herkese portakal vermek yerine herkesi portakal kuyruğuna sokmak eşitliğini verdiğinde gereksiz kalan ve anlaşılamayan sistemdir. bu entry'e ileride edit girebilir ve uzun uzun derdimi anlatırım belki.
ama şimdi yorgunum. yarın da pazartesi. sosyalizm de gelmedi.
iktidar ve üretim araçlarının halk tarafından kontrol edildiği bir toplum fikrine dayanan bir düşünce sistemidir. kendi içinde guruplara ayrılır bunlar;
savaş sosyalizm(savolizm)
Özgürlükçü Sosyalizm
Evrimci Sosyalizm
Popüler sosyalizm
Yeşil sosyalizm
Sarı sosyalizm'dir
boku çıkan bir terimdir sosyalizm. bokunu çıkartan da "özgürlük" ve "demokrasi" kelimelerini ağzına pelesenk etmiş toplum cuhelalarıdır.
hala anlayamadılar, anlayacak gibide görülmüyolar gerçi. isa doğalı 2007 yıl oldu, insanlık binlerce yıldır var.
"birisinin özgürlüğünün arttığı yerde diğerinin mahkumluğu başlar"
2-3 tane sosyalizm konferansına gidip, istiklal caddesinde broşür dağıtan başımıza "halk" savunucusu kesiliyor. ara eleman lazım bu ülkeye. bu bo$ beyinlileri toplasak türkiye belki adam olur.
Varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olan metalara bağlı olan görece
kalabalık yerleşimli toplumlarda, aşırı bir işgücü bölünmesi ve çok
merkezileşmiş bir üretim aygıtı kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda,
şimdi sadece bir masal gibi görünen, bireylerin ya da görece küçük grupların
kendi kendilerine yettikleri o dönemler, bir daha geri gelmemek üzere
kapandı. insanlığın, gezegen çapında bir üretim ve tüketim toplumu haline
geldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu noktada, zamanımızın krizinin
özünü neyin oluşturduğunu kısaca dile getirmek istiyorum. Bu öz, bireyin
toplumla ilişkisine dair. Birey, topluma olan bağımlılığının her zamankinden
daha çok bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı olumlu bir özellik,
organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil; aksine, doğal haklarına ve
hatta ekonomik varlığına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Üstelik,
toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri
sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri
ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm
insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin
mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın
o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar.
insanın, o kısa ve tehlikelerle dolu yaşamını anlamlandırmasının tek yolu,
kendini topluma adamasıdır.
Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik
anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun
üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından
mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış
kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim
araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken
üretim kapasitesinin bütünü- yasal olarak bireylerin özel mülkiyeti
olabilmekteler ve öyleler.
Daha kolay anlaşılsın diye, aşağıdaki tartışmada -kelimenin alışılagelmiş
günlük kullanımına tam olarak denk düşmemesine rağmen- üretim araçlarının
sahibi olmayanların tümünü “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim
araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alır konumdadır. işçi ise, üretim
araçlarını kullanarak, kapitalistin mülkiyeti haline gelen yeni metalar
üretir. Bu süreçteki temel nokta, işçinin ürettiği ile karşılık olarak
aldığı arasındaki ilişkidir; bunların her ikisi de gerçek değer ölçüleriyle
belirlenir. iş akdi ne kadar “serbest” olursa olsun, işçinin aldığı ücret,
ürettiği metaların gerçek değeri tarafından değil; işçinin asgari
ihtiyaçları ile kapitalistlerin, iş bulmak için birbiriyle yarışan işçilerin
sayısına bağlı olarak, işgücüne duyduğu gereksinim tarafından belirlenir.
işçinin ücreti, teoride bile, ürettiğinin değeri tarafından belirlenmez.
Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik
gelişme ve emeğin giderek gelişen işbölümünün, küçük olanlar aleyhine daha
büyük üretim birimlerinin oluşumunu teşvik etmesi nedeniyle, az sayıda elde
yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu ise bir özel sermaye
oligarşisidir; bu sermayenin olağanüstü gücü, demokratik yoldan örgütlenmiş
siyasi bir toplumda bile denetim altında tutulamaz. Yasama organı üyeleri
siyasi partiler tarafından seçilmektedir; bu partiler ise büyük oranda özel
kapitalistler tarafından finanse edilmekte ya da onlardan etkilenmektedir.
