söykü dergisi sayı 6 sınıf

entry46 galeri8
    26.
  1. -kıymete binen shrek-

    hani iyi yazılmış bazı romanları okuduğunuzda sahneler zihninizde film gibi canlanır ya, ben bu öyküyü okumadım sanki, izledim ve çok sevdim.

    yazarı kutluyor ve kalemine sağlık diyorum.
    5 ...
  2. 27.
  3. -der beyan ı hüzün-

    sıcak, sımsıcak bir öykü.
    öncelikle avea11e neredeyse unuttuğumuz divan edebiyatından söz ettiği için teşekkür ediyorum. divan edebiyatı, gazeller bercesteler hepimizin zihninde edebiyat dersinden geçmek için bilinmesi gerek kurallar bütünü gibiyken aslında hiç de öyle olmayacağını bize hatırlattı, sağolsun.

    öyküye gelince; öğretmen öğrenci diyalogları çok güzel, hayatın içinden. okurken sıkılmıyorsunuz. hikayedeki en gerçek karakter ferhat. şebnem'e olan hislerini anlattığı paragraf çok gerçekçi. öykünün uzunluğu gayet yerinde olmuş. ne çok kısa ne de gereksiz uzun. şekil olarak tek eleştirim diyaloglar paragraf halinde değil de tireyle başlayan satırlar halinde olsaydı göze daha güzel görünürdü.

    emeğine sağlık, yüreğine sağlık.

    --spoiler--
    ertelemek acının çekileceği zamanı değiştiriyor sadece. acı çekmemek diye bir şey yok.
    --spoiler--
    6 ...
  4. 28.
  5. -boş sıra-

    bir çırpıda bir öykü okuyup, sürpriz sonla hüzünlenmek mi istiyorsunuz? buyrun.
    çok güzel, çok net, sıkmayan bir öykü. ben zevkle okudum. özenle seçilmiş kelimeler, yormayan cümleler ve hepsinin sonucunda güzel, okunası bir öykü.

    yazarın emeğine sağlık.
    5 ...
  6. 29.
  7. -üç dişi köpek-

    bence bu sayıda, temayı en iyi işleyen öykülerden birisi bu öykü. tema, hem sosyal statü anlamına gelen sınıf hem de bildiğimiz fiziki anlamdaki sınıf olarak işlenmiş . çok da güzel olmuş.

    kadına uygulanan şiddetin toplumun tüm sınıflarında aynı şekilde uygulandığını ama buna gösterilen tepkinin farklarını gözler önüne sermiş. hikaye içten, anlatım güzel lakin paragraf sonlarında gerekli noktalama işaretleri eksik kalmış. özellikle bazı paragraflarda cümle sonunda nokta dahi yok. ki bu düzeltilebilecek bir kusur.

    yazarın emeğine sağlık.
    5 ...
  8. 30.
  9. -fahişe gecenin çamur sıvası-

    öyküyü okurken efervesantademın söykü dergisi sayı 4 çamurda yayınlanan ben gittikten sonra adlı öyküsünü anımsadım. kurgusal bağlamda olmasa da hikayedeki benzerlikler dikkatimi çekti.

    yazar fahişe gecenin çamur sıvasında güzel, akışkan bir dil kullanmış. okurken sıkılmıyorsunuz. hikayede yer alan geri dönüşler öyküyü düşmeyen bir tempoda tutmuş. ama gelgelelim öykünün sınıf temasıyla ilişkisini kuramadım. çok yüzeysel olarak değinilmiş ama tema olarak işlenmemiş gibi geldi bana.

    yazarın emeğine sağlık.
    5 ...
  10. 31.
  11. fahişe gecenin çamur sıvası | eksipozitif

    yazdığım öykülerde belki de en çok eleştirildiğim konulardan biri, bir türlü temaya bağlı kalmayı başaramamak, şöyle! ucundan-kıyısından dokunarak ya da teğet geçerek, hani derler ya! dostlar alış-verişte görsün kabilinden, bildiğimi yazma huyumdur. sağ olsun! eksipozitif bu öyküsünde beni hiç aratmamış.

    doğrusunu söylemek gerekirse ben, yazar'dan bu konuda, gerek kurgusu ve gerekse konuyu işlemedeki başarısı ile daha sağlam bir öykü beklerdim. kötü mü? kesinlikle hayır! lakin, bu tür dramatik konuları seven yazarlar tarafından nerede ise en çok işlenmiş konulardan biri olsa da yeniden bir oya gibi işlenmeye o denli müsait ki bu açıdan yazar, vasatı pek de aşamamış doğrusu.

    dramatik öykülerde, yazarların özellikle dikkat etmeleri gereken bir husus vardır ki başarısı açısından hayati önem taşır; yürek sızlatan ya da tam tersi güldüren bölümler deniz dalgaları gibi büyüyerek gelmelidirler. yazar, duygusal anlamda çıtayı sürekli yüksekte tutma eğilimine girdiğinde tam tersine, okuyucuda duygusal anlamda bir düşüş başlar. o nedenle, güldürme ve yürek sızlatma evreleri yavaş yavaş çoğalan, doruk noktası iyi ayarlanmış ve duygusal patlamadan sonra, gelip geçmiş bir fırtına sonrası gibi süt-liman olmalıdır. bu sayede, kendini kaybetmiş okuyucuya da bir toparlanma, kendine gelme fırsatı yaratılmış olur.

    bu manada bakıldığında; öykümüzde, acıların bitip-tükenmeksizin sürdüğünü gözlüyoruz. bir itilme-kakılmayla başlıyor kızın çilesi, sarhoş abi tarafından okuldan alınmalar, kendi ekmeğini çıkarmaya zorlamalar ve dayaklarla devam ediyor, sonra bir adama satılma ve nihayet, satın alan kişinin itip-kakmaları. bir fasit daire içerisinde, acı, gözyaşı ve kan.

