stefan zweig'in brezilya'da sürgündeyken yazdığı kitabıdır. bir doktorun sorgulama işkencesi olarak içinde sadece bir yatak, bir koltuk, lavabo ve duvar kağıdı olan bir odaya kapatılması ve işkencecisinden çaldığı bir satranç turnuvası kitabıyla kendi kendine satranç oynamayı öğrenmesi ve oradan çıktıktan sonra dünya satranç şampiyonuyla bir gemi de karşılaşmasıyla devam eden kitap, sadece satranç ile alakalı düşünceler değil, o dönemi, savaşı, yaşanamayan hayatları, kibri, kendini beğenmişliği, hırsı ve şizofreniyi de okuyucuya göstermektedir.
Rakibin tüm taşlarını almak değil sadece şahını alsanız yeter.
Öyle bir oyundur kendisi.
Satrança dama muamelesi yaparsanız böyle berabere kalırsınız.
3 resimden pat oldu oyun sanırım.
Her olası hamle farklı bir oyunu temsil eder. Daha iyi bir hamle yapacağın farklı bir evreni. ikinci hamleyle birlikte 72,084 olası oyun vardır. Üçüncüden sonra 9 milyon. Dördüncüden sonra 318 milyar. Dünya üzerinde bulunan atom sayısından daha fazla sayıda olası satranç oyunu vardır.
(bkz: harold finch)
tanım: olasılıklar oyunu
Körleme bilen varsa oynarım herkesle şıkıdım şıkıdım oyunu.yalnız beşiktaşın galatasarayla oynadığı gibi oynarım herkeslen sonra kusmece darılmaca yok.
baş kahramanının beyninde üç boyutlu olarak satranç oynayabilecek kadar dahi olduğu kısa ama öldürücü bir (bkz: stefan zweig) romanı.
bu kitabı, faşizm ve hümanizmin bir karşılaştırması olarak ele alacak olursak, hümanist tarafın aslında kendini kontrol edebilse ve kendine güvense zaferi kazanabileceği sonucuna varabiliriz. yani, ben faşist taraf olarak düşündüğüm czentovic karakterinin kitabın son cümlesi olan lafından bunu anladım.
--- spoiler ---
“yazık,” dedi ukalaca. “hamle o kadar da kötü düşünülmemişti. aslında amatör olduğu düşünülürse, olağanüstü yetenekli bu bey.”
gazeteci Murat Yetkin’in ‘Meraklısı için Entrikalar Kitabı' röportajında şöyle bir cümlesi geçiyor; " satranç hayatı anlatır derler, yalan, hayatı tavla anlatır, şans faktörü çok önemli hayatta." aklımda kalan bu şekil, farklı da demiş olabilir.
Küçük bir çocukken, kısa kesilmiş saçlarımın üstünden şelale gibi güneşin parıltısının aktığı vakitlerde annemin bana sırf okuyabilmem için aldığı; şimdi evimde, kafamın baş köşesinde halen duran lambanın düşük wattlı ampülünün sızan ışığı altında özenle buruşturmadan çevirdiğim sayfaların sonuncusunun ardından kapağı usulca kapayıp komodinimin üzerine yatırmıştım kitabımı. Ve kendimde duvarın soğuk dudaklarıyla öpüştüğüm, kara gözleriyle bakıştığım duygusuz tarafına dönmüştüm yüzümü. Dideleri bebeğiyle örttükten sonra kafamın içindeki dünyada tüm kitabı galası olmayacak olan bir filme çevirmiştim ve uyuyana dek kurgulamıştım her şeyiyle, hatta fazlasıyla. Kendimi de eklemiştim hikayeye ve başaran bendim bu sinopsiste.