Yani özel kapitalistler, seçmenler ile seçilenleri birbirinden ayırır.
Sonuçta halkın temsilcileri, nüfusun olanakları kısıtlı bölümünün
çıkarlarını yeterince korumazlar. Ayrıca, özel kapitalistler, mevcut
koşullar altında, temel enformasyon kaynaklarını doğrudan ya da dolaylı
olarak kontrol ederler: Basın, radyo, eğitim. Bu nedenle, birey-vatandaş
için nesnel sonuçlara ulaşmak ve siyasi haklarını zekice kullanmak son
derece zor, hatta genellikle neredeyse olanaksızdır.
Demek ki, sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonominin baskın niteliği
iki ana ilke tarafından belirlenir: Birincisi; üretim araçları (sermaye)
özel mülk sahiplerinin elindedir ve sahipleri bunları istedikleri gibi
kullanırlar. ikincisi, iş akdi serbesttir. Elbette, bu bağlamda, saf bir
kapitalist toplum yoktur. Altını çizmek gerekir ki, işçiler, uzun ve
şiddetli bir siyasi mücadele sonucunda, belli işçi kategorileri için daha
gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde etmeyi başarmıştır. Fakat bir bütün
olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi “saf” kapitalizmden pek de farklı
değildir. Üretim fayda için değil, kâr için sürdürülür. Çalışabilecek
durumda olan ve bunu isteyen herkesin her zaman iş bulabilmesi mümkün
değildir; hemen her zaman bir “işsizler ordusu” vardır. işçi devamlı işini
kaybetme korkusu içindedir. işsiz ve düşük ücretli işçiler kârlı bir piyasa
oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi düşer ve sonuçta büyük bir
sıkıntı doğar. Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü
hafifletmeden çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler
arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve
kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen
bunalımların nedeni budur. Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve
daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden
olur.
Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak
görüyorum. Tüm eğitim sistemimiz bu kötülükten zarar görüyor. Aşırı
abartılmış bir rekabetçi tutum aşılanan öğrenci, gelecekteki meslek yaşamına
hazırlık olarak, açgözlüce başarıya tapacak bir biçimde eğitiliyor. Bu büyük
kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol,
toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği
sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Böyle bir ekonomide, üretim araçları
topluma aittir ve planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun
ihtiyaçlarına göre düzenleyen planlı bir ekonomi, yapılacak işi, bunu
yapabilecek herkesin arasında eşit olarak dağıtacak ve her erkek, kadın ve
çocuğun geçinmesini garanti edecektir. Bireyin eğitimi ise, günümüz
toplumundaki gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, onun doğuştan
yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmanın yanı sıra, onu diğer insanlara
karşı sorumluluk duygusu içinde yetiştirmeye çalışacaktır.
Bununla birlikte, planlı bir ekonominin henüz sosyalizm olmadığının
hatırlanması gerekir. Planlı bir ekonomiye, bireyin tümüyle köleleştirilmesi
de eşlik edebilir. Sosyalizmin kuruluşu, son derece zor bazı sosyo-ekonomik
sorunların çözümünü gerektiriyor: Siyasi ve ekonomik gücün tam olarak
merkezileştiği bir durumda, bürokrasinin tüm gücü elinde toplamasına ve
kendini beğenmiş bir hale gelmesine nasıl engel olunur? Bireyin hakları
nasıl korunur ve böylece, bürokrasinin gücüne karşı, demokratik bir denge
nasıl sağlanır? içinde bulunduğumuz bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve
sorunları hakkında net tutum almak son derece önem taşımaktadır. Mevcut
şartlar altında, bu sorunların özgürce ve engellenmeden tartışılması tabu
haline geldiğinden, Monthly Review dergisinin yayına başlamasının önemli bir
kamu hizmeti olacağı kanısındayım.
Büyük fizikçi Albert Einstein’ın bu yazısı, ABD’de yayınlanan Monthly Review
adlı aylık derginin Mayıs 1998 tarihli 50. cilt, 1. sayısından alındı. Yazı,
ilk olarak aynı derginin ilk sayısında ilkyazı olarak, 1949’da
yayınlanmıştı.
Birey, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist
dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal
güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa
olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi
bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz,
yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış
hissediyorlar. Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç
kötülüğü olarak görüyorum. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek
bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir
eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır.
Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birinin sosyalizm hakkında görüş
belirtmesi uygun olur mu? Birçok nedenden ötürü ben, uygun olduğuna
inanıyorum. Sorunu ilk önce bilimsel bilginin bakış açısından ele alalım.
Astronomi ile ekonomi arasında hiçbir temel metodolojik farklılık yokmuş
gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim adamları, belli görüngüler
arasındaki bağlantıyı mümkün olduğunca anlaşılır kılmak için, sınırlı belli
bir görüngü grubu için genel kabul görecek yasaları keşfetmeye çalışırlar.
Oysa aslında böyle metodolojik farklılıklar bulunmaktadır. Ekonomi alanında
genel yasalar bulunması, gözlenen ekonomik görüngünün, yalıtık olarak
değerlendirilmeleri çok zor olan birçok faktör tarafından etkileniyor olması
nedeniyle güçleşir. Ayrıca, insanlık tarihinin sözde çağdaş dönemi olarak
adlandırılan dönemin başlangıcından bu yana birikmiş deney, çok iyi
bilindiği gibi, nitelik olarak ekonomiyle özel bir ilişkisi olmayan
nedenlerden etkilenmiş ve o nedenlerle sınırlanmıştır. Örneğin, tarihteki
büyük devletlerin çoğunluğu varlıklarını fetihlere borçluydular. Fatih
halklar, kendilerini yasal ve ekonomik olarak, fethedilmiş ülkenin imtiyazlı
sınıfı durumuna getirdiler. Toprak sahipliği tekelini aldılar ve yine kendi
saflarından bir rahiplik kurumu oluşturdular. Rahipler, eğitimi kontrol
edip, sınıf ayrımını kurumsallaştırdı ve sosyal davranışlarına yön
verdikleri geniş ölçüde bilinçsiz halkı güdecek bir değerler sistemi
yarattılar.
Ama denilebilir ki, tarihsel gelenek daha dün başlamıştır; Thorstein
Vebren’in insan gelişiminin “yırtıcı dönemi” olarak adlandırdığı şeyin
üstesinden hiçbir yerde gelebilmiş değiliz. Gözlemlenebilir ekonomik olgular
bu aşamaya aittirler ve onlardan çıkardığımız yasalar da diğer aşamalar için
uygulanabilir değildir. Sosyalizmin asıl amacı tam da bu durumun üstesinden
gelmek ve insan gelişiminin yırtıcı dönemini aşmak olduğuna göre, ekonomi
bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna pek fazla ışık
tutamaz. ikinci olarak, sosyalizm sosyal-ahlaki bir amaca doğru yöneltir.
Bilim ise amaçlar yaratamaz ve onları insana aşılayamaz; bilim, olsa olsa,
belli amaçlara ulaştıracak araçları sunabilir. Fakat amaçların kendileri,
yüce ahlaki ideallere sahip kişilikler tarafından tasarlanır -eğer bu
amaçlar ölü doğmuş değil, aksine canlı ve güçlü iseler- ve yarı bilinçsiz
bir biçimde, toplumun yavaş evrimini belirleyen çok sayıdaki insan
tarafından benimsenir ve ileriye doğru taşınır.
Bu nedenlerle, sorun insan sorunlarına dair olduğu zaman, bilimi ve bilimsel
yöntemleri abartmamaya dikkat etmeli, toplum örgütlenmesini etkileyen
sorunlar üzerinde söz söyleme hakkının yalnızca uzmanlarda olduğunu
sanmamalıyız. Bir süredir, sayısız ses, insan toplumunun bir krizden
geçmekte olduğunu ve istikrarının ciddi bir biçimde tahrip edildiğini
söylüyor. Böylesi bir durumda bireylerin kendilerini, ait oldukları küçük ya
da büyük gruba kayıtsız, hatta düşman hissetmesi karakteristiktir. Söylemek
istediğimi daha iyi anlatabilmek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak
istiyorum. Geçtiğimiz günlerde, zeki ve iyi niyetli birisiyle yeni bir savaş
tehdidi üzerinde tartışıyorduk. Bana göre, insan varlığını ciddi bir biçimde
tehlikeye atacak olan bu tehdidi önlemenin tek yolu, uluslarüstü bir
örgütlenmeydi. Bu sözlerim üzerine, ziyaretçim, oldukça sakin ve soğukkanlı
bir biçimde, bana, “insan soyunun yok olmasına neden bu kadar karşısınız?”
dedi.