    çok etkileyici bazı tanımlamalar da yok değil hani;

    "...bazen kötü bir odada fareler cirit atarken, bazen bir çocuk parkının yanında masum sesleri dinlerken, bazen çamurlu yollarda; iğrenç fantezileri daktilo ile yazılmış, silinmeyen belgeler haline getiren beynini zorlarken sevişmişti..."

    veya şu şekilde;

    "...kalakaldı öylece. suskun, sessiz, denizin ortasında yolunu bulmaya çalışan yelkensiz ve kaptansız bir gemi gibi..."

    ancak okuyucu, genel anlamda öylesine gergin ki her an karşılaşması mümkün ve kahramana yönelik yeni bir kötülüğün beklentisiyle, detaylardaki bu güzellikleri atlıyor maalesef.

    eksipozitif bundan çok daha iyilerini başarabilecek potansiyele sahip bir yazar. nasıl desem! dışarıdan bakıldığında bu öykü, biraz aceleye gelmiş gibi duruyor sanki.
    4 ...
  12. 32.
  13. bir öykü bir söykü çengelli iğne | entry ne be

    yanılmıyorsam, yazarın söykü'de yayınlanmış ilk öyküsü bu. özel bir yanıyla ön plana çıkan ve genel itibarı ile okunması tat veren, başarılı bulduğum bir öykü.

    aynı sözcükle betimlenen iki farklı kavram arasındaki geçişin ustaca yapılmış olması; onu özel kılan. toplumu oluşturan sınıflar ve okul sınıfları, hatta, okul sınıfları içerisinde toplumu oluşturan sınıfların, yazar gözüyle irdelenmesi.

    "...sınıf ne yazık ki insanları bölen, birbirlerini anlamalarını engelleyen, yozlaştıran, insan olmaktan uzaklaştıran, karşıdan bakıldığında kendini belli eden, hatta bakmakla görmek arasındaki o farkı bize hissettirmeden varlığını sürdüren bir sistemdi..."

    aşina olduğumuz hatta, bizzat yaşamakta olduğumuz rejimin sınıf kurgusu içerisinde doğru bir tespit. gerek maddi olanaklar ve gerekse elde edilmiş statüyle ilintili olarak, erklerin kullanımı açısından sınıfların birbirlerine göre üstünlüğü söz konusu ise tam isabet! ancak, başka bir kurgulamada yani, sınıfların birbirlerine üstünlükleri bulunmadığı bir yapılaşmada yanlış olacağı da iddia edilebilir.

    öyküden alıntılanmış yukarıdaki paragrafta asıl dikkat çekmek istediğim son bölüm;

    "...bakmakla görmek arasındaki o farkı bize hissettirmeden varlığını sürdüren bir sistemdi..."

    - 'her şey ayan-beyan ortada' deyiminin çok başarılı ve sanatsal bir ifadesi bu.

    yazarın, uzun cümlelerde noktalama işaretlerinin kullanılmasında biraz cimri davranmasına karşın, karmaşık olmayan, okuyanı yormayan bir dili var. birçok yazar için dile getirdiğim bir hususu entry ne be için de dile getirmek istiyorum;

    - yazılan öyküler yayınlanmak üzere gönderilmeden önce alıcı gözle son bir kez okunmalı ve yazım hataları, en azından harflerin yanlış dizgilenmesi bağlamında düzeltilmelidir. zira bu hatalar filtrelenip düzeltilmez ise okuyucu gözünde 'yapılan iş yeterince önemsenmemiş' şeklinde bir değerlendirmeye yol açar ki öykünün güzelliğini ve yazarın okuyucu üzerindeki etkisini gölgeler.
    3 ...
  14. 33.
  15. hapishane kulübü / pinkwaterdrop

    özenle yazılmış bir öykü.

    öykü içinde öykü anlatılmış ve geçişler de yerli yerinde olmuş.
    imla üzerinde titizlikle hareket edilmeye çalışılsa da "bir" sözcüğü yerine "bi'"nin kullanımı gözümü acıtmıştır.

    yaşadığımız hayatın kendi seçimlerimizden ibaret olmadığını, insanın içini sızlatan ukdelerin boğazında bir düğüm gibi kaldığını, yarattığı iç huzursuzlukları akışkan bir şekilde anlatmış yazar.

    dikkat! bu öykü sağlam cümleler de içermekte:

    "kendi kararmış hayatımı, bir başkasına musallat ettim."
    1 ...
  16. 34.
  17. kıymete binen shrek | esesdopiyespiyes

    müthiş bir gözlemcidir çocuk! büyük insanın es geçtiği, kayda-değer bulmadığı en küçük detayları bile kesinlikle kaçırmaz çünkü öğrenmek zorundadır. yaşayacağı çevreyi tanımak, iyi-kötü, güzel-çirkin ne varsa küçük hafızasına yerleştirmek zorundadır.

    yeni-yeni konuşmaya başladıkları dönemlerindeki o ezberleme seanslarını, çocuk büyütmüş hangi anne-baba unutabilir ki? hiç bıkıp-usanmadan, ardı-ardına defalarca sorarlar;

    - anne mu ne? / baba mu ne?

    bizim için içsel ve mahrem olan konular onlar için sadece ilgi çekicidirler. aynen, yazarın öyküsünde vurguladığı gibi;

    "-biz sizi gördük öğretmenim. sevgiliniz vardı yanınızda. sinirli sinirli bağırıp pizza yiyordunuz.

    -arkadaşımdır o benim.

    -öğretmenim, çıkarken elinizi tuttu ama... siz önce vermek istemediniz elinizi ama sonra siz de tuttunuz.

    'öyle mi!' dedi. yalanı açığa çıkmıştı sanki. 'tamam o halde. sen de pizzacıda yemek yiyen bir anne-kız çizebilirsin.'

    -ben sizi çizmek istiyorum öğretmenim. sevgilinizle sizi yani...

    -peki tatlım."

    iyi ki, 'pekiyi tatlım!' demiş de kurtulmuş. aksi takdirde, amansız bir bataklığın pençesine düşmüş debelenen bir insan gibi kurtulmaya çalıştıkça batacak ve gör ki daha ne detaylar dökülecek meydana; öğretmenin özel yaşamına dair.

    lakin,

    aynı çocuğun bir gözlemi, öykümüzde olduğu gibi kötü giden her şeyi bir anda tersine de çevire bilir.

    evet! ikili ilişkilerde kişinin karşısındakine duyduğu saygı elbet önemli ve gereklidir ama duygusal olması beklenen bir kadın-erkek ilişkisinde gösterilen saygının da bir haddi-hududu olmalı ki; ciddiyetin sıkıcılığı tarafları germesin.

