tam emin değilim ama online hizmetler tahminimce daha ucuzdur. ayrıca bence daha mantıklı, yüzünü falan da göstermeden anlat anlatabildiğin kadar oh...
Özellikle ekonomi terör ve siyaset yoğunluğundan dolayı Türk insanın çok ihtiyaç duyduğu alandır. Yazık güzel ülkemin güzel insanlarına bunları hak etmiyor. Yalnız sadece psikiyatr değil psikolog konusu da çok önemlidir. Çok ciddi sorunlar olmadığı sürece ilk tercih psikolog olmalıdır.
hiç bir sike derman olamayacağını çoktan belli olan kurum, kuruluş, tıp alanı.
hayatta bana söyleyin dene yanıl çalışan bir sağlık kuruluşu? aha bunlar. insan üzerinde resmi olarak antidepresan denerler. bunu bile bile gittim tedavi olmaya. ''doktora'' son derece net bir biçimde derdimi anlattım, yazması gereken ilacı söyledim. kadıncağız allahtan egosuz çıktı da yazdı dediğim ilacı. öyle mucize beklemeyin, üzerinizde deney yaparlar büyük ihtimalle. beyninde problem varsa tek doktor sensin unutma. uzun zamandır egomun bu kadar okşandığını hatırlamıyorum. dinledi doktore hanım bir kaç kelime ederken araya girdim. şu ilaç lazım bana diye. yazdı lan gerçekten. belki özel hastane diye bilmiyorum. neysem, derdime derman diyemem. maksimum aracı derim.
Psikiyatri kafa uyuşturmaktan başka hiç bir hastaliğa çare bulamamiş bilimdir.kapisina allah düşürmesin.plesebodan başka bir işe yaramiyor.kimisindede nosebo etkisi yapip hastaliği alevlendiriyor.ve beyini etkileyen maddeler içerdiğinden unutkanlik halisiyasyon ve ciddi beyin zorlanmasi yapabiliyor.
Nedense sıra alamadığım bölüm, herkes mi kafayı yedi denilesi. Hoş gittiğimde ise sadece teyzeler oluyor, teyzecim ne derdin var senin böyle diyesim geliyor bazen.
albert einstein, “Delilik, aptallıktan şüphesiz daha iyidir.” demişti. Şu an dâhi olduğunu düşündüğümüz çoğu insan zamanında deli olarak yaftalanmıştı. Oysa hastalıklı bir toplumda deli olmak kulağa daha sağlıklı gelmiyor mu? Ya da hastalıklı bir toplumla uyum içinde yaşayan insanlar, aslında gerçek deliler olamaz mı? Tüm bu sahteliğin içinde delilikten daha gerçekçi ne olabilir?
'Delilik Nedir?' isimli kitabın yazarı darian leader şöyle bir soru sorar: “Hastaya kendi değer sistemini ve normallik anlayışını aşılamaya çalışan bir klinisyen, yerli halkları kendi çıkarı için eğitmeye uğraşan bir sömürgeciden ne kadar farklıdır?” michel foucault da 'Hapishanenin Doğuşu'nda 'delilerin' bireysellikleri ve benlikleri çiğnenerek tekdüze insanlar haline getirildiğini söyler.
Erasmus, 'Deliliğe Övgü' isimli kitabında, “En mutlu insanlar akılla bağlantılarını koparanlardır.” der. 'Normalliğin Deliliği' isimli kitapta ise şöyle bir soru çıkar karşımıza: “Nasıl oluyor da normal insan bu kadar yıkıcılığa neden oluyor?”
Dolayısıyla şayet sözde normallik yıkıcılığa neden olurken delilik yaratıcılığı besliyorsa, ben deliliğin tarafındayım. Ancak şunu da unutmamalıyız ki, tüm o deneylere ya da eleştirilere rağmen psikiyatri çok çok önemli bir bilim dalıdır. Nasıl zatürre gibi, menenjit gibi hastalıklar varsa, akıl hastalıkları da vardır ve bunlar uygun tedaviyle, doğru ilaçlarla geriletebilecek, belki de tamamen iyileştirilebilecek hastalıklardır. Ancak bu, bazı psikiyatrik tanı ya da tedavi yöntemlerini eleştiremeyeceğimiz anlamına gelmez.
Size psikiyatri dünyasının en sıra dışı deneyini anlatayım...
1973’te David Rosenhan adlı bir psikolog şöyle bir soru atıyor ortaya: “Bir insanın akıl sağlığının yerinde olup olmadığı ve akıl sağlığının derecesi kesin olarak anlaşılabilir mi?” Ardından Rosenhan, psikiyatri tanılarının güvenilirliğini test etmek için şöyle bir deneye başlar:
Amerika’da 5 farklı eyaletten 8 tane sahte hasta, olmayan sesler duyduklarını söyleyerek birbirlerinden tamamen farklı hastanelere müracaat eder. Bu hastaneler arasında devlet klinikleri de, üniversite hastaneleri de, özel hastaneler de vardır. Başka herhangi bir hastalık belirtisi sergilemezler ve isimleri ve meslekleri dışında hayatlarındaki hiçbir detayı yanlış aktarmazlar. Bu yalancı hastaların 7’sine şizofreni, birine de manik-depresif psikoz tanısı konur ve hastaneye yatırılırlar.
Hastaneye yatırıldıktan sonra günlük hayatlarındaki gibi tamamen normal davranırlar. Hatta önceden anlaştıkları üzere, hepsi artık gaipten sesler duymadıklarını söyler, ancak doktorlar bir türlü onların iyileştiklerine inanmaz.
Bu sırada kliniklerde yatan 118 gerçek hastadan 35’i, grubun bazı üyelerine “Sen deli olamazsın, herhalde hastaneyi teftişe gelen bir gazeteci ya da profesörsün” der. Yani doktorların fark edemediği durumu hastalar hemen çakar.
Sonuç olarak hastaneden en erken çıkan sahte hasta, bir hafta yatar. En uzunu ise tam 52 gün klinikte tutulur.
Teşhisleri ise, 'gerileme durumunda paranoyak şizofreni' olur.
Ortalık karışır tabii, deneye hak verenler kadar karşı çıkanlar da olur. Ardından bence bu deneyin en ilginç kısmı başlar.
Bir başka hastane yönetimi Rosenhan’a meydan okuyarak der ki: “Biz bu oyunu bozarız! Ne zaman, nasıl ya da kim olursa olsun, o deneklerden bize de gönder, bak gör onları nasıl yakalıyoruz.”
“Tamam lan!” der bizimki. “Size önümüzdeki 3 ay boyunca sahte hastalar göndereceğim, bakalım onları ayırt edebilecek misiniz?”
3 ay sonra Rosenhan, yeni yatırılan 193 hasta ile ilgili formları inceler. Doktorlar hastaneye başvuran 193 hastadan 41’inin yalancı hasta olduğunu düşünmektedir. Ayrıca başka 42 kişiden de şüphe duymaktadır. Çarpıcı olan ise, Rosenhan’ın hastaneye aslında hiç sahte hasta göndermemiş olması.
Bu deney sonucunda 'Akıl Hastalıklarının Tanıları' kitabı yeniden düzenlenir ve Rosenhan, psikiyatrinin bugünkü standartlarına ulaşmasında dönüm noktalarından biri olarak kabul edilir. Örneğin artık tanı konmadan önce hastaların mutlaka birden fazla belirti göstermesi gerekiyor.
Son olarak bir film önerisinde de bulunayım: one flew over the cuckoo's nest
toplumu oluşturan bireylerin kimyasal dengelerini, deneysel küçük bonibonların çoğunlukla yan etkileriyle tedavi ettiğini iddia eden ve toplum yaşamının güvenli devamında kilit rol üstlenen, ''ilaç'' yazma yetkisine sahip kişiler.
ben sizin bana bdt yapabilme ihtimalinizi sevmiştim. önüne gelen öğünlerimi hapa boğup yolluyor.
oturalım derin psikanalizlerimi yapalım. jackson pollock tan daha karmaşık bi iç dünyam var ama merak edenim yok. benim de bu merakı yaratacak 500 dolarım.
Lisans derecesini Stanford Üniversitesi'nden, tıp derecesini Harvard Üniversitesi'nden aldı. Yale Üniversitesi'nde çalıştı. Amerikan Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün yıllarca başkanlığını yaptı. Şizofreni Bülteni'nin kurucusu oldu. 100'den fazla inceleme ve makale yayınladı…
Zamanın hâkim psikiyatrik uygulamalarına ve tedaviye yönelik ilaçlara artan bağımlılığa karşı çıktı. 1990'larda bunu sıklıkla dile getirip yazınca enstitüdeki görevinden uzaklaştırıldı…
Geri adım atmadı. 30 yıldır üye olduğu Amerikan Psikiyatri Birliği ve Amerikan Psikofarmakoloji Derneği'nden “tiksinti” içinde istifa ettiğini açıkladı:
– “Psikiyatri neredeyse tamamen ilaç şirketleri tarafından satın alındı.”
Dr. Mosher'i rahatsız eden bu kirli ilişkinin psikiyatrinin uygulanışı üstündeki yıkıcı etkisiydi. Artık çoğu psikiyatristlerin insanları sosyal-çevresel koşulları içinde bütün olarak görmemeleriydi.
Psikiyatrinin daha soylu varoluş sebebi olduğunu düşünüyordu. ilaca karşı değildi. Ama kimyasalların geniş çaplı ve yanlış kullanımına devam eden mesleğinde, daha fazla kalmak istemediğini söyledi:
– “Para, politika ve bilim konularında gerçeğe dönün, her birini oldukları gibi gösterin, dürüst olun…”
“STOP DSM”
Dünyadaki çoğu psikiyatrist, ABD tarafından hazırlanan “kılavuz kitaplara” bakıp ilaç yazıyor!
Yıl, 1952. Psikolojiyi kliniğe hapseden Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hazırlanan “Ruhsal Bozuklukların Teşhis ve istatistiksel El Kitabı” (DSM) ruh hastalıkları tanımını genişletti.
ilk kılavuz-rehber kitabında 108 tanı kategorisi bulunurken, 1980 yılında yayınlanan dördüncü versiyonunda 410 tanı kategorisi vardı. 2013'deki beşinci kılavuzda tanı sayısı ikiye katlandı!
Her yeni “kılavuz kitap” çıktıktan sonra “yeni ruhsal hastalıkları” hiç sorgulamadan kabul edip, reçete yazanlara karşı Fransa, italya, ABD, Arjantin, Brezilya ve Belçika'da “Stop DSM” hareketi 2011 yılında kuruldu.
Hareketin öncülerinden psikiyatrist Prof. Gérard Pommier 2014'de Paris'te meslektaşlarına şöyle seslendi:
– “Günlük hayatın sorunlarının (hatta aşkın bile) hastalığa dönüştürülmesi gibi yanlış tanıların zararını göstermeyi düşündük…
– “Hiçbir bilimsel kanıt içermeyen ve gittikçe daha karmaşık ve istilacı vahşi bir ormana benzeyen bu epidemiyolojik el kitabıyla; ne öğrencilerin iyi bir eğitim alabileceğine, ne de eğitmenlerin iyi bir formasyon verebileceğine ikna olduk…
– “Şehirlerdeki doktorların ilaç dağıtıcısı, ilaç temsilcisi rolüne indirgendiğini, çünkü her yerde hastalık gören bu el kitabının insanı korkuttuğunu düşündük…
– “Geri döndürülemez yıkım riskiyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmekte geç kaldığımız bir gerçek…”
Peki… Bu “sürekli ilaç verme” noktasına nasıl gelindi?
YÜZLEŞMEK ZORUNDAYIZ
Rockefeller'a göre psikiyatri “zihinsel hijyen” idi!
Türkiye'de tıp müfredatını hazırlayan Rockefeller ekibinden Dr. Alan Gregg (1890-1957), yirmi yıl Rockefeller Vakfı'nın Tıp Bilimleri Anabilim Dalı Başkanlığı'nı yaptı.
Rockefeller'ın psikiyatri stratejisini hayata geçirdi:
– 1931-1944 yılları arasında tıp fakültelerine psikiyatriyi müfredata aldırdı… (Ülkemizde psikiyatri bölümü ilk kez -Rockefeller parasıyla kurulan- Ankara Üniversitesi çatısı altında 1945 yılında açıldı.)
– 1940'larda anahtar araştırma merkezleri inşa etti…
– Hastaneleri, okulları, mahkemeleri ve sosyal hizmetleri psikiyatrinin uygulama alanlarına soktu…
Dr. Gregg ilaçlara katkılarından dolayı Lasker Ödülü aldı.
Ve psikiyatri öğreniminin “beyni” ABD oldu. Yarattığı “tanı enflasyonuyla” dünyada antidepresan satışını artırdı.
Mesela… Türkiye'de, 2000 yılında 11 milyon kutu antidepresan kullanılıyordu. Bu sayı 2018 yılında 55 milyon kutu oldu.
Bu ilaçların yan etkisi nedir? Hiç mi tartışmayalım? Kapitalist tıp anlayışını hiç mi sorgulamayalım?
Daha bu hafta:
– Psikiyatri tedavisi gören Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi 19 yaşındaki N.G. intihar etti.
– Psikiyatri tedavisi gören istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki S.Ü. intihar etti.
Türkiye'de günde 10 kişi intihar ediyor!
Bu toplumsal ruhsal yara üzerine durmak gerekmiyor mu? insanı-insanlığı kimler yıkıma götürüyor?
Meselenin ekonomik boyutunu konuşmalıyız.
Meselenin siyasal-kültürel yönünü konuşmalıyız.
Ama.
Kuşkusuz meselenin tıbbi boyutunu da konuşmalıyız.
Prof. Loren Mosher…
Amerikalı psikiyatrist.
Lisans derecesini Stanford Üniversitesi'nden, tıp derecesini Harvard Üniversitesi'nden aldı. Yale Üniversitesi'nde çalıştı. Amerikan Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün yıllarca başkanlığını yaptı. Şizofreni Bülteni'nin kurucusu oldu. 100'den fazla inceleme ve makale yayınladı…
Zamanın hâkim psikiyatrik uygulamalarına ve tedaviye yönelik ilaçlara artan bağımlılığa karşı çıktı. 1990'larda bunu sıklıkla dile getirip yazınca enstitüdeki görevinden uzaklaştırıldı…
Geri adım atmadı. 30 yıldır üye olduğu Amerikan Psikiyatri Birliği ve Amerikan Psikofarmakoloji Derneği'nden “tiksinti” içinde istifa ettiğini açıkladı:
– “Psikiyatri neredeyse tamamen ilaç şirketleri tarafından satın alındı.”
Dr. Mosher'i rahatsız eden bu kirli ilişkinin psikiyatrinin uygulanışı üstündeki yıkıcı etkisiydi. Artık çoğu psikiyatristlerin insanları sosyal-çevresel koşulları içinde bütün olarak görmemeleriydi.
Psikiyatrinin daha soylu varoluş sebebi olduğunu düşünüyordu. ilaca karşı değildi. Ama kimyasalların geniş çaplı ve yanlış kullanımına devam eden mesleğinde, daha fazla kalmak istemediğini söyledi:
– “Para, politika ve bilim konularında gerçeğe dönün, her birini oldukları gibi gösterin, dürüst olun…”
“STOP DSM”
Dünyadaki çoğu psikiyatrist, ABD tarafından hazırlanan “kılavuz kitaplara” bakıp ilaç yazıyor!
Yıl, 1952. Psikolojiyi kliniğe hapseden Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hazırlanan “Ruhsal Bozuklukların Teşhis ve istatistiksel El Kitabı” (DSM) ruh hastalıkları tanımını genişletti.
ilk kılavuz-rehber kitabında 108 tanı kategorisi bulunurken, 1980 yılında yayınlanan dördüncü versiyonunda 410 tanı kategorisi vardı. 2013'deki beşinci kılavuzda tanı sayısı ikiye katlandı!
Her yeni “kılavuz kitap” çıktıktan sonra “yeni ruhsal hastalıkları” hiç sorgulamadan kabul edip, reçete yazanlara karşı Fransa, italya, ABD, Arjantin, Brezilya ve Belçika'da “Stop DSM” hareketi 2011 yılında kuruldu.
Hareketin öncülerinden psikiyatrist Prof. Gérard Pommier 2014'de Paris'te meslektaşlarına şöyle seslendi:
– “Günlük hayatın sorunlarının (hatta aşkın bile) hastalığa dönüştürülmesi gibi yanlış tanıların zararını göstermeyi düşündük…
– “Hiçbir bilimsel kanıt içermeyen ve gittikçe daha karmaşık ve istilacı vahşi bir ormana benzeyen bu epidemiyolojik el kitabıyla; ne öğrencilerin iyi bir eğitim alabileceğine, ne de eğitmenlerin iyi bir formasyon verebileceğine ikna olduk…
– “Şehirlerdeki doktorların ilaç dağıtıcısı, ilaç temsilcisi rolüne indirgendiğini, çünkü her yerde hastalık gören bu el kitabının insanı korkuttuğunu düşündük…
– “Geri döndürülemez yıkım riskiyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmekte geç kaldığımız bir gerçek…”
Peki… Bu “sürekli ilaç verme” noktasına nasıl gelindi?
YÜZLEŞMEK ZORUNDAYIZ
Rockefeller'a göre psikiyatri “zihinsel hijyen” idi!
Türkiye'de tıp müfredatını hazırlayan Rockefeller ekibinden Dr. Alan Gregg (1890-1957), yirmi yıl Rockefeller Vakfı'nın Tıp Bilimleri Anabilim Dalı Başkanlığı'nı yaptı.
Rockefeller'ın psikiyatri stratejisini hayata geçirdi:
– 1931-1944 yılları arasında tıp fakültelerine psikiyatriyi müfredata aldırdı… (Ülkemizde psikiyatri bölümü ilk kez -Rockefeller parasıyla kurulan- Ankara Üniversitesi çatısı altında 1945 yılında açıldı.)
– 1940'larda anahtar araştırma merkezleri inşa etti…
– Hastaneleri, okulları, mahkemeleri ve sosyal hizmetleri psikiyatrinin uygulama alanlarına soktu…
Dr. Gregg ilaçlara katkılarından dolayı Lasker Ödülü aldı.
Ve psikiyatri öğreniminin “beyni” ABD oldu. Yarattığı “tanı enflasyonuyla” dünyada antidepresan satışını artırdı.
Mesela… Türkiye'de, 2000 yılında 11 milyon kutu antidepresan kullanılıyordu. Bu sayı 2018 yılında 55 milyon kutu oldu.
Bu ilaçların yan etkisi nedir? Hiç mi tartışmayalım? Kapitalist tıp anlayışını hiç mi sorgulamayalım?
Daha bu hafta:
– Psikiyatri tedavisi gören Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi 19 yaşındaki N.G. intihar etti.
– Psikiyatri tedavisi gören istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi 20 yaşındaki S.Ü. intihar etti.
Türkiye'de günde 10 kişi intihar ediyor!
Bu toplumsal ruhsal yara üzerine durmak gerekmiyor mu? insanı-insanlığı kimler yıkıma götürüyor?
Meselenin ekonomik boyutunu konuşmalıyız.
Meselenin siyasal-kültürel yönünü konuşmalıyız.
Ama.
Kuşkusuz meselenin tıbbi boyutunu da konuşmalıyız.
--spoiler--
Hep ilaç bas geç olduğuna inanırdım. Ama son gittiğimde tamamen degidti fikrim. hem de devlet hastanesinde psikiyatrist ve psikolog birlikte çalışıyor, psikolog dinliyor ikisi bir olup izlenecek yolu belirliyor. Bu yöntemle gereksiz ilaç kullanımı da önlenir.
Bu arada Allah gerçekten zora düşürmesin biriyle karşılaştım, ben supermisim çok şükür.
yakın bir zaman içinde ankara'da ihtisâsına başlamayı öngördüğüm beyin ve sinir cerrâhîsinde klinik, servis ve yoğun bakım tedâvilerinde bulunup operasyonlarına iştirâk ettikten sonra, psikiyatrik literatüre teorik olarak hâkimiyetimle birlikte hekimlik pratiği açısından tatminsiz olduğuna kanaat getirdiğim bölümdür.