Eminim ki, bundan yüz yıl önce, hiç kimse, bu türden bir sözü bu kadar
düşünmeden sarf etmezdi. Bu söz, kendi içinde bir denge kurmak için boşu
boşuna çabalamış ve sonunda, az ya da çok, başarı umudunu yitirmiş birisinin
ifadesidir. Bugünlerde çok sayıda insanın yaşadığı o acılı yalnızlık ve
yalıtılmışlığın dile getirilmesidir bu. Peki bunun nedeni ne? Bir çıkış yolu
var mı? Bu soruları sormak kolay, onlara garantili bir yanıt bulmak zordur.
Yine de, duygu ve uğraşlarımızın çoğu kere birbirine çelişik ve anlaşılmaz
olduğunu, basit ve kolay formüllerle dile getirilemeyeceklerini bilmeme
rağmen, bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. insan, aynı zamanda hem tek
başına, hem de toplumsal bir varlıktır. Tek başına bir varlık olarak,
kendisinin ve ona en yakın olanların varlığını korumaya, kişisel arzularını
tatmin etmeye ve doğuştan olan yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Toplumsal
bir varlık olarak ise, diğer insanların onayını ve sevgisini kazanmaya,
zevklerini paylaşmaya, üzüntülü anlarında onları teselli etmeye ve onların
yaşam koşullarını iyileştirmeye çabalar. insanın o özel karakteri bu
çeşitli, sık sık çelişen çabaların varlığı sayesinde oluşur ve bunların
özgül bileşimleri, bireyin, kendi iç dengesini sağlama ve toplumun
geleceğine katkı yapabilme düzeyini belirler. Bu iki dürtünün göreceli
gücünün, esas olarak kalıtım tarafından belirlenmiş olduğu kuvvetle
muhtemeldir. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, geniş ölçüde, insanın
gelişmesi sırasında kendini içinde bulduğu çevre, içinde yetiştiği toplumun
yapısı, o toplumun gelenekleri ve belli davranış türlerini onaylaması
tarafından biçimlenir. Soyut “toplum” kavramı, birey için, çağdaşları ve
daha önceki kuşaklar ile doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamı demektir.
Birey kendi başına düşünebilir, hissedebilir ve gayret sarf edebilir; ancak
fiziksel, entelektüel ve duygusal bir varlık olarak topluma öylesine
bağlıdır ki, onu toplum çerçevesi dışında düşünmek ya da anlamak mümkün
değildir. insana yiyecek, giyecek, ev, iş aletleri, dil, düşünce biçimleri
ve düşüncenin içerdiklerinin çoğunu sağlayan toplumdur. insanın yaşamı,
hepsi de o küçücük “toplum” sözcüğünün ardına gizlenmiş olan geçmişteki ve
bugünkü milyonların çaba ve başarıları ile olanaklı kılınır.
Demek ki, bireyin topluma bağımlılığı, tıpkı karınca ve arı örneklerinde
olduğu gibi, yok edilemeyecek bir doğal olgudur. Bununla birlikte, karınca
ve arıların tüm yaşam süreci, en küçük ayrıntısına dek, katı kalıtsal
içgüdüler tarafından belirlenmişken, insanın sosyal seyri ve karşılıklı
ilişkileri çok çeşitlidir ve değişime açıktırlar. Bellek, yani yeni
bileşimler oluşturma yeteneği ve sözlü iletişim, insanlar arasında,
biyolojik gereksinimlerin dikte etmediği gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu
türden gelişmeler kendilerini gelenekler, kurumlar ve örgütlenmelerde;
edebiyatta, bilimsel ve mühendislik başarılarında, sanat yapıtlarında
gösterir. Bu durum bize, insanın kendi davranışları sayesinde kendi yaşamını
etkileyebildiğini ve bilinçli düşünce ve arzulamanın bu süreçte nasıl rol
oynadığını belli bir noktaya kadar açıklar.
