bugün

muavinin omuzumu dürtmesiyle uyandım.

- sarız kavşağına geliyoruz beyim!
- öyle mi! teşekkürler.

derlenip-toparlandım. az sonra, sarız yön tabelasının hemen önünde durdu otobüs. muavinle beraber indik, bagajlarımı alıp yolun karşısına geçtim.

saate baktım, üçü on geçiyordu. sarız'a gidiş yönünde beklemeye başladım. yirmi dakika geçmemişti ki kayseri istikametinden gelen bir minibüsün sarız yönüne doğru yanan sinyalini gördüm. çok eşyam vardı ve kalabalık olmamasını diledim. evet! değildi...

hemen önümde durdu. şoförle birlikte arka bagaja yükledik valizleri. on dakika sonra sarız ilçe merkezine gelmiştik.

korku, heyecan, kuşku, mutluluk, sevinç, kısacası, o güne kadar tattığım ne kadar duygu varsa, belki de ilk kez tümünü aynı zamanda yaşıyordum. onca yıldır öğrenim görmüş, eğitim almıştım ve şimdi bunların karşılığını verme zamanıydı.

gitmem gereken ilk yer; kaymakamlık binası, hemen karşımda duruyordu. çantayı omuzuma asıp iki ağır valizi ellerime aldım ve şöyle bir tarttım. evet! taşınabilirdi. hızlı adımlarla yolun karşısına geçip ana kapıdan içeri girdim ve görevli memura, kendimi tanıttım.

- iyi günler! adım, erkan arısu. öğretmenim. yeni tayin oldum.
- hoş geldin! erkan hocam. belgeni görebilir miyim? durumlar malum.
- tabii! işte atama belgem.
- tekrar hoş geldin! erkan hocam. benim adım da ali. ali tavas.
- memnun oldum. kaymakam bey burada mı acaba?
- evet! makamında. önce şu valizleri danışmaya alalım sonra çıkarız.
- iyi olur.

beni, güler yüzle öyle içten karşıladı ki bilmediğim bir yerde, üstelik; baba ocağından ilk kez ayrılarak geldiğim bu uzak yurt köşesinde, yaşadığım tedirginlik halinin az da olsa geçmesini sağladı.

birlikte kaymakam bey'in odasına çıktık. ali bey, ceketinin düğmesini ilikleyip kapıyı vurdu ve beklemeden açarak beni tanıştırdı. aynı saygıyla odayı terk edip kapıyı kapattı. kaymakam bey, beni makamından kalkarak karşıladı. gülümseyerek, "hoşgeldiniz! öğretmen bey" dedi ve makam masasının hemen karşısında, misafir koltuğunda oturan zübeyir ile tanıştırdı. palaoğulları'ndan zahireci kemçük zübeyirle. onun; zamanla sırdaşım, dert ortağım olacağını, can dostum zübeyir halini alacağını nereden bilebilirdim.

ilk gün tanışmalarının devlet ciddiyetinde olması gerektiğini düşünüp saygıda kusur etmemek, yeni tanışacağım insanlarda olumlu bir izlenim bırakmak adına, yol boyunca yapmam gereken hareketleri düşünmüşken; şimdi, kırk yıllık dostların tatlı sohbetini andıran karşılıklı konuşmalarla, iyice gevşemiş, tüm korku ve tedirginliklerimden arınmıştım.

insanın, hiç tanınmadığı bir yerde bu denli içten karşılanması, ona değer verilmesi; öğretmenlere ve doktorlara has bir durummuş. bu ülkenin güzel insanlarının; cahil bırakılmışlığa ve kaderlerine terk edilmişliğe olan sessiz tepkilerinin bir yansımasıymış, yıllar sonra anladım.

gözlerin birbirine pırıltılarla baktığı, bol kahkahalı uzun bir sohbetin ardından kaymakam bey, zübeyir'e döndü;

- haydi! bakalım kemçük zübeyir. öğretmen beyi al da şöyle bir gezdir kasabamızı. hafta sonuna da bir piknik ayarla sizin solaklar'da, dokuzdolanbaçta bir karşılama yapalım öğretmen beye.

zübeyir kaymakam bey'in talebini ikiletmedi;

- emrin olur! kaymakam bey, başım-gözüm üstüne.

birlikte ayağa kalkıp kaymakam bey ile tokalaştık ve ayrıldık.

yol gelmişim, yorgun muşum, ne gam! ilk günün akşamına kadar sarız'ın girmediğimiz sokağı, tanışmadığımız esnafı kalmamıştı.

kısa-kısa, sık soluk alan haline ve şişmanlığına baksanız, bunca yolu yürüyüp beni bu kadar kişiyle tanıştıracak mecali olacağına mümkün değil inanmazdınız! lakin beni, kelimenin tam anlamıyla bitirmiş, buna karşın bana mısın! dememişti. dayanacak mecalimin kalmadığını anlayıp kendime soluklanacak bir kahvehane sandalyesi ararken gözlerime bir sokak tabelası ilişti. üzerinde şöyle yazıyordu: 'fenni sünnetçi abdülrezzak efendi sokağı' merak ettim.

