--spoiler--
sokak müziğinden söz edelim mi?
-türkiye'de sokak müziği yeni yeni başladı. ileride daha da yukarıya çıkacaktır. biz sokakta çalacağız, bu müziği insanlara tanıtacağız diye karar verdik. bir sevginin sevgiyi ateşlemesi gibi. insanlar coşacak. ama gelenler haluk levent gibi çalmaya başladı. kötü oldu.
siz neden sokakta çalma fikrine kapıldınız? sokağın ruhunu mu taşıyorsunuz?
-sokağın ruhu yok ki... insanların kasıntılı, burnu büyük hallerini çekmektense sokakta olmayı tercih ederiz. babylon'da çalmak isteriz, ama babylon'da çalmak için önce cd götürmen, ya da belli prosedürlere uyman gerek. eğer müzik üzerine konuşuyorsak, önce o müziği dinlemeliyiz. aslında kişiler önemli değildir. mesela john cage korkunç bir yerdedir. akıllı bir adamdır. müziğinde de bunu görürsün. onunla konuşurken atonal sesleri nasıl bastığını soramazsın. sokakta çalan müzisyen topluluğuna da "ne zaman müziğe başladınız" sorusunu soramazsın. bizim grubumuzdaki müzisyenlerin hepsi üniversite öğrencilerinden oluşur. murat boğaziçi'nden geldi, devrim yıldız teknik'te okuyordu, ahmet mimar sinan fotoğrafçılıkta... türkiye haritası gibi aslında. sindirilmesi zordur. türkiye'de fazla müzik yapılmıyor. pop piyasası birkaç aranjörle birkaç tonmaister'ın stüdyoda aldıkları kararlarla idare ediliyor. endüstrisi var bu işin. biz beyoğlu'nda, sokaklarda çalıyoruz. beyoğlu'nda zaten alt kültürler vardı, hazırdı. bize sadece biraz deşmek kaldı. burada çok absürd şeyler de var. absürd tiyatroyu bilirsin. kara tiyatro da var.
vahşet tiyatrosu da var. ama bizde yok...
-(gülüyor) güzel! türkiye'de de deneyecekler yakında. soyadı kumbaracıbaşı olan bir arkadaşımız vardı. sağlam bir kardeşimizdir. onla müzik, tiyatro yapabiliyoruz. düşünsene, insanların oturup konuşmak için örgütlenebilmesi bile o kadar zaman alıyor ki.. ortadaki bir ürün üzerine düşünmek ve hareket etmek hep bir hiyerarşiyle oluyor.
ya doğaçlama...
-müzisyenlerin çoğu yaptıkları ürünün sanki birebir kendilerini ifade ettiği sanrısına kapılırlar. onlardan çıkan sesin, onların hissiyatı ile dinleyenlerin hissiyatı arasında kıyı tekneleri gibi durmadan karşıdan karşıya geçen ara sıkıştırmalar olduğunu sanırlar. ilk başta onu kırarsan, başka teknelerin de o adalara gittiğini düşünerek kırarsın... geçenlerde selim sesler'i dinledim, daraldım. selim sesler cümbüş çalar aslında, çok iyi müzisyendir. beraber de çaldık. ağır bir trak kafasındaydık. o çaldı, biz de ona katıldık. oradan biliyoruz adamın etkilenişimini, çağrışımlarını... her zaman babylon'da çalamaz, arada çalar. çünkü biri kıllanmıştır, rahatsızdır ondan, belki yeterince entelektüel bulmamıştır yaptıklarını, yoz bulmuştur... polisin sokakta çalarken seni copla dürtmesi gibi bir tavır o. o aralıkta yapılacak iki hareket var. temiz bir delikanlı gibi alacaksın eline copu geçireceksin kafasına, ya da semiz bir delikanlı gibi öyle bir duruş duracaksın ki, o copu kullanamayacak. ben bazen oyunlar oynarım. copla dürter, duymazdan gelirim, daha başka bir şey çalmaya başlarım.
polis çok mu rahatsız ediyor?
-deli misin, ne diyorsun ya? bir ara gözaltılar çoktu. kek gibi yakalanıyorduk. şimdi daha becerikliyiz yakalanmama konusunda.
niye size bu kadar müdahale oluyor? başkalarına da oluyor mu?
-başkalarına izin veriyorlardı. bizim şarkı sözlerimizden dolayı. aslında biz zararlılardan değiliz. faydalı olanlardanız. neye faydalı değiliz biliyor musun? evet, biz faşizme faydalı değiliz. ama pir sultan abdal'dan söylüyoruz. o enerji insanlara değdiği anda, acayip kalabalık oluyor. insanların bu kadar başımıza toplanmasından da rahatsız oluyordu polis. mis sokağın başındayız, polisler "bunlar kafayı yemiş, niye bunları dinliyorsunuz" diye bağırıyordu. çaldığımız da türkü ha. bizde herkes her şeyi çalar. film müziği de çalar. bir duygudur o, o duygu sana müzik yoluyla akar.
albüm çıkaracağınızı duymuştum.
-yok canım. hayatımızın saçmalıklarından biridir o attığım imza. büyük bir firmaydı, piyasa işi istiyorlardı. kontrol altına almak istediler bizi. onun için piyasada aranjörlük yapacak tiplerden birine vereceklerdi. kral tv'dekiler gibi düşünen insanlar bunlar. bizim kayıtları dinlediler, siz şarkıyı bitirmesini bilmiyorsunuz dediler. amaç şarkıyı değiştirmek. kayıt yapmak sunmak demektir, tamam mı? mermer sunakta bir koyunun başını kesmekle bir prensesin başını kesmek arasında hiçbir fark yoktur. ama bir lağım ağzında kesilmiş kelleyle, mermer sunakta kesilmiş kelle arasında fark vardır. nettir. askere gönüllü giden ile gitmeyen gibi. askere istemediği için giden ve gönüllü giden adam arasındaki geçiş öğeleri de, eylemleri de farklı olacaktır.
piyasaya karşı duruyorsunuz.
-her şeyin bu kadar piyasa olduğu yerde nasıl piyasaya karşı duracaksın. yani sadece müzik yaparken mi piyasaya karşı durulabilir... her an ve her yerde piyasaya karşı durmak gerekmiyor mu? o oluşum, sömürüyü destekleyen işlerdir zaten. daha fazla piyasalaşmak istiyor muyuz, onu konuşalım mesela.
peki konuşalım.
-daha da mı piyasalaşmak istiyoruz? biz azdık mı yani? o kadar çok mu istiyoruz? neler verilecek karşılığında?
tamam bunları konuşalım, karşı duruşunuzu!
-karşı duruşumuz net değil. insan duruşu yani...
memnuniyetsizlik söz konusu...
-karamsarlık da var. oturmuşuz buraya, ihtiyarlar heyeti gibi düşünüyoruz. neden? müzikten hayatı kazanmak derler ya, müzik her an duyulan bir şey. herkesin mecburen dinlemek zorunda bırakıldığı bir sürü sesle berabersin zaten yaşantında. izole olursan korkunçlaşır, başka bir şey yaparsan, kafanda biraz kurguya girersen... pollyanacılık oynamıyorum, başka bir şey de oynamıyorum. şunu oynayabilirim, şunu oynamayabilirim; oyuna katılmakla katılmamak arasında. siyahla beyaz arasında. dışarıda kaç kişi silahla geziyor biliyor musun? hele beyoğlu'nda geceleri. hem de ekiplere rağmen. bu, buranın ahlakı olmuş. siz geceleri beyoğlu'na çıkıyor musunuz?
tek başıma ürkerim.
-biz geceleri genelde hep orada oluyoruz.
pasif bir tavır hissediyorum sizde.
-sana öyle geliyor. öyle azgın adamlar var ki bu piyasada. kaset teklif ediyorlar. 250 bin dolar ne kadar ediyor biliyor musun?
hiç anlamam... -
şimdi sana biri gelse, sadece şu sesi çıkarıyorsun diye 250 bin dolar teklif etse! (o arada o sesi çıkarıyor ve şarkıyı muhteşem söylüyor.) neşet ertaş mesela "gönül dağı var mı sana zararım" diyor şarkısında. aslında en doğrusu şu anki halimiz. yaşamlarımızda evet sürünüyoruz, acı çekiyoruz, sopa yiyoruz, bu doğru, küfür ediyorlar arkamızdan. dedikleri kadar pisliğiz aslında, doğru yani. daha ne bekliyoruz? ülkede yakın zamana kadar savaş vardı. doğu kimlikli insanlar paketleniyordu, biz de aşağıya, dolapdere'ye inmek zorunda kalıyorduk. insanların acılarını, diğer müzisyenlerin acılarını kavradıktan sonra buradaki neon ışıklı kocaman cadde aslında kimisi için k. iskender'in veya büyük iskender'in yürüdüğü yol, kimisi için zeus tapınağına çıkan yol... aslında söylemek istediğimi söyleyemiyorum, deminden beri saçmalıyorum; önemli olan oradaki sounddur. istanbul'dan bir sound çıkarmakla meşgulüm. taşı sıkıp suyunu çıkaracak delikanlılarız.
iyi müzisyenlersiniz, bir çok insan da sizi dilden dile dolaştırıyor.
-ne diyorlar? arızalı mı diyorlar bizim için?
arızalı mısınız bilemem, ama ben sizi sırtına eyer vurdurmayan atlara benzetiyorum. yabanisiniz, evcilleşmiyorsunuz...
-bu batıyor değil mi insanlara, açık açık söylesene. (bu arada dede murat lafa giriyor) ikimizin de çocukluğunun geçtiği yerler birbirine benzer.
neresi?
dede murat: elazığ ile tunceli arasında geçti çocukluğum.
bizon: benim de kerem ali dağlarının yanında. eskişehir, adapazarı arasında. toprağa yakındık.
tarzınız da aşık deyişleri, türkülerle süslenmiş.
bizon: biz şehir kültürüne uymak için bu müziği yapmıyoruz. kentsoylular için olabilir, ama sonradan şehre gelmiş, arada kalmış o yozluk için değil yani. ben belimde silah taşımam.
edit; röportajın uzunluğu nedeniyle ve oha uyarısı nedeniyle ikiye bölerek yayınlıyorum.
siya siyabend' ten bizon murat röportajı part two;
siz dönem dönem evlerde, dönem dönem de sokaklarda yaşıyorsunuz.
-evler patlıyor.
nasıl yani?
-çok basit. gelen giden çok olduğu için. arada tinerci çocuklar da geliyordu. bizim apartmanda çocuk tiner çekmez ki! oraya bilgisayar öğrenmeye geliyordu bazı çocuklar. devrim öğretiyordu bilgisayarı, öyle bir kavradı ki çocuk, hayran hayran bakıyorduk ona. bu, yapımcının bize kiraladığı evde oldu. yapımcı bunu duyunca, "artık kiranızı ödemiyorum" dedi. dışarıda kar yağıyordu. ufacık çocuklardan söz ediyoruz, on iki yaşlarında, herkesin tırstığı. onlar tecavüz edemez, çünkü zaten onların pipileri büyümüyor. öyle bir durum var. küçük çocuklar daha çabuk batıyor. duygusal anlarımızın kırılması gibi.
barlarda da olay çıkarıyormuşsunuz. havada sandalye, masa falan uçuşuyormuş.
-bodyguard arkadaşını döverse ne yaparsın? şu türkiye'deki erkeklerin ırza geçilme korkusu vardır ya. çok net söyleyeceğim, bu korku yüzünden ırza geçer. bu korkuyu da açık açık konuşamazlar. haydar dümen'in ağzına yakışır aslında bu. onun söyleyebileceği bir şey. o aptal programlara çıkıp o aptal konuşmaları yapacağına arada bir şunları söyleyebilse.
sokakta yaşamak tehlikeli değil mi? yoksa siz mi daha tehlikelisiniz?
-bir akşam bir olay olmuştu. tehlike konusunda, keşke sana anlatabilseydim, ya da filmini çekebilseydim; tehlike nedir, ne anlama gelir? ya da tehlike anında antrakta çıkmak ne demektir.
sonuçta tehlikeyi yaratan yine insanın kendisi değil mi? bazen en masum insan bile kendini korumaya çalışırken karşısındakinden daha tehlikeli olabilir.
-doğru, ben bunu en iyi uyuşturucu kullananlarda gördüm, anladın mı? kimyasal maddeleri kullananlarda olabilir, tiner kullananlarda... insanların yüzüne dikkatli bakıyor musun? gözlerinin içindeki ışıklara bakmak lazım. hayatta da böyle oluyor aslında. bunları kaydediyor musun bilmiyorum ama aralarda, geçişlerde tınılar atlıyor mesela, hemfikir olduğumuz zaman duruyoruz (uzun bir süre susarak duruyor).
mekanınız hep beyoğlu mu?
-yok, nerede olduğumuzu bilmiyoruz aslında. plan proje yok. yani plan projeden geçtik biz artık. hayatını kurtarmaya çalışan bir sürü insanın içersinde sorumluluk duygusu var. benim çocuğum olsaydı böyle düşünemezdim herhalde. öte yandan, açık bir önerme bu. yani iddia makamı değil. radyo programı gibi röportaj yap aslında, eğer müzisyenlerle yapıyorsan. masa başında çay içerek röportaj yapıyoruz... (dede murat'a dönerek şu yağmur da başlamadı gitti. birazdan başlar ama. yağmur başlasa da işçiler dinlense. senle karşılaşmadan önce işçiler iskele kuruyordu, biz de onlara bakıyorduk. işimiz oydu yani. şimdi aklıma onlar geldi. birazdan biz senle röportaj yapacağız. hep öyle oluyor.
temkinliyim size karşı.
-biz iç çamaşırıyla da dolaşıyoruz; ama kimseye durup dururken bir şey yapmayız. çay içip duruyoruz, kahve yok mu? (birazdan kahve geldiğinde şaşırıyor) keşke bizim kadınlarımızdan biri de burada olsaydı, tamam mı, onlarla da böyle iletişim kurabilirdin. şarkı söyleyen kadınlara dikkat ettin mi hiç? patti smith dinledin mi?
evet. şu kaybetme duygusundan söz etsek.
-bu ülkede kaybetmekten çok, kaybolanlar var.
şiir yazdığını duymuştum. o şiirlerle nereye ulaşmaya hedefliyorsun?
-evet, öküz'ün son zamanlarında, oradaki hiyerarşi dostluğa dönüştüğünde - biz uzaktan izliyorduk- aslında nedenini anlamıyorum, izlediklerini yazan insanların oluşturdukları otonomlar - tam otonom diyebilir miyiz bilmiyorum- bunlar izlenmeyebileceklerini ya da gerçekten başka bir tarafından algılanabildiklerini net olarak hissettiklerinde nereye kaçarlar? yani tanrı sen ne yaparsın destin olandan kırılıp dökülünce. sanırım rilke'nin bir dizesiydi. çok emin değilim ama, onun yazmış olabileceğini algılıyorum.
niye daha çok insana ulaşma kaygınız yok?
-öyle bir kaygımızın olmaması çok doğal. bizim ne yaptığımızı biliyor musun? tek doğru biz değiliz. arada dikkat et radyo programlarına, özellikle fm kanalına. alt frekanslar veriyorlar. sesle ilgilenirsen eğer, sesi duyma eşitleri ile ilgilenmiş oluyorsun. bilmesen bile matematiğe bulaşıyorsun. bu durumda seslerin matematiğine, fiziğine aktığında seslerin frekanslarını duyacaksın. duymama şansın yok. bunu bilinçli olarak yapıyorlar aygıtlarıyla. müzik üretimini dışında passengers'ın panoroması gerçek oldu belki de. john carpınter'ın filmi. filmlerindeki kahramanlarına bakarsan o da pislik bir adam aslında. sen pislik yapabilirsin diyor. yapamaz mısın? ben yapabilirim, hepimiz birilerine, mesela alt komşumuza yapabiliriz mesajı var. neler duydunuz bizim için, onu duyalım.
pek çok şey de denilebilir, ya da hiçbir şey.
-bizi hizaya getiremediklerinden söz etmiştin ya. solcu mal sahiplerinden nefret eden ayılarız biz. solcu kafasının kırılamadığı, yeni modern bir şey ararken dogma haline dönüşenlerden nefret etmeye başlamak üzereyiz galiba.
nerdeyse şarkı söyleyeceksiniz.
-nerdeyse...
kaç demonuz var.
-bilmiyorum. aslında her kayıt bizim için dinlenecek bir şey oluyor. aslında demo dinlenecek bir şey mi bilmiyorum. albüm dinlenecek daha iyi bir şey mi onu hiç bilmiyorum. harbiden de iyi müzik var, kötü müzik var. aklıma takıldı, şimdilerde bireyin üzerinde duruyorlar ya. çıkan son kitaplara bak, bireyi parçalıyorlar. alt kültür arayışı aslında, alt kültürün var olduğunu zaten görmeyenlerin arayacağı bir şey. neyle ilgili örnek vermek istersen ver, ama örneklerle anlatmak biraz harakiri gibi. yaşamdan söz etmek zor iş. sen neden zevk alırsın?
yazmaktan...
-çok hoştur ya! resim yapmak gibidir. coşa coşa, patlaya patlaya yazar insan. zor sizin işiniz, çok zor! birileriyle röportaj yapacaksanız, onlar da atıp tutacak. ki atma tutmanın dışında bir dizi iyi sohbetler lazım. dayanılmaz sohbetler! bir sohbeti veya konuşmayı bir müzik gibi dinlemek, ya da başlatabilmek. siz caz dinliyor musunuz?
evet dinlerim..-peki john cage'in cazı aşağılayan makalelerini biliyor musunuz?
bilmiyorum...
-neden böyle bir tavır aldığını algılayabiliyor musunuz?
ben sorayım, neden?
-öyle düşünüyorum. böyle bir tavra girmesi de iyi. başka bir manada şüphe oluşturuyor. aslında kalıplaşmış şeylerden rahatsız. kalıplaşan şeyleri bir kalıba döktüğün an, kalıp olur. daha önce ramakçıda çalışmıştım, ramakçının işi potalarda olur. potalarda altın olur tamam mı, onu ayıklarsın. sana toz halinde gelir, bir sürü işlemden geçirirsin, en sonunda yapılan işlem şöyledir: çok yüksek ısıda ateş verirsin ve ateşte toplanır altın. bir sürü materyal kullanılır o arada. altının ateşin kendisi olması ilginçtir, semah dönmek gibidir.
"sokağın belleğinden bahsedemeyiz yani, taşın belleğinden... erkin koray işte, ankara sokaklarından falan bahsederken taam mı, kaldırımlardan falan filan bahsederken, bu bi, çok romantik bişey yani taam mı. bunu yaşayan adam taam mı, bilir yani taam mı. taşın abi, taş taştır yani taam mı. oraya kafayı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını."