Dalında ilâh olmasına rağmen, yaptığı son işinde dahi sahneye çıkmadan evvel senaryoyu ağzında kalemle(bir çeşit diksiyon egzersizi) çalışan bir insandı. işine saygı duyan böyle adamlara hayran olmamak elde değil.
Geceyi usta tiyatrocu rahmetli müşfik kenterin derin manalar içeren sözleri süslesin..
Aşk mutlu eder, bazen de üzer ama aşk özeldir, aşkını hak eden birine sunarsan eğer.
Sevmediğin birine asla seni seviyorum deme. içinde olmayan duygulardan varmış gibi söz etme. Kimsenin hayatına kalbini kırmak için girme. Sevgi dolu bakan gözlere asla yalan söyleme, Çünkü birine verebileceğin en büyük acı, Aşık olmadığın birini kendine aşık etmektir.
Unutulmamalı ki; gözleri güzel yapan rengi yada boyası değil, bakışların ta kendisidir.
Aşk bir kelebek gibidir, peşinden koştukça hep senden kaçar. En iyisi bırak uçsun, inan ki hiç beklemediğin bir anda gelip omzuna dokunuverir.
Aşkın amacı birileri için mükemmel insan olmak değildir, seni mükemmelliğe en çok yaklaştıracak insanı bulmaktır.
Bence artık kendinize gelin. Çünkü parlatıcıyla aydınlanmaz gelecek, fön çekince düzelmez hayat ve fondotenle kapanmaz yaralar.
Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı verici bir şey varsa, o da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir.
Bir tek ona gönderdiğin halde altına toplu mesaj yazmaktır çaresizlik.
Hep söylenir, ilk öpücük gibisi yok diye. Doğru! Ama her öpücükte ilk öpücük gibi hissetmek var. Bu da doğru.
Kalp yarası siz kanatmaktan vazgeçinceye kadar sürer ve ilacı bu acıya alışmak değil, ondan ders çıkarabilmektir.
Nedir gençlerdeki bu lens merakı? Gözler de sahte olduktan sonra, insan neye bakıp inanmalı?
Ölünce ne diyecekler? Muhtemelen; ölüm sana yakışmadı. Normal tabii, dirimizi beğenmediler ki ölümüzü beğensinler.
Dolu dolu caddelerde, tıklım tıklım kaldırımlarda elleri cebinde dolaşan kişidir yalnız.
Üzülüyorsun; takma diyorlar. Kızıyorsun; değmez diyorlar. Boş veriyorsun; gamsız diyorlar. Susuyorsun; iki çift lâf et diyorlar. Konuşuyorsun; muhatap olma diyorlar. Çekip gidiyorsun; mücadele et diyorlar. Alttan alıyorsun; tepene çıkardın diyorlar. Bağırıyorsun; sakin ol diyorlar. Aklı başında davranıyorsun; bu kadar uslu olunmaz diyorlar. Dikine gidiyorsun; yaşına başına yakışmaz diyorlar. Ölünce ne diyecekler? Muhtemelen, “Ölüm sana yakışmadı. Dirimi beğenmediler ki, ölümü beğensinler !
Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna hiç değmediğini gördüğün andır ve en büyük kaybın onun için harcadığın yıllardır. Senin aşkını su gün hak etmeyen, bilki 10 sene sonra yine hak etmeyecektir. Bırak, gitsin.
Sevdiğinden ayrılınca aşk acı verir, sevdiğin seni terk edince daha da çok acı verir ama en acısı, onu ne kadar sevdiğini bilmesine hiç fırsat vermemektir.
Seven insan senin hatan yerine özür dilerim diyendir. neredesin yerine ben buradayım diyendir. nasıl yaparsın yerine niye yaptığını anlıyorum diyendir. ve aşk keşke yerine daima iyi ki diyendir.
ben kendisini birkaç kez tiyatroda izledim, ben birkaç dil konuşurum,iyi derecede,ve mümkün oldukça tiyatroları ziyaret etmeye çalışırım, bir sürü shakespeare piyesini meşhur schwäbisch hall shakespeare tiyatrosunda izledim mesela.
oraya dünyaca ünlü tiyatro oyuncularını getirirler, ve schwäbisch hall almanya´da olmasına rağmen, oyunları ingilizce oynarlar.