insan, doğarken, kalıtım sayesinde, insan türüne özgü doğal güdüler de dahil
olmak üzere, sabit ve değişmez olduğunu düşünmemiz gereken biyolojik bir
anayasa edinir. Ayrıca, yaşam süresi boyunca, iletişim ve diğer etkilenmeler
yoluyla toplumdan adapte ettiği kültürel bir anayasa da kazanır. Değişime
açık olan ve birey ile toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen de
bu kültürel anayasadır. Modern antropoloji bize, sözde ilkel kültürlerin
karşılaştırmalı incelenmesi sayesinde, insan sosyal davranışlarının, yaygın
kültürel modellere ve toplumda egemen örgütlenme tiplerine bağlı olarak
büyük farklılıklar gösterebileceğini öğretmiştir. Bu temelde, insan türünün
yaşama koşullarını iyileştirmeye çalışanlar umutlarını şuna bağlayabilirler:
insan, biyolojik anayasası gereği, birbirini yok etmeye ya da kendi
yarattığı insafsız bir yazgının kurbanı olmaya mahkûm edilmiş değildir.
insan yaşamını mümkün olduğunca yetkinleştirmek için toplumun yapısının ve
insanın kültürel duruşunun nasıl değiştirilmesi gerektiğini soracak olursak,
değiştiremeyeceğimiz bazı kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli
bilincinde olmalıyız. Daha önce belirtildiği gibi, biyolojik insan doğası,
ne amaçla olursa olsun, değişime açık değildir. Üstelik, son birkaç yüzyılın
teknolojik ve demografik gelişmeleri, artık kalıcılaşan bazı koşullar
yaratmıştır.
her şeye karşın türkiye'den bakınca güç kaybeden ufalan fakat dünya' ya dikkatli bakınca tekrardan tartışılmaya başlayan sistem. şimdi onlarca laf edildi, yazıldı çizildi. fakat bunca laf edilmesine, yazılmasına karşın şu basit parolalar anlaşılamadı. sosyalizm basit bir eşitlik tutkusu değil, ürettiğin kadar tüket, emeğin kadar üretime katıl! evet bu olay budur. sosyalizmde henüz sınıflar kaldırılmamıştır, kol emeği ile kafa emeği arasındaki sınıfsal fark devam edecektir fakat üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet bitmiş yerine kollektif-herkesin katıldığı, bulunduğu- bir üretim sistemi kullanılmaktadır. üretim araçları herkesin ortak çıkarları adına üretmeyeb başlamıştır kar için değil.
üzerinde durulması gereken bir nokta insan bilincinin sömürmekten yana olduğudur. fakat günümüzde tarihsel olaylara baktıkça kölelik bitmektye yerini sömürü almaktadır. fakat bundan çok eski çağlarda insanoğlu sömürmek gibi bir ihtiyacı bulunmadığından birbirinin üstünden asalakça geçinmezdi. bu laflar yüzlerce ve binlerce kez söylenese de anlaşılmayacağını bildiğimden sözlerimi daha fazla uzatmak istemem. ne de olsa herkesin tuttuğu kendine!
cemaatci abi ve ablalarımıza
-bir gün bu ülkeye sosyalizm hakim olacak dediğimizde
-sosyalizm geldiği gün şeraat bu ülkeya hakim olacak diye
aldığımız cevaptır.
sosyalizm ortak üretim, ortak paylaşım, ortak mutluluk, ortak ekmek, ortak iş, ortak aş... yani herşeyin ortaklaşa kullanıldığı herkesin eski türk filmlerindeki kadar mutlu olacağı yönetim şeklidir
düşünce olarak insanlık adına güzel bir yöntem olarak gözükse de insanoğlunun bünyesinde barındırdığı bencillik, sömürme, kazanma hırsı gibi kavramlar neticesinde pratikte hiç bir işe yaramayacak sistemdir.
Sosyalizme inananlar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kamu mülkiyetine geçmesi ile tüm sorunların çözümleneceğini iddia etmiyorlar. Sosyalizm, ne şeytanları meleğe dönüştürecek, ne de cenneti yeryüzüne indirecektir. iddia edilen şey, sosyalizmin kapitalizmin büyük kötülüklerine çare bulacağı, sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, savaşı ortadan kaldıracağı ve insanlar için daha büyük bir refah ve mutluluğun kapılarını açacağıdır.
Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarınını yamanarak düzeltilmesi değildir. Sosyalizm, devrimci bir değişme, toplumun büsbütün farklı bir çizgide yeniden kurulması demektir.
edit: kaynak adı geçen webadresinden değil, uzun yıllar önce not olarak aldığım defterimdendir.
cnn muhabiri devrim sonrası bir cüba köyüne gider.sırtında küfeyle tütün tarlasından dönen kübalı yaşlı kadını durdurur ve sorular sormaya başlar.
-ülkenizde devrim olalı beş yıl oldu ve görüyorum ki yaşam biçiminizde çokta bir değişiklik olmamış.insanlar yoksullukla boğuşuyor,yiyecek sorunu yaşıyorsunuz en basitinden elektrik bile yok şuan evinizde...
+evet devrim sonrası ambargo dan kaynaklı çeşitli sıkıntılar yaşıyor olabiliriz.evet şuan evimizde elektrik olmayabilir ama eminim şuan fidelin evindede elektrik yoktur.eşitlik böylebirşey olsa gerek...*
ülkemizde bir çok kişinin sandığının aksine ilk kez karl marx tarafından ortaya atılmamış, aksine yakın çağın başlarında teorize edilmiştir.
sosyalizm denilince akla "herkesin eşit ücret aldığı, tek tip kıyafet giydiği, pirinç yediği, açlıktan kıvrandığı bir sistem" gelmemelidir. ki, sosyalizm temellendirilirken bu gibi yaklaşımların uzun vadede büyük enkazlar yaratacağı bilinmekteydi. sosyalizm temelde, toplum kontrolüne dayanan bir servet dağılımı amaçlar. yani paranın, devletin yaptığı yatırımların halkın ihityaçları doğrultusunda kullanılmasını ve astronomik gelir farklılıkları olmadan sosyal eşitliğin sağlanmasını savunmaktadır. devletin döndürdüğü paranın halkın gözü önünde, şeffaf alanda olması gereklidir. kısacası özü "devlet halk içindir" felsefesiyle açıklanabilir. tam burada klasik toplumculuk marxist sosyalizmden ayrılır, zira marxizm toplumun kendi rızasıyla-yada proleterya diktatörlüğüyle- oluşan yüzde yüz eşitliği gibi "ütopyaları" da ön koşul olarak içermektedir.
günümüzde toplumculuğu en iyi şekilde, ister inanın, ister inanmayın, iskandinav devletleri uygulamaktadır. devlete giren para, belirli bir miktarı olası bir kriz durumu için saklandıktan sonra sosyo-ekonomik gelişim için kullanılır(yol, su, elektrik, altyapı, dsl ulaştırımı, köy okullarına bile bilgisayar sistemleri kurulması, işşizlik maaşı, sigorta ücreti, bedava eğitim ve sağlık hizmetleri vs vs. ve evet, sözde değil, özde) . harcanan her kuruş için devletler halka hesap verir. şeffaflık taviz verilemez bir öğedir, zira 70lerdeki gibi "trank" diye gensoruyu basabilirler hükümete. yani "uygulanamaz kardeşim, hayal bu!" denilmesi yersizdir. yeter ki akla sscb ve çin halk cumhuriyeti gibi felaketler gelmesindir. belki de sscb ve çin'in sosyalizmi uygulayamayışının temelinde marxist görüş yatıyor olabilir. bilemem. ama "toplumculuk(her hangi bir çeşidi) uygulanamaz" diye bir şey kesinlikle yoktur.
işi artık vahşet boyutlarının ötesine taşımış olan ilk bakışta mantıklı gibi gelen ama pratiğiyle beraber boktanlığı anlaşılan sistemdir.Kollektivizasyon gereği herkesin malına el konulur,özel teşebbüs kalkar.Her şey devlet tekelindedir.Propaganda filmlerinde mutluluktan yudum ayçiçek yağlı yemek yemiş gibi uçuşan insanlar gösterilir.ama gerçekte bu sistemde insanlar 'ben'kelimesini unutmuş,tek düzeleştirilmiş,mutluluğun m sini unutmuş insanlardır.Tarihte sosyalist sistemin tek bir memnun edici yönü gösterilemez.Her türlü gelişim için 'biz'den evvel 'ben' şarttır.bunu söylemek bir bencillik değil gelişim için elzem olan bir şeydir.
1- Bilimsel Sosyalizm :(Marxizm)
Sosyalist toplumun tarihin zorunlu bir sonucu olarak , zorlama ve ihtilalle ortaya çıkacağını savunan görüştür.
2- Demokratik Sosyalizm :(Parlementer sosyalizm)
Sosyalist ekonomik düzeni demokratik yolla gerçekleştirme çabasıdır . Sosyalist bir ekonomik düzen ile demokratik bir siyasal düzenin birleşmesi sonucu ortaya çıkan rejimdir .
