edit: bu kadar uzun yazıyı okumayacağınızı bildiğimden ötürü şu uyarıyı yapmak istiyorum, diyalogtan önceki ''mal'' ile başlayan paragraftan itibaren okuyun. diğerleri fasa fiso.
sırf zall rica etti diye tanım: 21 şubat cumartesi günü başlayan göt donduran istanbul soğuğunda, üsküdar'dan çengelköy'e kadar yürümenin nasıl bir şey olduğunu öğrenmenize vesile olacaktır. deneyin abi, parasız, bilmediğiniz istanbul sokaklarında ne bok yiyebilirsinizin tezini oluşturun bakalım, ne tür çıkarımlar yapabiliyorsunuz.
keşke sadece başlığı açsaydım ve yaşamasaydım bunu. diğer yaşayanlardan bekleseydim anıları, ne güzel olurdu valla. sabırsızlanmayın, başlıyorum anlatmaya...
20 şubat cuma günü gülük gülistanlık olan istanbul'un, o gün sırf bana ibnelik olsun diye buz gibi havaya bürünmesi bir yana, üstüne üstlük bir de o diyarda parasız kalmak harbiden 4 zencinin tecavüzüne uğramakla eş değer.** aslında bu biraz da benim dangalaklığımdan kaynaklanıyor. nasıl mı? şimdi mecburen para konusunda rakam vermeliyim bu durumda ki o zaman anlayabilesiniz derdimi. 1 gün bile kalacağımı düşünmüyordum istanbul'da ve ona göre de para tırtıklamıştım 1 hafta boyunca. 150 yetale vardı cebimde, hazırdım gitmek için. sadece 1 gün içinde iyi para aslında 150 yetale yani en azından öyle düşünüyordum.
istanbula inişimden evvel, otobüste yaşadığım küçük bir anıyı da anlatmak isterim; 387 kiloluk bir teyze ile onun tam zıttı olan 50 kilo ağırlığında bir amca, 3 ve 4 nolu koltuklara geçtiler. yani tam bir baskül ailesi portresi çiziyorlardı. kadın pencere kenarındaki koltuğa geçecek fakat en öndeki yiyeceklerin durması için koyulmuş olan eklenti, hanım teyzemize engel olmuş olacak ki, ''evladım bu çıkmıyor mu'' şeklinde dumur bir soru yöneltti şahsıma. içimden geçen cevap, ''valla teyzecim o cüsseyle zorlasan çıkar ama bence yapma'' şeklinde olsa da bunu dışarı yansıtamadım. ''hayır teyzecim o eklenti oraya sabit'' demekle yetindim. nasıl o engeli geçip oturduğuna dair en ufak fikrim yok. bir de muavinlerden birisi, yolculuk esnasında kadına kemerini takmasını söyledi ki, tam komediydi. o göbek ve sıkışıklıta, muavinin bu sorusuna karşılık nasıl bir yüz ifadesi takındığını siz hayal edin.
neyse efendim, gelelim istanbul'a. sabahın 6'sı, hava yeni aydınlanmaya başlamış, istanbul uykuda lakin harem hiç uyumamış. havada aksine nasıl soğuk bilseniz... istanbullu vatandaşlar geçen hafta, tam bugün tatmışlardır o soğuğu iliklerine kadar eminim.
şimdi diyeceksiniz ki, hani misafirliğe gitmiştin, seni alacak olan yok mu? yok işte aga.. adamlara rahatsızlık vermeyelim diye saat 8-9 gibi inerim dedim. empati kuruyoruz şurda, rahat bırakın dimi ama?