çok ünlü ve büyük isimleri tiyatrolarda izleme şansım oldu, eskiden zamanım daha çoktu, şimdi o kadar zamanım yok.
bunları şunu söylemek için yazdım- bütün hayatım boyunca izlediğim en büyük aktör, tartışmasız müşfik hoca´ dır !! onunla diğer "büyük aktörler" arasındaki fark, ulaşılamazdır.
bir keresinde, nazım hikmet´ in memleketimden insan manzaralarını , tek başına oynadı, çok aradım, ne bir youtube videosu, ve ne de bir kaydı var.
tahta bir sandalye, tahta bir masa, birkaç küçük meze ve bir bardak rakı, sahnede. kültablası...müşfik hoca sigara içmeden duramaz.
bugün 1 mart 2018 tarihi itibarıyla söyleyebilirim ki, hayatımda izlediğim, en büyük sahne performansı -hem de büyük bir farkla- o performanstır. annem de vardı, orada, ve şuraya bak, burada en fazla 100 kişi var,bu adamın olduğundan çok daha tanınan, çok daha büyük bir adam olması lazım,demişti.
herkes gözyaşları icinde kalmıştı. bittiğinde önce kimse alkışlayamadı, ışıklar aydınlandığında herkes birbirinden gözyaşlarını gizlemeye çalıştı...
o kadar büyüktü ki müşfik hoca,o sahnede...
çok aradım, hiçbi şekilde kayda almamışlar iyi mi? ne videosunu çekmişler, ne de ses kaydını almışlar.
eğer nazım hikmet´in "memleketimden insan manzaraları" olayının herhangi bir kaydını, duymuş bilen biri varsa, o kaydı hemen edinsin, ve youtube´a yüklesin, bana da haber versin.
orhan veli´yi öyle okuyan müşfik hoca, nazım´ın kurtuluş savaşı destanı -memleketimden insan manzaraları, şiir kitabını unutulmaz, ulaşılmaz bir yere getirmişti.
istanbul´da geçen gençliğimden hatırladığım en özel şeylerden birisi de budur.
ben ordaydım!! müşfik hoca "karayılan"ın hikayesini o unutulmaz sesiyle anlatırken, ben oradaydım...
aslında bi şekilde hala oradayım. bende takıldı...kaldı...
Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi?
Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"...
Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in" ler, "out" lar...
Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi.
Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini?
Copy-paste yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz maille arkadaşlarınıza?
Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız?
Öpüşmek için hangi tuşlara basmak gerekir?
Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını?
Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında?
Koklamak, duymak, dokunmak, yok mu yaşam skalanızda?
Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?
Hayat ıskalamayı affetmez.
Keşkelerle, tühlerle baş başa kalmadan önce…
Ben çok ülke gördüm, boy boyladım soy soyladım, çok bira içtim ,çok kadınla yattım çok tiyatroya gittim, çok sanatcı alkışladım...
Ama müşfik hoca'nın önünde bi bardak rakıyla, küçük ahşap bi masanın arkasında, gıcırdayan bi sandalyenin üzerinde oturarak oynadığı, nazım hikmet'in "memleketimden insan manzaraları" tek kişilik oyununu unutamam...
Ordaki herkes gibi, ne izledik lan biz şimdi? Olmuştum...sahnede devleşti adam.
Amerikalılar, almanlar, fransızlar vb bi yana...hoca benim kalbimde sahnenin en büyük adamı olarak kalır, kalacak.
Garip olan ...o muhteşem sahne performansını, akıllarına gelip de kaydetmemişler!! Videosu falan yok onun...