3- Devrimci Sosyalizm :(ihtilalci sosyalizm)
Sosyalist düzenin devrimle kurulacağını savunan görüştür .
4- Ütopik Sosyalizm : (Ülkücü sosyalizm)
Sosyalizmin , tarihin zorunlu bir sonucu olarak değil , daha insancıl ve adil bir dünyanın yaratılması için
insanların iyi niyetlerine dayalı olarak kurulacağına inanan görüştür .
Yukarıdaki sosyalizm biçimlerinden en "fısssss" olanı ütopik sosyalizmdir.Yine en radikal , kanlı olanı ise Devrimci sosyalizmdir . Bilimsel sosyalizm daha önce SSCB'de denenmiş ve ne yazık ki başarılamamıştır . Günümüzde ise avrupalı sosyalistler siyasi ve ekonomik programlarını demokratik sosyalizm doğrultusunda planlamaktadırlar .
tek ülkede varsa eğer ve o ülkenin dışında çok güzel bir dünya olduğu tv'lerde gösteriliyorsa insanların ordan kaçması kendilerine göre son derece mantıklıdır. sosyalist olmayan ülkelerin yaptıkları ile kıyaslanınca (ırak, afganistan, somali, cezayir, bosnahersek......) yaşamak için emek güçlerine gerek duyan insanların bilmesi, öğrenmesi, yaşaması gereken sistemdir, başkalarının sırtından geçinme çabasında olanlar için ise sırtlarındakileri silkelemeyi başarırlarsa dünya zaten onlar için cennettir.
bilimsel sosyalizm ve ütopik sosyalizm olarak ikiye ayrılır. ütopik sosyalistlere göre üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet bir sorundur, fakat bundan doğan artı-değer nasıl sınıflandırılmalıdır, işte bunun açıklamasını yapamaz ütopik sosyalizm. çünkü ütopik sosyalizm olayı yalnızca bir ekonomik mücadele biçimi olarak görüp mücadelenin aslını kavrayamamaktadır. çünkü sorun sınıflı toplumların sorunudur. üretim araçlarının gelişmesini engelleyen her karşıtlık eskimeye mecburdur ve bu yüzden yıkılmaya. işte bilimsel sosyalistler bunun bir sınıf kavgası olduğunu söyleyerek mücadelenin ekonomik, siyasal ve ideolojik olması gerektiğini beliritir.
bilinç insanların maddi dünyalarını etkileyen bir kavramdır. üstyapı kavramı altyapıyı etkiler. fakat aynı şekilde altyapı kavramı yani maddi dünya da bilincimizi yani üstyapıyı etkiler. bu nedenle kapitalist toplumun bilincine göre yetiştirilen bireyler sosyalizm bir hayal olduğunu düşünürler. kendilerince haklı bir iddia fakat yanlış bir iddia. bunu bir örnekle vermek gerekirse rus devrimi sonrası lenin şöyle konuşmuştur; "Gerçekten de ülkemizde, devlet iktidarı işçi sınıfı tarafından kullanıldığı ve devlet bütün üretim araçlarını elinde bulundurduğu için, bize de nüfusu kooperatifler içinde bir araya getirmekten başka bir şey kalmıyor. Nüfus kooperatifler içinde en yüksek derecede toplanınca sosyalizm, eskiden haklı alaylara, gülümsemelere, sınıflar savaşımının, siyasal iktidar vb. için savaşımın zorunluluğuna pek haklı olarak inanan kimselerin küçümsemesine yol açan o sosyalizm, kendiliğinden gerçekleşiyor." (Lenin, Ekim Devrimi Dosyası, Sf. 618, Kooperatifçilik Üzerine) işte burada belirtildiği gibi devrimin ertesinde halkla beraber sosyalizm kendiliğinden kuruluyordu. fakat biliçli bir şekilde bunu yapmaktaydılar.
sosyalizm kelimesi 19ncu yüzyıl avrupa'sındaki işçi sınıfı hareketleriyle doğdu. ingiltere'de ilk kez robert owen'in öğrencileri için 1822 yılında, fransa'da 1831'de kullanıldı. antik çağdan itibaren kullanılan kelime komünizmdi. bu bakımdan sosyalizm kavramı eski de olsa sosyalizm kelimesi oldukça yenidir.