    - hoşgeldiniz hayri bey! ne yaptınız bugün bakalım?
    - bildiğiniz şeyler hayrunisa hanım! her günkü mutat işler. yemekte ne var kuzum?
    - yoğurtlu imam bayıldı efendim, seversiniz.
    - elleriniz dert görmesin! pek de güzel yaparsanız.
    - bu gece mozart mı yoksa beethoven mı dinlemek istersiniz yemek üzerine?
    - bu bahar gününe yakışır olsun! çaykovski dinleyelim derim.
    - pek doğru düşünmüşsünüz, canım efendim!

    şimdi düşünün! bu ikili, belki de bir-iki saat sonra yatağa gidecek ve cinsel bir ilişkiye girecekler. ne denli şehvet dolu olacağı, malum aliniz.

    'bir shrek gücü' bu ciddiyet bulutunu dağıtmaya yeter mi? neden olmasın? yetmiş işte!

    çok hoş bir biçimde vurgulanmış bu detay, yazarın yaratıcı zekasının da bir belirtisi aynı zamanda.

    ben, çok zevk aldım bu öyküden. özellikle, çocuk-öğretmen arası diyaloğun samimiyeti ve gerçekçiliği beni etkileyen başlıca unsur oldu.
    4 ...
  18. 35.
  19. boş sıra | f628

    öyküyü başından sonuna kadar okuyun! gözlerinizi kapatıp şöyle bir arkanıza yaslanın. tariflenen öğrenci, hafif toraman, donuk bakışlı, tipik asosyal yapısı ile hemen beliri-verecektir gözlerinizin önünde.

    o, her şeyi en iyi bildiğini düşünen ve onun üzerinde adeta egolarını tatmin eden annesi ve babası tarafından kayıtsız-şartsız başarıya şartlandırılmış, zekasını; sosyal ilişkilerini geliştirmek gibi gereksiz amaçlar doğrultusunda harcamak yerine, başarılı bir öğrenci, başarılı bir bilim veya iş adamı ya da başarılı bir yönetici olmak gibi yüksek idealler uğruna kullanan kişidir.

    buna mukabil, ihtiyaç duyduğunda yanında tek bir dost dahi bulamayacak bir zavallıdır.

    çoğu kez, kötü bir eş, asla örnek alınmaması gereken; gözlerini ihtiras bürümüş bir insan, çocuklarını daima ihmal eden bir baba, nemrut bir patron ya da yöneticidir üstelik.

    başarıyla yapılmış 'itici bir insan tasviri', okuyucuyu değişik bir ruh haline sevk eder. okuyucu, önce kahramana sinirlenmeye sonra, yavaş yavaş deli olmaya başlar. bu dalganın gelişi yazar tarafından çok iyi ayarlanmalıdır. eğer ki düşünülen; örneğimizde olduğu gibi öykü boyunca büyüyecek bir dalgaysa, o vakit arada bir, kahramanın bu halinden sorumlu olanlara da yüklenilmeli, 'bulunduğu durumun tek suçlusu o imiş' gibi gösterilmemelidir.

    yazar, öyküsünde bunu başarıyla yerine getirmiş ve okuyucuya enjekte edeceği iticilik dozunu çok iyi ayarlamış, hatta öyküsünün sonunda, kahramanının acınacak halini bizzat onun ağzından okuyucuya yansıtmayı yeğlemiş;

    "...sınıfa baktım sıramın üzerinde duran kırmızı güllerden başka ölümüme üzülen yoktu zira insanlar işe yaramadığını düşündüğü canlıların ölümüne üzülmezdi, hatta ayağı kırılan atları kendileri vururdu..."

    bu tip insanların belli takıntıları vardır ve en yakın gördükleri kişiler dahi bu takıntılarını gidermeleri hususunda onlara yardımcı olamaz. bu bağlamda özellikle şu örnekler gerçekten hoş;

    "...geldi geleli alanımı işgal ediyor, geçen günlerde benim sıralı kalemlerimin yanına kalemini koydu, düzenimi bozdu..."

    ve şu;

    "...bugün sabah evde 2 tane zeytin kalmış halbuki ben kesinlikle 3 zeytin yemeliyim kahvaltıda. annem de bilir bunu ama yine de 'bugün de 2 ye bu kadar kalmış' diye ısrar etti. tabi kabul etmedim, biraz bağırdım, annem de yan komşudan zeytin istemeye gitti..."

    f628 de yeni yazarlardan ancak, kuvvetli bir kalemi var. böylesine asosyal insanları konu alan uzun hikayelerde, kimi okuyucular için konsantrasyon kaybı beklenen bir durumdur ancak yazar, limitleri aşmamış. en azından benimkileri.
    2 ...
  20. 36.
  21. geçmiş zamanın rengi | gicir bey

    bakar mısınız! şu ifadelerdeki can alıcılığa;

    "... varlığının, yürekleri tertemiz bir suyla yıkarcasına ferahlattığı, yokluğunun güzel bir masalın ölümle sonlanması kadar acı verdiği zamanlardı..."

    bir insan, yaşamında kaç kişiye karşı bu hisleri besleyebilir ki!

    ve bakar mısınız! yaşanılan hayal kırıklıklarının yazarın beyin kıvrımlarında yarattığı etkilerin tasvirine;

    "...tik taklar acımasızca kulağıma vururken ben, bütün bekleyişlerimi, özgüvenimi, cesaretimi attım avuç avuç umutsuzluğun kızılına. taştı nehir, ellerime kadar sıçradı. karıştı renkli atıklar birbirine, kapılıp gittiler..."

    ya! rab, bir ayak fetişistine de bu kadarı yapılmaz ki;

    "...kıyıda tik taklar, kıvrak figürler sergileyerek dans ediyordu. etekleri kızıl çeşnili bir elbise giymişti.. attığı her adımda, ince bileklerinden ayaklarına kızıl damlalar akıtarak izler bırakıyordu. yaklaştı, etrafımda dolandı. dokundum, kanlar fışkırdı. ellerime kadar sıçradı. yükseldi, süzüldü boşlukta. eteklerinden kızıl yağmurlar yağdırdı. yer kızıl, gök kızıl, uçuruma doğru giderek dans ediyorduk. dans etmeyi sevmem. ama inceydi beli, yüksekti ökçeleri. ayartıyordu işte beni ayarı bozuk tik taklar. geri çeviremediğim gibi adımlarımla, duruşumla mükemmel bir uyum sağlamıştım. yokluğuma doğru giden bu ölümcül ritme boyun eğiyordum..."

    - çok etkileyici gerçekten, tebrikler!

    bana kalsa, öyküyü parçalar halinde yeniden sizlere okutacağım. iyisi mi, yeter!

    söylenecek pek de fazla bir şey yok aslında. şu an yaşamakta olduğum ve bir eleştirmenin okuyucuya belki de asla yansıtmamasının gerektiği ruh halimle diyebileceğim tek şey; 6 söykü dergisi içerisinde, sanatsal anlamda bu güne kadar yazılmış en iyi üç öyküden biri olduğu gerçeği.

    - bu öyküsü ile çok şaşırttı beni gicir bey. bu kadarını beklemiyordum gerçekten.
    2 ...
  22. 37.
  23. üç dişi köpek | kadrolu cikarci

    üç farklı çevreden üç farklı kadının:

    - birisinin; sinmişliği ve kaderciliği,
    - diğerinin; alışılmışlığı ve umursamazlığı,
    - ötekinin ise; çıkarcılığı ve fırsatçılığı,

    ile ön plana çıkarıldığı 'şiddet ve tecavüz' yaşanmışlıklarını konu alan ve yazarın deyimi ile;

    "...yaşanmış zorbalığı, hayvanlığı, bu üç kadın için farklı hâle getiren..."

    düşünce ve hayat görüşlerini irdeleyen ilginç ve güzel bir öykü olmuş.

    yazarın dili, sanatsal ve romantik olmaktan ziyade, dramatik bir toplumsal gerçeği ele almaya daha uygun olan realist çizgide, yalın ve anlaşılır.

    güzel bir mesaj da içeriyor tüm bunların yanı-sıra;

    - bir kadın; ne denli sindirilmiş ve kaderci olsa da,
    - bir diğeri; ne denli kanıksamış ve umursamaz görünse de,
    - öteki; çıkarcı ve fırsatçı bir portre çizse de,

    tüm kadınların içerisinde, protest çizgide bir diğer kadın mutlaka vardır.
    2 ...
  24. 38.
  25. fahişe gecenin çamur sıvası / eksipozitif

    okumakta güçlük çektiğim bir öykü.

    uzun cümleler kurmak, okuyucuya hep sıkıntı yaratır. eksipozitif'in nokta koyması gereken yerlerde virgülle işi uzatmaya çalışması anlatım bozukluklarına neden olmuş.

    "içi yandı Hülya' nın, okula gitmemek." okula gidemediği / gidemeyeceği için demeliydi.

    eksipozitif sözcükleri doğru kullanmaya çalışmış fakat noktalama konusunun biraz daha üstüne gitmesi gerekiyor. sırf noktalama işaretleri yüzünden öykünün sonunu zor getirdim.

    bütün bunlara rağmen değinmiş olduğu konu, kanayan yaralarımızdan bir tanesi. iç acıtan bir öykü olmuş.

    eksipozitif, bence öykülerini sade sözcüklerle yazmayı denemelisin. bu işi geliştirebileceğin açıkçası çok açık...
    3 ...
  26. 39.
  27. bizleri sınıflara bölenlerin sınıfta kalması | kaideyi taciz eden istisna

    öykü kurgulamalarında sıkça yapılan fakat bu örnekle iyice ön plana çıkmış bir yapısal ve bir de biçimsel hatadan söz etmemiz gerekiyor;

    okuyucunun; tarih, mekan, belirgin insan toplulukları belirtmek suretiyle kurgulanan serüven ya da macera türü öykülerde şaşırmak, hayretler içerisinde kalmak, bilmediklerini öğrenmek yönündeki beklentileri çok yüksektir.

    bu nedenle;

    - öykü, başlangıçta hangi özen ve detaycılıkla başlamışsa aynı özen ve detaycılıkla devam ettirilmek durumundadır. aksi halde okuyucuda; 'çok iyi başlanmış ama üstünkörü bitirilmiş' şeklinde bir kanı oluşur.

    aynen bu öyküde olduğu gibi geneli itibariyle gerçekten güzel olan birçok eser, bu şekilde heba olup-gitmiştir. yalnızca amatörler değil kimi zaman bu yanlışa, tanınmış ve profesyonel yazarlar da düşerler. ya sözleşme ile bağlı oldukları yayınevi baskısı yüzünden, ya parasız kaldıklarından ki çoğunlukla öyledir, ya da kurgulamada düşünsel bir döngüye girip bir türlü çıkış yolu bulamadıklarından, kelimenin tam anlamıyla çalakalem bölümleriyle eseri bitirip redaktörlere teslim ederler.

    usta bir okuyucu, bu tip durumlarda yazarın eseri oluşturma evrelerini dahi çözebilir. önce, hangi bölümden yazıma başlamış, nerelerde tıkanmış, hangi bölümleri üstünkörü geçmiş, nerelerde özenmiş, bölümler arası geçişlerde sıkıntıları neler vs.

    öykümüzde, esere başlangıç bölümüyle başlandığı ancak, sihirli kalem, kağıtlar ve yakup kurgulamasının da ilk aşamada yapılmış olduğu çok net anlaşılıyor. gelişme ve sonuç bölümleri bu ana kurguda oluşturulmuş. lakin, aynı özen gösterilmediğinden, o nefis ve gizem dolu başlangıç bölümü bir zembil gibi havada asılı kalmış. kalem, kağıtlar ve yakup'un gayretleri olmasa durum daha da hazin olabilirmiş.

