilimindedirler. bu, tümüyle yazarın öznel tavrına bağlı olarak gelişen bir durumdur ve oturmuş yazarlar için bir öyküden diğerine çok da büyük değişkenlik göstermez.
başarılı bir yazar, her şart ve koşul altında, öyküsünün ilerleyen bölümlerinde, giriş bölümünde ortaya koyduğu bu genel ve temel niteliklerini korumak ve hatta, giderek geliştirmekle okuyucu üzerindeki etkisini artırır ve onu adeta tutsak alarak tümüyle öyküsüne bağlar.
bu noktada başa dönersek, özellikle amatör yazarlardan beklenen; okuyucuyu, giriş bölümünde büyük beklentiler içerisine sokmamaları, mevcut kapasitelerini iyi tartarak öykülerini, ilerleyen bölümlerde hakim olamayacakları bir noktaya taşımaktan kaçınmalarıdır.
mevsimlik ampül sade ve iddiasız bir öykü. yazar, içinden nasıl geliyorsa öyle kaleme almış ve süslemeden okuyucuya aktarmış. kendisini zorlamadığı, kurduğu cümlelerin kısa olması ve sanatsal tasvirlere yer vermemesinden çok net anlaşılıyor. ifadeler de genel yapıya uygun. girift ve oturup üzerinde uzun-uzadıya kafa yormayı gerektirecek özel anlam yüklemeleri yapılmış ağır cümleler bulunmuyor.
buna mukabil, kimi masallarda bir klişe olarak kullanılan ve öykülerde görmeye pek de alışık olmadığımız;
"...Murat stantları dolanıyormuş gibi yaptı ve takip etti onları. Öykü bu ya, kaşla göz arasında tanışıverdi hemen.
şeklinde, kolaya kaçan ifadeler bulunmamalı ve öykü içerisindeki can alıcı olayların nasıl gerçekleştiği okuyucuya ayrıntılarıyla anlatılmalıdır.
"ayakkabıların gerçek deri mi?" dedi kız laf arasında. Ne diyeceğini bilemedi Murat birden. Sanki "hırsızsın sen, çalmışsın* işte onları" diye bağıracakmış gibi geldi o anda, anlamış mıydı sahiden? Yok canım olamazdı. Sonra sıkılgan tavrını attı, toparlandı, o da zengin gözükmeliydi, kendinden emin "evet" dedi. Kız gülümsedi. Sanki daha bir sevmişti bizim oğlanı bu lafın üzerine..."
- yukarıdaki metinde murat ne demiş? "kendinden emin bir evet."
şimdi düşünmekteyim; bir erkek, kundura derisinin gerçek olması hususunda ne kadar kendinden emin bir şekilde 'evet' dese, 'karşısındaki kız onu daha bir sever'. bu pek gerçekçi gelmedi bana doğrusu.
sallapati kendisini geliştirmesi gereken bir yazar fakat her şeye rağmen onu yürekten kutluyorum. zira, olduğu gibi görünmeyi başarmış. profesyonel olduğu iddiasında o kadar çok yazar var ki bunu dahi başaramayan; kalkıp bir de kitap yayımlamaya kalkıyorlar. kendi paralarıyla elbet! sonra da eşe-dosta ücretsiz dağıtılıyor bunları.
tam anlamıyla olgunlaşmış bir hikaye. zaten experimental kendine ait bir yazı üslubu oluşturmuş ezelden beri. bunun dışına pek çıkmıyor. daha evvelden de belirttiğim gibi değişik denemeleri olmuyor.
bu onun için hem iyi hem kötü.
iyi çünkü gittikçe daha ustalaşıyor tarzında.
kötü çünkü yakalayabileceği yeni tarzları kaçırıyor. -bence-
bu sayıda şu ana kadar okuduğum en ilgi çekici hikaye.