"Gençliğinde bir “idöldü; şimdi bir “söylence” ... Otuz yaşındayken altmışını geçmiş oyun kişilerini seyirciyi hiç yadırgatmadan canlandırırdı. Bugün altmış üç yaşında ve her tür rolle baş edecek kadar genç. “ incelikli oyuncu” denilince akla ilk gelen isim: Müşfik Kenter.. Kimi sanatçı çalışarak savaşım vererek acı çekerek yetiştirir kendini. Müşfik Kenter ise sahne sanatçısı olmak için doğmuştur. Oynayacağı rolü belkemiğinden kavramasını sağlayan inanılmaz bir sezgiyle donanmış olarak. Tanrı vergisi yakışıklılığını ise yalnızca bir oyuncu kişi gereci olarak değerlendirmiştir. Bu ayrıcalığını kolay yoldan “gösterişli aktör” olabilmek için kullanmadığından, hep “yakışıklı” kalmıştır.
Müşfik Kenter’in iki tür “hayranı” vardır. Kenter kardeşlerin 1950’li yılların sonlarında istanbul'da yaptıkları büyük “çıkış”a tanıklık edip, yıllar boyu onların sadık seyircisi olan bugünkü yaşlı ve orta kuşak; bir de Müşfik’i “ Bir Garip Orhan Veli”yle başlayan “tek kişilik” oyunlar döneminden bu yana tanıyan genç kuşak. 1980’lerde başlayan bu ikinci dönemde Mehmet Baydur’un, oynasın ya da yönetsin diye oyunlar yazdığı, pek çok sanatçı ve tiyatro öğrencisinin “Müşfik Ağabey”i, “Müşfik Hoca”sı, tüm oyuncu adaylarının çapına erişebilmeyi özledikleri bir ustadır... Müşfik’in her iki dönemdeki ürünlerini izlemiş olanlar içinse “usta”lığa çok eski yıllarda geçmiştir Müşfik." diye bahseder cumhuriyet gazetesinde, ayşegül yüksel..
Melih cevdet anday, kendisiyle olan bir hatırasını şöyle anlatıyor:
Bir gün Atatürk Kültür Merkezi’nde bir konsere gitmiştim; Müşfik Kenter de geldi, eşi Kadriye Kenter ile En önden dolaşıp yerlerini buldular ve oturdular.
Ne önemli bir olay! Büyük bir sahne yaratıcısı, halkı yıllardan beri sahnedeki kendisiyle büyüleyen, eşsiz bir artist, şimdi sadece bir dinleyici olacaktı demek, sıralardan birinde oturan, bizim gibi sıradan bir dinleyici.
Bu durumu sorunlaştırmakta haklı buluyorum kendimi. Anlığımızda ve imgelemimizde (ikisi arasında oldukça büyük bir ayrım var) varılamaz bir yeri olan... Kim o? Bir kişi mi? Nasıl bir kişi ki, sahnede onu seyrederken, kimi zaman (hayır, her zaman) onun tanışı olduğumuzu bile unutuyoruz. Bir büyücü mü? Evet, ilkel toplum büyücülerinden biri. Tanınmış bir etnolog, ilkel toplumdaki büyücünün yalnızca büyü sırasında, diyelim bir hatayı iyileştirmek için ağzından ateşler püskürtürken, ya da kendini çılgınca bir dansa bırakmış iken büyücü olduğunu, ertesi sabah onunla karşılaştığımız da (belki de komşumuzdur) hoşbeş edeceğimizi, gülüşeceğimizi, el sıkışacağımızı anlatır. Oymağımızdan biridir o, ancak ödevi sırasında bizden ayrılır, ortaya çıkar ya da karşımıza dikilir, güler, ağlar, kızar, eziyet çeker, kimi zaman rahatsız eder, da hası korkutur bizi. “ Böylesi bir büyücü tanımı modern geliyor bana” demek, bir anda yadsınmazsa, akla yakın bulunabilir bence, ama sanıyorum ki gerçek hiç de öyle değil. ilkel toplum eşit insanlar dan kurulu idi, iş bölümü bu eşitliği neden sonra engelleyebilmiştir. Şöyle de diyebiliriz; ilkel toplum da eşitlik, iş bölümünün üstünde idi. (Büyücü komşumuzdu). Çağımız toplumunda ise sanatçılar, bilim adamları, yöneticiler, kısacası seçkinler toplum dışı diyebileceğimiz bir küme oluştururlar. Biz onları seyrek olarak görürüz ve çok seyrek olarak konuşabiliriz onlarla. Bundan ötürü, hekimimizin dostumuz olması bizi yadırgatmalıdır, büyücülüğünü yitirir çünkü. Kim demiş bize hekim büyücüdür diye? Kimse dememiş olsa da biz onu öyle görürüz. Bir devlet başkanını yolda koşarken görünce cinnet getirebiliriz. Ama ben bir sabah Ekrem Zeki Ün’ü, Moda yollarında tek başına orkestra yöneterek gittiğini görünce hiç yadırgamamıştım. Kendi işini yürütüyordu. Bütün demokratik ilerlemelere karşın kastlaşmış bir toplumdur bizim toplumumuz, seçkinler, deyim yerinde ise, bir aristokrasi oluştururlar. Gerçi müzik dinleyicisi de o aristokrasi içindedir, ama bir yaratıcıyı, yanı başındaki sırada görmek gene de şaşırtır onu. Yanım da Hamlet mi oturuyor, yoksa Müşfik Kenter mi? Onun dostu olduğum halde ben bile şaşırdım o konser günü.
Ama beni şaşırtan başka bir şey daha oldu o gün; önümüzdeki sırada oturan birkaç hanım, Müşfik Kemer’le Kadriye Kemer’den konuşmaya başladılar; Kadriye Kenter’i övdüler, Müşfik Kemer’in yaşamını düzene söktüğünü söylediler. Demek sah ne ve seyirci ayrımı onları hiç de ikiliğe düşürmüyordu. Olağanüstü bir dünya olan sahne ile bizim dünyamız arasındaki ilişkiyi uçurumlaştırmıyorlardı, daha doğrusu bu uçurumu sindirebiliyorlardı tinlerine. Çünkü, tanışık olmasalar bile, onunla büyük bir yakınlık kuruyorlardı aralarında. işte çözülmesi nerdeyse olanaksız bir sorun! Hangi rol deki Müşfik Kenter’le kurulmuştu bu yakınlık? Kimse bu soruyu yanıtlayamaz. Oynadığı bütün rollerden bir “ Müşfik Kenter” çıkarmak ise olanaksızdır. Şuna sadece “ hayranlık” deyip geçenleyiz, hayranlık belli bir uzaklığı gerektirir. Üstelik Kadriye Kemer’in, Müşfik Kenter’i düzenli bir ya şama sokmuş olmasının (bilmiyorum, böyle mi oldu?) hayranlık içinde bir yeri yoktur, bu ilgi daha çok bir dostluk ilgisidir. Demek Müşfik Kenter’i sahnede hem de çeşitli karakterlerde görmüş olan seyircimiz, kendisini onun dostu saymakta güçlük çekmiyor, çünkü her gösterimde onunla konuştuğunu varsayabiliyor; dahası, diyelim Van Gogh’u, Müşfik Kemer’in anlattığı bir hikâye gibi dinliyor. Böylece de aktör, büyük aktör, o karakterleri kendi kişiliğinin öğeleri durumuna getirmiş oluyor. Canlandırılan kişi, diyelim bir tarihsel kişi ise, bu kişi ile aktörün karıştırıldığı bile görülmüştür. Bir ingiliz rahibi, konuğuna, katil kral III. Richard’ın öldürüldüğü Bosworth savaş alanını gezdirirken, “ işte kral burada ‘Bana bir at, bana bir at’ diye bağırırken öldürüldü” diyeceğine, aktörün adını söyleyerek “ işte Allin burada ‘Bana bir at, bana bir at’ diye bağırırken öldürüldü” demiş. Ünlüdür. Diyeceğim, aktörün, oynadığı rolle özdeşleştirilmesi olağan karşılanmalıdır.
Ben Van Gogh’u göremedim, istanbul’da değildim, bir kıyı köyünde idim, artık oyunu kışın seyredeceğim. Bizim gazetede Müşfik Kenter’in, Van Gogh olarak fotoğrafını gördüm. Bu fotoğraf beni uzun uzun düşündürdü, özellikle, yaratıcı-rol ilişkisi üzerinde durdum ve yazıma bu konudan başladım.
Yazılı söylev ya da yazınsal dil tiyatroda ne biçime girer? Müşfik Kenter bu sorunu en yetkin biçimde çözmüş aktörlerimizden biridir. Daima trajik bir aktördür Müşfik, çünkü hep ritüeli canlandırır. (Gerçekte tiyatro başka nedir ki!)
Müşfik Kenter özneyi duyurmakla uğraşını doruk noktasına eriştirir. Bu özne hem tekildir, hem de zaman dışıdır, seyirciyi şaşırtır, doldurur ve böylece de sonuna doğru tümden boşaltır. Sonunda bomboş kalmıştır seyirci. Katarsis (‘Arınma’ diye yorumladıkları), bundan başka bir şey değildir, kendini yitirmedir ve alkışı getirir, zorunlu kılar. Bir “kendine gelme”dir bu. Tarih birçok alkış çeşidi görmüştür, (alkamak, beğenmek) bunların tümü arınma değildir, arınmanın tam tersi durumlardan çıkma alkış da vardır. Seyircinin Müşfik Kenter’i alkışlaması ritüele katılmasındandır. Çünkü ritüel insanı boşaltır. Müşfik Kenter’i seyrederken, siz O ’sunuzdur. Kulağa seslenen sanatlar al kışı gerekli kılar. Resim sergilerinde alkış duyul maması bundandır.
Bir bakıma çağcıl aktör olanaksızdır; çünkü o kendisini hep bir çelişki içinde duyar. Bu çelişki, oyunun nesnesini, çağımız insanının benimseyememesinden doğar. Bu durum iki yana da bir çaresizlik getirir. Bu yüzden Müşfik Kenter hep antik çağda yaşadığı sanısına kapılır. Onun tiyatrodaki giysi dolabında hep birbirine benzeyen maskeler vardır, (Sahnenin giysi dolabı, evdeki giysi dolabından bambaşka bir şeydir, sahnedeki giysi dolabında zaman durmuştur). Bu maskeler Müşfik Kenter’i zaman zaman bağırtır. Çağını duyumsamış- tır da ondan. Bir başkaldırmadır bu. Müşfik Kenter her oyununda tiyatroya başkaldırır ve onu böylece aşar. Hem Müşfik Kenter, hem Van Gogh ola bilmesi bundandır. Bir sanat aşılmadan, onun yaratıcısı olunamaz.
Müşfik Kenter, rolünü hep zaman dışı oynar. Onu anlamak için tarih bilincinde olmaktan başka çare yoktur. Çünkü o modern bir oyunda bile (belki en çok modern oyunlarda) zamanın geçmekte olduğunu duyurur seyirciye. Bu yüzden de kendini rolüne çaldırmaz. Müşfik Kenter’in dehasını burada aramak gerekir diye düşünüyorum. Maske siz aktörün yüzyıllardır süren ikiliğini o çözdü. Oyununu kapalı bir doğa gibi oynadı, bütün gizleri, bütün soruları ve yanıtları ile. Ama o doğayı her kez biçimlere çevirdi, insanca kıldı.
Müşfik Kenter, canlandırdığı kahramanın anlamını göstermez, yaratır. Onu Hamlet’te görmüş tüm; sahnenin önünde yere oturdu ve “ To be or not to be...” tiradını söylemeye başladı. Doğallığı aşan bir doğallık içindeydi. Bunun gizini çözemedim. Bugün de düşünmekteyim. Müşfik Kenter "doğal” a öykünseydi bunca büyük olamazdı. Onun bütün becerisi, kahramanın iletisini alış biçiminden kaynaklanır. Bir başka deyişle, her zaman bir Oracle’dir Müşfik Kenter, sanki rolünü düşünmez de tinindeki Sibylle’i dinler sürekli. Yaşamın anlamını değil (bunu bulmak olanaksızdır), serüvenini gösterir. Sibylle yapıttır.