    - okuyucunun beklentilerini minimumda tutacak, sade ve iddiasız bir girizgah bölümüyle başlamak, yazar açısından daima avantaj yaratır. çok ünlü yazarlar dahi bu denenmiş ve başarılı sonuçlar elde edilmiş yöntemi kararlılıkla uygulamaktan çekinmezler.

    okuyucuyu azar-azar ısıtın, küçük acılar ve mutluluklar yaşatın önce, teninde iğnelenmeler hissetsin ve yavaş-yavaş büyütün hedeflerinizi. başlangıçta, yeteneklerinizin tamamını asla görmesin! bırakın görmeyi, tahmin dahi edemesin.

    hayır! ben başarabilirim diyorsanız; daha ilk cümlede hançeri saplayın okuyucunun sırtına! ancak, bilin ki o hançerin ucundaki zehir, hiç çekmediği acılar yaşatmalıdır ona. okuyucu bundan zevk alır, evet! acı çekmekten, işkence görmekten zevk alır. tadılmamış-yaşanılmamış her türlü duygu mutlu eder onu lakin, hem farklı hem de yaşanmaya değer olanı sunmak koşuluyla.

    'kalem, kağıt, yakup' üçlemesi ve giriş bölümünü çok beğendim. ilk bölümde bir ara " işte! çok güzel ve hiç denenmemiş bir serüven öykü geliyor " diyecek oldum. lakin, takip eden bölümler maalesef hayal kırıklığı yarattı.

    kaideyi taciz eden istisna ya ve elbet diğer arkadaşlara da naçizane bir önerim olacak; öykü yazarken, bir şekilde konuyu bağlama sıkıntısı çekteğinizi ya da kısır bir döngüye girdiğinizi hissettiğiniz anda o öyküyü bir kenara bırakıp yepyeni bir öykü yazmaya başlayın. bekleyin! hafızanızda olgunlaşsın düşünceler, pişsinler!

    müşteriye yemek yetiştirme gayesiyle; pişmiş aşa asla su katmayın! bu durum; servis ettiğiniz yemeğin tadını kaçırdığı gibi tekrarlandığında müşteriyi de kaçırmanıza sebep olur.
    4 ...
  28. 40.
  29. intihar sınıfı | mogosog

    realist öykülerde tür; macera, polisiye, köstebek ya da psikolojik olduğunda, heyecan katsayısı ve buna bağımlı olarak da okuyucunun öyküye motivasyonu yükselir. aslında bu durum, kullanmasını bilen bir yazar için büyük avantajdır. zira, bu heyecan fırtınası içerisinde okuyucu, ufak-tefek yazım hatalarına, cümle düşmelerine, anlam kaymalarına fazlaca takılmaz yeter ki ifadeler şu örneklerde olduğu gibi 'sokak ağzı'na dönüşmesin;

    "...görüldüğü gibi başkalarını öldürmek kolay geldi millete, fakat sözkonusu kendileri olunca, korktular, yapamadılar..."

    - hangi millettir; bu millet?

    "...ani bir hareketle masadan kaptığı sürahiyi kocasının başına geçirdi kadın..."

    - başa 'geçen' ya da 'geçirilebilen' kazan ya da tencere gibi gereçlerdir. belki bir de maşrapa ama bir sürahi asla kafaya geçirilemez. 'illaki geçireceğim' derseniz bu geçirme; ya mecaz anlamıyla çok farklı bir biçimde ya da sokak ağzı ile bir 'vurma' eylemi olarak algılanır ki burada ikincisinin amaçlandığı besbellidir.

    konuşma dili, öyküye özel bir anlam katacaksa, geçtiği yöreyi betimleyen bir çeşni olarak birkaç kuple kullanılmasında bir mahzur olmaz, sokak diline ise 'underground öyküler' dışında kesinlikle yer verilmemelidir.

    kitap dilinin bozulması, konuşma dilinin bozulmasına benzemez zira, o kalıcıdır. okuyup-örnek alan neslin dilini bir anda ve topluca erozyona uğratır. diller de heykel, resim ve mimarlık eserleri gibi sonraki nesillere aktarılması gereken birer kültür mirasıdır ve başta yazarlarca olmak üzere özenle korunmalıdırlar.

    "...son yarım saatte dakikada iki kişinin ölümüne sebep olmuştu..."

    - böyle bir ölçütlendirme türü ben bilmiyorum. bu öyküye has özel bir anlam taşıyordu ise de ben onun ne olduğunu çözemedim.

    bu tenkitlerden sonra gelelim hikaye'nin özüne; yapısal anlamda alışılmadık ve bence çok da başarılı bir tarz denenmiş. öykü sunumu güzel, dilindeki akıcılık ve okuyucu üzerinde yarattığı motivasyon iyi.

    ancak, okuyucuya 'malumun beyanı' şeklinde verilen son bölüm bana itici geldi biraz. sanki, nasıl desem; 'okuyucuyu öğrenci gibi karşısına almış da ders verir gibi' olmuş;

    "...korktular, yapamadılar. canları tatlıydı çünkü; anne babalarının, eşlerinin canından çok daha tatlı..."
    4 ...
  30. 41.
  31. (bkz: hapishane kulübü) ... (pinkwaterdrop)

    sonu acaba nasıl bitecek diye merakla okunan öykü.

    yazanın ellerine sağlık.
    5 ...
  32. 42.
  33. hapishane kulübü | pinkwaterdrop

    ana-babaların, iyi niyetle yaşamlarını yönlendirmeye çalıştıkları evlatlarını, kimi zaman nasıl da derin ruhsal sıkıntılara sokabileceklerini gösteren, toplumumuzun kanayan bir yarasına parmak basmış öykü. öte yandan; geleceğini şekillendirmek için vereceği kararda, çok sevdiği ve değer verdiği babası ile kendi isteği arasında ikileme düşen ve yaşamı kararan bir kızın; kimi zaman verilen kötü bir kararın dahi kararsızlıktan iyi olduğunu kanıtlayan hikayesi.

    yalnızca şu iki cümle dahi özetlemiyor mu birçok şeyi;

    "...demiştim ya hani, minik bir sahnede görürdüm bedenimi... ama ruhum soğuk hastane koridorlarına kitlerdi kendini..."