- zübeyir bey! kimdir bu abdülrezzak efendi, bilir misin?

- bilmem mi hiç! köylümdür o benim. yalnız, onu öyle ayaküstü anlatmak olmaz, ağır adamdır kendisi. ileride bir kahvehane var. oturalım azıcık, hem biraz soluklanırız hem de sana abdülrezzak efendi'yi anlatırım.

henüz tanımıyordum kendisini fakat şimdiden minnettardım adama; sayesinde nihayet oturacaktık. elli metre kadar ilerideki kahvehaneye ulaştığımızda, bir tahta sandalyeye oturmanın insana ne kadar keyif verebildiğini fark ettim.

büyük ama düzgün burnu ve kulakları, bakımlı badem bıyıkları, sağa doğru taranarak ayrım çizgisi belirginleştirilmiş düz ve siyah saçları, yüzüne oranla küçük fakat sürmeli siyah gözleri, kalın dudakları, kalın-kara kaşları, öne doğru çıkık alt çenesi, devamlı gülümseyen sinekkaydı traşlı beyaz yüzü ile konuşkan, hoş sohbet bir adamdı zübeyir. bir insanı görür-görmez dersiniz ya! hani, " adam gibi adam " işte! o cinstendi, hiç de bozulmadı canı sağ olasıca.

birer bardak torpilli kaçak çayın ardından sazı bir aldı ki eline, alış o-alış; gayri durdurabilene aşk olsun!

" adı, yamacına oyulmuş kral mezarlarından gelen, buraya üç kilometre mesafedeki mezarlık tepesi'nin güneyinde dokuzdolanbaç deresi vardır. bu dere, muhtarın oğlu toraman rüstem'in kellesi gibi cıscıbıl tepelerin arasındaki dik bir vadide maraş'a doğru akar-gider. heybetli kavak ağaçlarının süslediği dere kıyısı güzel bir mesire yeridir. kaymakam beyin, "hafta sonuna bir piknik ayarla" dediği yer de burasıdır işte! bu derenin yamacında kurulmuştur köyümüz solaklar.

dere kıyısı harici hep taşlı tarladır. içerisindeki kireçten sebep rengi griye çalan toprağında ot bile bitmez. oraları bilsen diyeceksin ki, " ulan kemçük! köyün kurulduğu yamaçta dereden-tepeye dikine giden topu topu üç sokak var. adları:'at kişneten', 'eşek anırtan', 'öküz böğürten'. olmaz ya! de ki toprak verimli, bu meyilde neyle ekip-süreceksin de anlatıyorsun." dokuzdolanbaç deresi de olmasa çekilecek yer değildir ya ne yapacaksın! ata toprağı işte, bırakmak olmaz. bazen düşünürüm; koskoca krallar yurt diye bula-bula solaklar'ı mı bulmuş da yerleşmişler diye. vardır onların da bir bildikleri elbet! bizim görüp-bilemediğimiz."

dayanamadım;

- kestane kabuğundan çıkmış da kabuğunu beğenmemiş, öyle mi?

- e! onda da sen haklısın, ne deyim.

iki çay daha söyledi. belli ki onca sürelik suskunluğumu hiç de beklemediği bir soruyla bozmam canını sıkmış, motivasyonunu bozmuştu. ancak, kendini toparlaması pek de uzun sürmedi. gelen çaydan bir yudum alıp devam etti.

" o vakitler sarız küçük bir kasabaydı. köyümüz solaklar'da ekilecek toprak olmadığından, evimiz orada olsa da esnaflık yapan köy halkı sarız'da iş tutardı. babam zahireci osman ağa, tüccar terzi artin; bak! bu da çok matrak adamdı ha! neyse, konuyu dağıtmayalım şimdi sonra da onu anlatırım. bakkal kasım, nalbant ömer, semerci ali, kilimci hayri; hepsinin burada dükkanları vardı. abdülrezzak efendi ise at üzerinde köy-köy gezip, hastalara şifa dağıtan kendi halinde bir sağlık memuruydu. sünnet olma yaşı gelmiş çocukları da o sünnet ederdi. sarız'da ben yaşlardaki hemen tüm erkekler, onun maharetli elleriyle sünnet olup erkekliğe ilk adımı atmıştır. eli öylesine hafifti ki ne ara uyuşturdu, ne ara kesti bilemeden çükünün derisini pensenin ucunda sallar sonra da kadınların getirdiği pilav tenceresinin içine atardı. buralarda adettir; sünnet derisi, etli düğün pilavının içine atılır. sonra öyle bir güzel karıştırılır ki etlerin arasında bulabilene aşk olsun. kısmet kimeyse artık!

abdülrezzak efendi, usturası ile bir sineği havada sünnet edebilen yegane sünnetçiydi, aynı zamanda."

gözlerimin içine baktı. söylediklerinin bana inandırıcı gelmediğini anlayınca, beklenmedik ikinci bir soruya muhatap olmayı göze almadan atıldı söze;

- olur mu hiç öyle şey! diyeceksin sen şimdi.

" semerciler'in yaşar ile tokurlar'ın davut gözleriyle görmüşler. bu ikisi benim yaşıtlarımdı. aynı köyde büyüdük. senin öğretmenlik yapacağın ilkokula birlikte geldik. solaklar'ın ardındaki kral mezarlarında, birlikte saklambaç oynayıp güvercin gübresi topladık. hatta bir gün, yaşar'la uyuya kalmıştık da hava kararmıştı, hiç unutmam! korkuyla karışık, öküz böğürten'den köye doğru koştururken, er delisi vasfiye'ye tutulmuştuk da duvara sıkıştırıp ikimizi... tövbe-tövbe... her neyse! boşver şimdi, dağılmasın mevzu, sonra onu da anlatırım. ne diyordum? ha! erkekliğe ilk adımı aynı yıl attık; birlikte sünnet olduk.

abdülrezzak efendi, ünü ta! kayseri'ye ulaşmış bir sünnetçi olduysa bunda onların payı büyüktür.

çocukluk arkadaşlarım, yaşar ve davut'un aileleri yoksuldu. onlar, okul çıkışlarında tanış esnafa, çocuk güçlerinin yettiğince yardım edip ayak işlerine bakar ve okul harçlıklarını çıkarırlardı.

günlerden bir gün, ökkeş berber'e mahalle çeşmesinden su çekerlerken, dükkanın içerisinde abdülrezzak efendi'yi görmüşler. anlattıklarına göre abdülrezzak efendi, sünnette kullandığı usturasının ağzını meşin kayışa bir sağdan bir soldan keyifle çalarken, kellesi de sanki usturaya bağlı gibi hareket edermiş. onun bu hali pek bir hoşlarına gitmiş olacak ki ibrikleri kapının eşiğine koyup oracığa çömmüşler ve seyretmeye koyulmuşlar.

bir zaman sonra bunlar da havaya girip usturanın hareketine göre kelleleri bir sağa bir sola yatırmaya başlamışlar. hep birlikte, bir huşu içerisinde hareketlerine devam ederlerken, kocaman bir at sineği, dazlayarak dükkana girmemiş mi. sinir bozucu bir sesle içeride dolaşan sineği, gözleriyle bir süre takip eden abdülrezzak efendi, sineğin hedef menziline girmesiyle birlikte, elindeki usturasını bir kılıçdar kıvraklığıyla havada savuruvermiş. artık nasıl olduysa, uçan o kocaman at sineği usturaya çarpıp paçalı bir güvercin gibi havada iki takla atarak can havliyle girdiği kapıdan çıkıp kayıplara karışmış. yaşar ve davut olanları şaşkın gözlerle izlerlerken, abdülrezzak efendi kendinden son derece emin bizimkilere bakıp;

- sünnetçi abdülrezzak'dan uçan sinek bile kaçamaz! havada sünnet eder gönderirim alimallah! deyivermiş.

deyiş o deyiş; dilden-dile, kulaktan-kulağa yayılan bu ün, kısa sürede kayseri'ye kadar uzandı. ters gelen bebeleri bir sepet yumurta karşılığı doğurtan abdülrezzak efendi, bu olaydan sonra paraya-para demez oldu. bırakın köyleri, çevre kentlerde toplu sünnetlere gidiyordu artık. bin yıllık kralların diyarı sarız'ı kimse bilmez, abdülrezzak efendi'nin kasabası olarak tanır oldu. taşlı tarlasıyla solaklar'dan bahsetmiyorum bile.

para insanı azdırır derlerdi de inanmazdım. bir-iki derken karısı paşalar'ın yanık züleyha'nın üzerine tam üç kuma getirdi. üstelik en büyüğü de yarı yaşında. sonunu hazırlayan da onlar oldu ya! bir gece kalıvermiş birinin üzerinde, hücceten gitmiş dediler kalpten. e! değirmenin suyu belli, var gücüyle kaç taşı çevirecek? neyse! ölenin ardından konuşmak günahtır. diyeceğim, on yılı bile bulmadı sürdüğü sefa rahmetlinin.

tanıştığımız o iki katlı kaymakamlık binası var ya! ev diye yaptırmıştı kendisine. gerçi, üç-dört yıl kadar ancak oturdu orada, sonra satıp kayseri'ye göçtü. oğullarından mahmut'u doktor çıkardı. yaşıtımdı mahmut, iyi çocuktu, bozulmadı üvey kardeşleri gibi. yolum düştükçe kayseri'ye uğrar bir çayını içerim. muayenehanesi var orada. azgın kardeşleri yüzünden babadan pek bir şey kalmadı ama hali-vakti yerindedir."

okunası edit:

bu öykünün, okuduğunuz haline evrilişinde; redaksiyon, ifade etkinleştirmesi, yapısal düzenleme, karakterlerin canlandırılma biçimleri gibi temel konularda büyük katkılar koyarak en az benim kadar pay sahibi olan değerli arkadaşım akilluslu'ya şükranlarımı sunuyorum. eser, soykudergi.com'da yayınlandığında bu çalışmaların detaylarına da gireceğim.