ne zaman kaleminden dökülenleri okusam aklımda anıları acılarla dolu olan bir kız portresi belirir ve bir şeyler anlatmaya başlar.
Herhangi Bir yazarın bir eserini okursun, o eserdeki kelimelerin altında kendi duyguları titrer durur ve hafiften o duygulara dair ses verir. Kulağını iyice açarsan o duyguyu işitirsin.
Ne zaman kulağımı Nazan Bekiroğlu'nun eserlerindeki kelimelerin altına dayasam , duyduklarım mutsuzluğa karşı direnen acı ve kederin yorgunlukları oluyor. "acı ve keder mutsuzluğa nasıl direniyor, onlar zaten mutsuz olmaz mı?" diye sorarsanız bence Nazan Hanım'ın acısı ve kederi tevekkül makamına ermiş. Tevekkül makamına eremeyen hâl, o hâli taşıyana yük olur. Tabi tevekkül makamı kolay bir makam değildir; fakat Nazan Hanım acı ve kederi için bana bu makamı anımsatıyor..
esasen kendisi hakkında çok daha detaylı uzun bir yazı yazmak isterim ama bunu daha sakin bir zamanıma bırakıoyrum nasipse.. kendisi bugün trabzon'da kitap zamanı 2 adlı etkinliğin onur konuğu olarak kitap fuarının açılışını yaptı ve yarın saat 14.00 te imza günü var. uzun uzun kuyrukların oluşacağı bir imza töreni olacak belli ki..
imge, çağrışım, hayal gücü. trabzonlu olan yazar farklı roman tekniği ve üslubu ile ikinci yeni tadında yazınlar üretmekte. okumayı sevenler için güzel kitapları var.
`bana, dedi, bir isim ver,
varlığım olsun.
durdu, aklından yeni bir şey geçti. bana, dedi, sen isim ver, varlığım senin olsun.
bana öyle bir isim ver ki senin adının yanında dursun.
seni anan beni de ansın. seni hatırlayan beni hatırlamadan olmasın.
Dikkat, siyasî yazı değildir!
Sayın Başbakanım,Sen diyeceğim şimdi sana. Çünkü siz-biz yok aramızda. Başımızda isen, sen bize, biz sana.
Bana gelince. Sicilim belli. Kırık dallara ağlamak, elde ilâç, hasta köpeklerin arkasından koşmak, vurgun yemiş kedilerin yarasını sağaltmak, en çiçekli zamanında balta yiyerek yere serilmiş ağaçlara dertlenmekle geçti benim ömrüm. Zannım o ki herkese yetecek kadar gözyaşı herkese yetecek kadar da tebessümün sahibiyim. insanlığın ilk şartı olarak empatiyi bilirim ve onu da Komşusu açken uyuyan bizden değildir hadisinin sırrında aşikâr edebilirim. Siyaseti hiç sevmem. Böyle bir yazı yazması beklenecek belki de son kişiyim. Ama aldanmamalı, 12 Eylül öncesini iyi bilirim. Belki o mide bulantısındandır böyleliğim. Anneyim. Daha önemlisi, son otuz yılım yaşları on yedi ilâ yirmi bir arasında değişen gençler ile iç içe geçti. Sınıfı iyi tanırım. Sorsalar, sınıfta, kürsüde ölmek isterim. Bu hafta bir Kudüs yazısı yayımlayacaktım aslında. Her şey olup biterken çok uzaktaydım. Ama yanan ağaçlardan utandım. Yazmadan edemedim. Peşinen söyleyeyim. Ben. Gayet saf. Bu işin bahçesindeyim. Anneler gözüyleyim.
Sayın Başbakanım,
Ben aklımı siyaset dışı bırakalı uzun yıllar oldu. Dedim ya, mide bulantım mazeretimdir. Umarım ilk ve son olur bu yazı. Zaten bu da siyasî bir yazı olmayacak, sadece insanî. Demem o ki. Elbette. Malum ki. Muhakkak ki. Ve belki. Bu işin tek değil çok katmanı var. Masumu kadar, durumdan vazife çıkaranı, fırsat kollayanı, saman altından su yürüteni, aba altından sopa göstereni, son ucu zorlayanı, kışkırtıcısı, iç mihrakı, dış oyunu, daha bilmem nesi var. Hepsine de eyvallah. Ama hepsinin üzerinde insan var.
Şimdi şu yangın yerinde Tek masumun acı çektiği yerde diye başlasam, kargalar gülecek belki üzerime. Arka plan hesapları hesaba katmak elbette senin üzerine vazife. Ama uyarmak da benim. Çünkü anneyim ve ağaçları yerli yerinde severim. Bilirim ki birbirine diş bilese bile o hummalı kalabalığın tekmili, gazdan gözleri kör olan kedi ve kökleri açıkta bekleyen ağaçlar da, hepsi, hepsi senin emanetin. Sen ki Dicle kıyısında bir kuzuyu kurt yese bununla dertlenen Hz. Ömerle aynı ümmettensin. Adalet mefsedete göre hükmetmez, malum. Yani kırk kişilik bir gemide otuz dokuz suçlu ve tek masum olsa, o masumun yüzü suyu hürmetine o gemi batırılmaz. Bunu benden iyi bilirsin.