mal gibi soğukta beklemedim tabiki. girdim bir lokantaya ve hemen sıcacık bi mercimek çorbası söyledim. soğuğu son raddesine kadar yemiş bünyeye ne iyi gidiyo biliyon mu hacı o çorba. yemek borusundan mideye geçişi başlı başına bir orgazm sebebi. 2 tabak mercimek çorbası ve sayısız çay içtikten sonra lokantadan ayrıldım. buz gibi soğuğu göze alarak haremden üsküdar'a deniz manzarasını seyrede seyrede yol aldım. haremden üsküdar'a kadar yürümenin sebebi parasızlık değil, istanbul aşkıdır. sabırsızlanma lan, gelicem daha oraya dur hele. saat 8:30 gibi üsküdar'a vardım ve arkadaşımı aramanın zamanı gelmiştir diye düşündüm. telefonda kontör yok, kontör alacaktım. daldım bir büfeye turkcell 100 kontör*** istedim ama maalesef 150 var dedi. cepte para var diye ilk defa 150 kontor almış bulundum. bozuk olmadığı için 50 yetaleyi uzattım ve bana dönen para 20 küsür yetale idi. ebesinin amı ali sami dedim, bu ne? bi daha kontör yükleyen ashaf'ın mınakoysunlar... o ara pek koymadı çünkü ben hala cepte para var sanıyorum. arkadaşı aradım, kadiköy'e gitmemi ve orda duraklarda beklememi söyledi. ilk defa kadiköy'e gidecek olan ben, yer yurt bilmeden tamam cevabını verip telefonu kapattım. sarı dolmuşlar gidiyormuş, 2 milyon ona bayıldık ve 20 dakika lan... dolmuşla 20 dakika sürüyor kadiköy. iyiki yürüme denyoluğuna kalkmamışım. vardım kadıköy'e ve orada, iskelelerin yanında ecem büfe diye bir cafemsi mekan var. etrafı soğuğu ve suyu geçirmeyen naylonla kaplı. girdim oraya ve çay söyledim...
işte herşey o cafemsi çay bahçesinde patlak verdi. 4-5 bardak çay içtikten sonra arkadaş geldiğini söyledi ve hesabı istedim. ödemek için elimi cebime attım veee... 50 yetaleden geriye kalan paradan başka hiç bir bok yok cepte. ha bir de 3 gün öncesinin sümüklü mendili. tam o esnada telefon çaldı. arayan annem;
- oğlum sen burada para unuttun mu?
- anne nolur o rakımın 100 yetale olduğunu söyleme...
- maalesef...
- hassiktir!
- şşttt! ne biçim konuşmak o öyle? ağzını yırtarım valla..
- anne tamam ya, pardon. şey bugün bankalarda kapalı. yatıramazsınızda..
- ee herhalde.. peki ne yapacakmış benim dangalak oğlum bu saaten sonra?
- bilmiyorum anne.. her an kötü yola düşebilirim..
- ashaf bak geliyo terlik!
- o kadar menzili olduğunu sanmıyorum. neyse annem çok sağol, bi yolunu bulucaz artık. görüşürz
- eyi madem..
ve bu konuşma da burada sonlandıktan sonra bilet parasıdır, kız arkadaşları yemeğe götürme parasıdır çıkmazını nasıl aşabilirizi düşünmeye koyuldum.
kız arkadaşlar derken 2 tane sevgilim yok hatta hiç sevgilim yok. ikisi de kardeş bellediğim gayet düzgün kızlar yani yanlış olmasın. o ayrıntıya pek girmek istemiyorum. zira pek hesap ödemek zorunda kalmadım, şanslıyım.
asıl olay, ucu ucuna ödediğim hesaptan sonra kalan 45 kuruş parayla akşam vakti istanbul'da ne bok yiyeceğimdi. evet aga cepte kalmış 45 kuruş! dışarda mideyi bozsam ve tuvalete gitsem o paraya sıçırtmazlar bile adamı...
tek çare kalmıştı, çengelköy'e, diğer tanıdıklarımın yanına yürüyerek gitmek. yolu bilsem amenna ama o da yok... neyseki kadiköy duraklarında bir sarı dolmuşçuya derdimi anlattıktan sonra beni dolmuşa atmasıya(lan travesti gibi bakmayın bana dolmuşa atması derken alması manasında) her şey yoluna girdi gibi oldu. üsküdar'a kadar sarı dolmuşla gittim, sonrası çengelköy'e kadar yürüyerek.
ve nasıl soğuk biliyo musun? yere tükürsen sıvı halde yere değmeden tükürük donar aga. 21 şubat 2009 cumartesi gecesinden bahsediyorum, istanbullular bilir. afedersin götüm hiç böyle donmamıştı, hiç hemde. yaya halde yakaşık 1 saat süren yolculuğumun sonunda sarıkamış faciasından kılpayı kurtulan askerler gibi bir hal aldıktan sonra istediğim yere vardım. sağ olsun tanıdıklar ısıttılar, anlattığıma güldüler, doyurdular, baktılar...
bu hikayeden çıkarılacak sonuç;
bilmediğiniz, etmediğiniz diyarlara giderken 187 kere düşünüp, 789 kere cebinizi kontrol edin param cebimde mi diye. yoksa yalı kazığı gibi kalırsınız.
ben o soğukta dışarda kalabilirdim ama kalmadım. bu yüzden cidden allah'a şükrediyorum bir tanıdığım olduğu için. o soğukta dışarda kalan kimsesizlere de bir kere daha üzüldüm, elimden bir şey gelmedi zira.