    ve kalanını da şu sözler;

    "...ruhum sustu yıllarca. bazen ağzını açardı, yutkunurdu, yeniden susardı. bilirdi ki asla dinlemeyecektim onu. onun şımarık isteklerine kanmayacaktım. gerçekçi olacak, doktor olacak, babamı gururlandıracaktım. sahnede alkışlanırken babam mı olacaktı yanımda sanki? o zaman öyle bir başarı ne işe yarardı ki?.."

    bu öyküye verilen emek gerçekten çok büyük ve hemen her cümlenin özenle kurgulandığı, sözcüklerinin dikkatle seçilerek; o her biri, üzerine belki de sayfalar dolusu yazı yazılabilecek cümleler hale dönüşmeleri ustaca sağlanmış.

    pinkwaterdrop'u yürekten kutlamak istiyorum. önceki öykülerinde hissedilen o hoyrat tavrı üzerinden atarak; sakin, neleri anlatmak istediğini bilen, kararlı ve kendinden emin bir tavır takınmış. sonuç olarak bu hali, tüm çıplaklığı ile eserine de yansımış.

    "...madem doktor olmak istiyordum, madem idealim buydu benim; neden kızılay kulübü dikkatimi çekmemişti hiç? ilgilenmiyordum o kulüple. hatta bir keresinde, ismim yanlışlıkla o kulübün listesine yazıldığında, müdüre kadar gitmiştim büyük bi'sinirle. tiyatro kulübü'ydü benim yerim. benim hevesim... benim ilgilendiğim... benim sevdiğim... istediğim..."

    öyküler; 'yazarın yüreğinden duygular halinde çıkar. zekanın yardımıyla hafızadan sözcükler beğenirler; kendilerine yakışan ve onları ifade eden. akıl, bu sözcükleri taptaze ve dokunaklı cümlelere dönüştürür; duyguların ahengini ve okuyucu üzerindeki etkilerini bozmadan. sonrasında, "yaz!" der başkumandan ve yazar el, kalemden kağıda dökülür bir bir cümleler.' böyle oluşmuşlarsa eğer, yaşanılmadık tatlar verirler.
    4 ...
  34. 43.
  35. saat 5 00 | seyyar motto

    yazar, sosyolojik bir gerçeği ve onun yarattığı önemli bir sonucu işlemiş öyküsünde.

    bir kızın,

    haklarında şunları düşündüğü babası;

    "...ona el salladım. gülümsedi bana. yakışıklıydı babam. gözleri yeşil, açık kahverengi saçları ve her zaman elinin gittiği sakalıyla kahramanımdı..."

    ve şunları düşündüğü annesinin;

    "...geçen yaz, annemi son defa gördüğümden habersiz, tatile uğurluyordum. çilli oluşumla alay ederek, öyle güzel sarıldı ki; neredeyse ağlayacaktım..."

    ayrılmaları, yaşadığı ruhsal çöküntünün yarattığı şizofren ve bu ruhsal durum içerisindeki duygu ve düşünceleri dramatik bir dille işlenmiş.

    bir erkekle bir kadının, birlikte sürdürdükleri yaşamlarının sonucu olarak dünyaya gelen çocuklarına karşı, sorumluluklarını yerine getirmekte kayıtsız kalmalarının, ne denli istenmeyen sonuçlar doğurabileceğini gösteren, düşündürücü ve bir o kadar da etkileyici bir öykü bu.

    ruhsal sıkıntılar yaşayan insanların ruh hallerini okuyucuya yansıtmak, bir yazar için belki de en zor görevlerden biridir. zira, tasvir edilen olay, durum ya da hareket ne büsbütün mantık dışı olmalı, ne de normal mantığın kabul edebileceği niteliklere haiz bulunmalıdır. bu aralık o kadar dar ve sınırları o denli kalındır ki deyme yazar, cesaret edip de bu yükün altına giremez.

    kaldı ki şizofrenik vakalarda kişi, hayatı iki boyutta yaşar. birinci boyut; onun bildik, tümüyle normal, sosyal ilişkilerinin normal bir insanınki ile aynı olduğu boyuttur. ikincisi ise; bilinç altında olmak istediği ya da istem dışı yaşadığı ve birincisinden tamamen farklı bir kişilikle karşımıza çıktığı boyut. nadiren de olsa, kimi vakalarda, boyut sayılarında artış da gözlenebilir.

    böylesi meşakkatli bir insan tasvirini yaparken, mantıksızlık ölçüsünü sınırların dışına taşıdığınızda, ruh hastası olarak yansıtmaya çalıştığınız kahramanınız bir şarlatana dönüşür, tam aksi durumda ise normal bir insan haline. velhasıl! zor iştir.

    seyyar motto, şizofren öykü kahramanını okuyucuya yansıtırken, derinlemesine tasvirlerden kaçınmış, yüzeysel betimlemelerle ve zekice davranarak işin içinden sıyrılmayı başarmıştır.

    işlenen konunun hassasiyeti ve kahramanının nitelikleri göz önünde bulundurulduğunda harcanan ciddi emeği okuyucuya hemen yansıtan güzel ve etkileyici bir öykü.

    çam sakızı-çoban armağanı; öyküde adı geçen parçanın linkini de ben vereyim istedim;

    5 ...
  36. 44.
  37. toprak ve su | siyahgiyenadam

    yapısal anlamda kategorize etmekte çok zorlandığım bir çalışma oldu bu. 'kurgusal veya fantastik roman denemesi' demek her halde en doğrusu olacak. özellikle büyücülere verilen öneme bakıldığında harry potter etkileşimleri dikkat çekiyor ki bu seri roman dizisi, bahse konu türün güçlü örneklerinden.

    mitolojik canlılara ek olarak elfler, mutantlar gibi modern fantastik karakterler de kullanılarak daha renkli ve ilgi çekici ortamlar sağlanmış.

    fantastik romanların kurgulanmasında en önemli aşamayı, mekan/karakter tasvir ve tahlillerinin tamamlanması ve eksiksiz sunumu oluşturur ki bunlar, okuyucunun gözünde mekan ve karakterlerin tam olarak canlanabilmesi için gereklidirler. bu noktada yazar, biraz da kolaycılığa kaçarak, özellikle karakter tasvirlerinde okuyucunun önceden bildiği ve tanıdığı karakterleri sunmayı ve yüzeysel tanımlamalarla yetinmeyi yeğlemiş. mekan tasvirleri ise oldukça başarılı düzeyde.