Ayıran ayırsın bırak. Yerin geniş, sen bizim oraların tabiriyle darlanma. Sen-ben olarak kalalım, aramıza siz-biz sokma. Lütfen. Safları sıklaştır, ayırma. Ağaçlar yürüyemez belli, sen bir adım at onlara. Var sayalım ki bu iş üç-beş ağaçtan çıktı, dallanıp budaklandı. Ama zevahire bir bak. Mahşer günü üç-beş ağacın tanıklığını göz ardı etme. O kıyamette bu gölgeyi ihmal etme. Çok mu zor Tamam, ağaçlar yerinde demek? Ağaçlar için geri dönen bir başbakan olmak senden bir şey azaltmaz. Bunu taviz sayma. Olsa bile, bir taviz başka tavizlerin kapısını açmaz. Gör bakalım o zaman senin kazancın bildik terazilerle ölçülebilir mi? O zaman, yeri geldiğinde rücu etmesini bilen bilge, daha zenginleşmez mi? Haklıysan haklılığını göster. Bir adım at. Bu fırtına o zaman bak nasıl diner ansızın bir tebessüm eli değmişçesine.
Sayın Başbakanım,
Ben kaygılıyım. Kurunun arasında yaşın yanmasından değil sadece kaygım. Kurunun yanmasından da korkarım. Çünkü bu gençlerin hepsi bizim. Alev saçanlar bile başkasının değil, bizim. Ve gençlerden başka gidecek bir yerimiz yok, bilirsin. Lâkin kaygıyla bulansam da yine de ümitliyim.
Olağanüstü başarılara imza attığına, tökezleyen bir gelenekten demokratik bir toplum çıkardığına, söyleyenlerin yalancısı değil, bizatihi ben şahidim. Bu gün meydanlara dökülenler de bir bakıma senin eserin. Onca ileri ittiğin şeyin arkasında kalma. Tebessüm et. Kucakla. Bak nasıl yakışacak o tebessüm sana.
Bu yazıyı yazabilmiş kalemi sapasağlam kişi. insan üstü bir zeka. Hayran olmamak elde değil.
nunlara sahip, pek özel, pek değerli "yazıcı". onu tanımam, onun yazılarını farketmem, dünya üzerinde böyle birinin olduğunu bilmem bana geçen senenin armağanı. her armağan diğerleri gibi, sahibinden izler taşır. on saatte geçse, on gün, on ay hatta on yıl; unutulmaz o armağanın sahibi. kah nar ağacı'nın dallarında farkederim, kah mor mürekkep doldurduğum kalemde. hayatımı değiştirmiştir yazıları, hikayeleri, kahramanları. zehra'sı, sofya'sı, hattatı, kalfası. yusuf'u, züleyha'sı.
süslü nesrin günümüzdeki temsilcisi dense abartı olmayacak yazardır. Kitaplarını alıp aynı ebattaki kitaplarla aynı sürede bitirmek hayal gibi bir şeydir. Yapılsa dahi ya tat vermeyecektir ya da hiç bir şey anlaşılmayacaktır.
"Aşktan bahsettik, aşkı tanımıyorduk.Öldük, ölmüyorduk.Sadakatten söz ettik, sadakati bilmiyorduk.Sevdik, aslında sevmiyorduk. Aldık, veriyorduk; verdik, alıyorduk.Söz yerini buluyordu sadece, iyi düşüyordu, uygun.içimiz bir hoş, ha bire büyüyorduk...
Söylemesek ölürdük.
inanmadan söyledik, yine öldük." *
"aşkın ezelden bir hatırlama, ezel tanışıyla bu dünyada karşılaşma olduğuna iman edeli ben, çok oluyor. ama aradan geçen süre içinde hatırlamaların da yanıltıcı olabileceğini öğrendim. çünkü buldum zannedip yanılmak var. bulup da tanımamak var. bulup da hatırlanmamak var. en acısı da ezel tanışıyla karşılaşıp onun tarafından hatırlanıp ama onu hatırlayamamak olmalı. ve evet, aşkın rengi karanlığa benziyor. en azından bu dünya yüzünde böyle. bir bedene ve birçok hayata hapsedilmiş aşk, özünden uzaklaşmak mecburiyetinde. o yüzden biraz evvel bahsettiğim savaş hali doğuyor. arazların bulanıklığı. neticede ortaya kusurlu bir aşk çıkıyor, elde kalan bu. cam ırmakta taş gemi ancak kusursuz bir aşkın zuhuru anında kazasız belasız yüzebilir ki o da bu dünyada imkansız. söylemiştim yontucunun taş gemisi de ancak kusursuz aşkı, yani tek tanrı aşkını bulduğu anda usul usul cam ırmağın üzerinde yüzmeye başladı. ne ırmak ne taş incinir böyle bir seyirde artık.