    şöyle ki;

    "... ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe burunlarına iğrenç, keskin bir koku gelmeye başladı. yakınlarda bir bataklık olmalıydı. iri eğrelti otlarını kılıcıyla biçerek ilerleyen toprak tekrar durdu. çok büyük bir bataklığın dibine gelmişlerdi. bataklığın içinde parlak renkli kurbağalar vardı. kimin(in) kırmızı benekleri vardı, kiminin sarı çizgileri. havada uçuşan yusufçuk böceklerini dilleriyle kapmaya çalışıyorlardı. bataklığın üzeri ise üstünde kurbağaların durduğu dev nilüfer çiçekleriyle doluydu..."

    'bataklık' sözcüğü bu kadar fazla kullanılmamış olsa kusursuz olacakmış gibi sanki. şöyle denesek mesela;

    "... ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe burunlarına iğrenç, keskin bir koku gelmeye başladı. yakınlarda bir bataklık olmalıydı. iri eğrelti otlarını kılıcıyla biçerek ilerleyen toprak, tekrar durdu. çok büyük bir bataklığın dibine gelmişlerdi. içinde, kimi kırmızı benekleri, kimi sarı çizgileriyle parlak renkli kurbağalar, havada uçuşan yusufçuk böceklerini dilleriyle kapmaya çalışıyorlardı. yüzeyi ise kurbağaların durduğu dev nilüfer çiçekleriyle doluydu..."

    denemede bir dikkat çekici husus da şu ki aynı paragraf içerisinde -mış, -muş şeklindeki -miş'li geçmiş zaman ya da rivayet ekleriyle -dı, -du şeklindeki -di'li geçmiş zaman hikaye eklerinin birlikte kullanılması. bu durum, edebi eserler için ciddi bir yazım hatası oluşturur. zira, okuyucu hafızası 'oluştu'-'oluştuğu rivayet olundu' algılamaları arasında bir açmaza düşer. bu nedenle, farklı zaman eklerinin kullanımı mutlak gerekli ise bu farklı bir paragrafta yapılmalı, ard-arda cümlelerde farklı zaman eklerinin kullanımından kesinlikle kaçınılmalıdır.

    şöyle ki;

    "...seyrek ağaçlar ileride yerini sık ormanlığa bırakmış. orman o kadar sıkmış ki; bazı yerle(rde) iki ağacın arasından bir insan dahi geçemiyormuş. ormanın derinliklerine doğru ilerlerken böğürme sesleri duydular. koşarak onlara doğru gelen bir iki tane geyik yanlarından hızla kaçtı. bazı ağaçlardaki kuşlar uçuştular. sonra tekrar sessizlik çöktü ormana..."

    bu deneme, geniş bir zaman diliminde hazırlanabilecek, uzun soluklu bir düşünsel çalışmanın, kurgulamanın ve yazıya dökmenin sonucu gibi. çok sayıda harf hataları ve eksikleri içeriyor olsa da genel itibarı ile etkileyici bir çalışma. her şeyden önce, büyük bir emek harcanmış.

    buna mukabil, ulu-kral keşke dört değil de tek bir şey isteseymiş toprak ve su'dan. örneğin, anka kuşundan bir telek getirme istemi çok bildik ve birçok masalda işlenmiş bir konu. keza ejderha yumurtası da öyle. düşündüm ki, sadece 'minator boynuzu' ile sınırlandırılabilirmiş talebi. böylelikle, mekan ve fantastik canlı tasvirlerine daha çok değinilebilir, anlatımlar daha detaylı olabilir ve eser, okuyucu için daha cazip hale getirilebilirmiş.

    sonra;

    toprak ve su muratlarına ermişler ermesine de ulu-kral'ın güzeller güzeli bir kızı neden yokmuş mesela? köylü iken şövalye olmak ve bir saray muhafız yardımcılığı için onca çileye değer miymiş? sonra haklı olarak, kırk gün-kırk gece süren bir düğün bekliyor okuyucu. su için de onu bekleyecek yakışıklı bir prens düşünülebilirmiş bence. çifte düğün olurmuş, onlar muratlarına ererken biz okuyuculara da kerevete çıkma şansı doğarmış böylece. neden gökten üç kırmızı elma düşmemiş sonra? kuru-kuruya çayla mı geçiştirildi şimdi onca dinleyen çocuk? beklemezler mi uslu-uslu masalcı poyraz'ı dinlemenin ödülünü?

    şaka bir yana, okunası bir deneme. poyraz'ın son çalımını da çok beğendim ayrıca, hoş bir sürpriz olmuş okuyucu için.
    4 ...
  38. 45.
  39. kırmızı bir yıldız | turkuaz

    toprak ve su'nun hemen ardından bir fantastik çalışma daha. ancak, toprak ve su bir roman denemesiydi, bu ise tam bir fantastik öykü.

    öyküde, yazım kurallarına büyük ölçüde bağlı kalınmış. betimlemeler, eli-yüzü düzgün ve anlaşılır cümleler kullanılarak yapılmış. diyalog bölümleri; 'dedi', 'demiş', 'söyledi' gibi yardımcı sözcüklere gerek bırakmayan diyalog formunda düzenlenmiş ve okuyucu için büyük rahatlama sağlanmış.

    birkaç nüans dışında doğal mekanlar, dünyamızdan pek de farklı kurgulanmadıklarından, ağır mekan tasvirlerine de gerek kalmamış. bazı ilkel çağ yaratıkları ve mitolojik canlılar dışında insan-hayvan-canlı karakterlerinde de dünyamıza göre büyük farklılaşmalar gözlenmiyor. bu ise öyküyü türünün diğer örneklerine göre daha yalın kılıyor. normal şartlarda okuyucu için öyküyü sıkıcı hale getirecek bu duruma izin verilmemiş ve her şeyin dozu çok iyi ayarlanmış. okuyucu tam sıkılacak oluyor; sanki yazar bunu hemen farkedip onu tekrar motive edecek bir şeyler bulu-veriyor.

    şöyle bir bakınca; klasik ve sağlam bir iskelete sahip kendinden emin, ayakları yere basan, fantastik bir öyküyüm ben diyor.

    gözüme takılan bazı şeyler de yok değil. "lukarya...lukar.lukarya...." örneğinde olduğu gibi ard-arda cümlelerde aynı ya da ses uyumlu sözcüklerin tekrar tekrar kullanılması;

    "...lukarya gözyaşlarını silip kendini toparladı hemen. 'üstünüze bir şey alın.' dedi sadece lukar. lukarya heyecanla başını kaldırdı, gülümsedi. hemen yanahe'yi hazırladı..."

    veya,

    "...kimyus'a döndüklerinde sessizliğine devam etti, lukar. evine gidip çorbasını içti ve karısına baktı, lukarya'ya. lukarya mükemmel bir kadındı.

    ve bazı yazım hataları;

    "...ne yazık ki tüm şehir lukar gibi değildi. insanlar çocuklarının kötülükle besliyordu. yanahe ve lukarya'nın şeytan olduğunu, onlara satış yapanın bile tanrı tarafından hiçbir duasının kabul görmeyeceğini ve ebediyen lanetleneceğini söylüyorlardı..."

    ikinci cümleden ne kastedildiğini anlayamadım doğrusu. bu sözcük, 'kötülükleriyle' şeklinde bile olsa, bir yanlış var burda.

    okumaktan haz aldığım güzel bir öykü. keşke, bu türde ürünler verebilen hayal dünyası geniş yazarların sayısı biraz daha artsa da benim gibi kıt hayalli, uykusundaki düşü bile ancak kabus olarak gören insanların hayal dünyaları biraz daha zenginleşse.
    2 ...
  40. 46.
  41. ibo ve çatışma | van golu cannavaro

    kimileri çıkıp da diyebilir ki "sanatta siyaset olmaz! siyasetin girdiği sanat mecrasından şaşar."

    buna mukabil, bertolt brecht'in de şöyle bir savı vardır;

    " toplumsal barış, insandan yana olan tüm çabaların, tüm üretimin, yaşama sanatı da dahil olmak üzere tüm sanatların temelidir. bunun için savaşanlar kaybedebilir ancak, savaşmayanlar çoktan kaybetmiştir."

    sınıf farklılıklarının yaşam standartlarını yükseltip-alçalttığı bir toplumda, toplumsal barıştan söz edilebilir mi? eşitlikten, sosyal adaletten söz edilebilir mi? sosyal adaletin sağlanamadığı bir toplumda, ahlaktan söz edilebilir mi?

    boşuna mı demiştir bertolt brecht;

    " önce ekmek, sonra ahlak "

    diye. aç insan ne yapmaz? hele ki sistem, insanları olabildiğince tüketmeye zorluyorken.

    ve bilge insandan son bir alıntı;

    " hiçbir şey bilmeyen cahildir ama bilip de susan ahlaksızdır. "

    işte! o biri, bizim öykü kahramanımız ibrahim kızıltaş'dır. tokat yeme pahasına okul müdürüne diklenip;

    " en basiti; eğer elazığ'da olmasa bu eşitsizlik, ya da tunceli'de olmasa, malatya'da, elbistan'da, gürün'de olmasa ve herkes emeğinin karşılığını alsa misal... babam ve babam gibi adamlar, bu kadar az çalışıp da bu kadar kazanmasalar, eşitlik olsa ve bu, bütün memlekete yayılsa misal... işte o zaman ne elazığ'da ne de başka bir köşesinde memleketimizin, ne bunca dert olur ne de sınıf çatışması..."

    diyen, babası ilyas kızıltaş'ın kederinden öldüğü, ardından " anarşik olmış, moskof olmış " denilen ibrahim kızıltaş.

    içli ve hazin bir öyküdür onunki. bizlerinki de öyle değil miydi sanki. kimimiz darağaçlarında verirken son nefesimizi, kimimiz olmadık işkencelerle inlemedik mi karakollarda, halimiz-vaktimiz yerinde, tuzumuz da kuruyken üstelik? sınıflarımızda, çocuk gözlerimizin önünde ve al kanlar içerisinde sürüklenerek götürülmedi mi; alınlarından öpülesi öğretmenlerimiz. kendileri bir yöne, eşleri aksi yöne sürülmedi mi? dağıtılmadı mı aileleri?

    - pekiyi! ne içindi bütün bunlar? ibrahim'in dedikleri içindi elbet!

    öykülerde, buram-buram siyaset kokan sloganvari tavırları ben de sevmiyorum. o vakit, siyasete alet etmiş oluyorsunuz sanatınızı ve hoş olmuyor bu durum. hatta, korkutuyor ve irite ediyorsunuz okuyucuyu. ancak, böylesine saf ve temiz duygularla, sistemin çarpıklıkları dile getiriliyor ve bir karşı duruş sergileniyorsa, insanca olanın, insana yakışanın ne olduğu tariflenmeye çalışılıyorsa, kayıtsız kalmanız mümkün olamıyor. toplumsal gerçekler yüzünüze bir tokat gibi indiğinde acıyor teniniz. nedenini ve niçinini de biliyorsanız eğer; işte! o vakit, birkaç satır da ben yazayım karınca-kararınca, bilgimin yettiğince deyiveriyorsunuz.

    van golu cannavaro çok kısa bir öyküyle ve olayların geçtiği bölgenin şivesini de kullanarak zenginleştirmeye çalıştığı yalın bir dille, yaşamdan bir kesit almış bizler için. olayın geçtiği yöre insanının yaşama bakışı, değer yargıları ve genel özellikleri hakkında aydınlatıcı bilgiler vermiş. bu bağlamda biraz fakir baykurt tadı aldım ben.

    kalemin, istenirse kılıç gibi kullanılabileceği bir konuyu işlemesine rağmen o, yumuşak uçlu bir kalem kullanmakla yetinmiş ve çok da iyi etmiş.
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük