temposuz, dingin, aralara scarlett johansson'lu sevişme sahneleri serpiştirilmiş bir film.
bir de tabi, "-iyi olmaktansa, şanslı olmayı yeğlerim- diyen adam, hayatı anlamış adamdır" sözüyle giriş yapan ve filmin genel hatlarını belirten, sophocles'in "hiç doğmamış olmak, belki de en büyük ihsandır" sözüyle de finalini yapan filmdir.
film boyunca önemli sahne geçişlerinde bize eşlik eden, adeta filme ruh kazandıran o muhteşem melodi georges bizet'nin les pecheurs de perles operasının en bilinen ve söylenmesi en güç olan je crois entendre encore aryasıdır.
filmde kullanılan yorumunu ünlü italyan tenor enrico caruso seslendirmiştir.
"it would be fitting if I were apprehended... and punished. At least there would be some small sign of justice - some small measure of hope for the possibility of meaning."
yani,
"yakalanıp cezalandırılmam, yerinde olurdu. en azından adaletin varlığına dair ufak da olsa bir işaret olurdu - ufak da olsa her şeyin bir anlam taşıdığı ihtimaline dair bir ölçü olurdu."
sözü de filmin anlam bütünlüğünü oluşturması açısından önemlidir.
izlerken kimi zaman sıksa da, gerçekçiliğiyle "vallaha hep böyle oluyor" dedirten film.
--spoiler--
kahramanımız chris wilton, hayatında istediği yerlere ulaşamamış bir tenis oyuncusudur. gözü yükseklerdedir. teniste çok iyi olmasına rağmen en iyisi olamamıştır. karşısına çıkan tom hewett ve ailesi sayesinde hayatı değişir. iyi bir iş ve iyi bir eş şansını değerlendirir. o arada tom'un nişanlısı nola^ya tutulur. yasak bir ilişki başlar aralarında. istediği hayatı elde etmiştir bir bakıma. iş hayatındaki başarıları, onu seven ailesi ve yüksek yaşam standartları vardır. ama istediği şehveti nola'da bulur. ne var ki nola'yı sevmesinin tek sebebi onun cinsel çekim alanında olmasıdır. birbirleriyle konuşup dertleşemezler, aşk yoktur. başını döndüren bu durum için evliliğini yıkamaz. ne zaman karısıyla konuşsa onun sevilecek yanlarını görür. ona aşık değildir ama ona bu haksızlığı yapamaz. yasak ilişkisini gözden çıkarır, onun getireceği tehlikeleri de yok etmek ister. işte burda nola'nın ve evine kimseyi almayan komşusunun ne kadar şanssız olduğunu görürüz. chris'in işlediği cinayet yanına kalır. evet dünya'da adalet yoktur. günlük, polisin gördüğü rüya, suya düşmeyen yüzük gibi delil olabilecek hiçbir şey onu ele vermez. chris de yoluna devam eder.
yasak ilişkinin evliliği nasıl yıkabileceğini işleyeceğini düşündüğüm film bir anda bambaşka bir şeye dönüşmüştür.
--spoiler--
aslında topun fileyi geçip geçmemesi şansa değil vuruşun yön ve hızına bağlıdır.ama film gerçekten çok güzel ve iananılmaz derecede şaşırtıcı kesinlikle izlenmesi gerek...
şu son zamanlarda tazelenen aşk acıma ilaç gibi gelen film.
eski sevgiliyle ayrıldıktan * sonra ilk defa buluşulmuştur. ve bunun ertesinde aşk acısı çekmeye tekrardan başladığını hisseder gibi olunur ve bundan kurtulmanın yolunun yeni bir sevgili değil yeni bir aşk olduğu düşünülür.
bu filmi izledikten sonra tekrar anladım ki aşk ne menem bir şey. benden uzak dursun. spoylır geliyor.
klişe olaya farklı bir sonuç bağlayarak etkileyen güzel bir film.
--spoiler--
filmin özellikle ilk kısmında olaylar gayet hızlı ve net ilerlerken (hatta aldatma olayındaki bütün klişelere yer verilirken)insan şüphelenmeye başlıyor zaten. bu film sadece aldatan bir koca hamile iki kadın olayından farklı ilerlemeli hissine kapılıyor. nitekim öyle de oluyor. her ne kadar filmin orta kısımları seyirciyi biraz bunaltsa da bir kaç metaforun buralara serpiştirilmesi (yüzük gibi) bu sahneleri de kurtarıyor. finali ise vay be dedirten kısım oluyor.
--spoiler--
2005 yapımı woody allen filmi. şansın çifte yüzünü gösteren bir yapıt. şeytanın ayrıntıda saklı olduğunu yüzük ile sembolize etmiş senarist abimiz, filmin sonunda yüzüğün düştüğü yer, filmin sonunu tayin etti. chris karakterinin karaktersizliğine ve bencilliğine o kadar çok kızdım ki başta, filmi yarıda bırakacaktım nerdeyse. müfettiş abilerin dediği gibi "karısını aldatan sıradan bir erkek." belki biraz daha fazlası fakat gerçekte de böyle değil mi? yani herkes az da olsa yanında yöresinde ya da kendinde ondan esintiler görmedi mi? büyüksün woody usta!
filmi izlerken 3-4 sene evvel başrolü oynayan deliganlının karısı gözüme hiç hoş gelmezdi. kendimce allah sabır verrsin bir ömür bunla mı geçer diyordum. şimdilerde öyle birini scarlete fln tercih ederim. yaşlanıos sözlügh.
son zamanlarda izlediğim temposu aynı düzeyde ilerleyen ancak beni müthiş cezbeden filmlerden biri. en son hatırladığım sanırım everybody's fine filmiydi. izledikçe rahatlıyorum ve sıkmıyor, bayılırım böyle filmlere.. senaryosu ve kurgusu çok iyiydi. finali çok iyi bağlamışlar, çıtayı da bu yükseltiyor. taşıdığı türlerin hepsini de içinde barındırıyor.. woody allen'ın amerika dışında çektiği ilk film olarak da dikkati üzerine çekiyor. kısaca sıralarsak dostoyevski, güzel müzik, gerçekçiliğin sıkıntısı, güzel insanlar ve özellikle scarlett johansson. kesinlikle tavsiye ederim
muhtemelen birçok insan benim gibi afiş kurbanı olmuştur. afiş, bir filmi en güzel, en anlamlı şekilde belirtmeye, göstermeye yarar. insanları tek bir karelik fotoğraftan filmin heyecanına sokmayı hedefler. afişlerde abartılıp, çok sıradan çıkan filmler olmuştur baya. ama ben hayatımda ilk defa afişiyle bu kadar alakasız, bu kadar kötü aktarılan bir filme rastladım. ulan kaç senedir film harddiskte dururdu, bu sefer izlesem mi diye içimden geçirirdim. sonra aklıma o alakasız pinpon raketi elde herifle, scarletimi görürdüm. bildiğin sıkıcı klişe film kesin bu derdim kapatırdım. artık dayanamadım dedim ki bu sefer izleyeceğim bu filmi yeter.
konu herkesin hemen hemen bildiği konu, klişe denemez ama çok da şaşırmaz insan. fakat filmin sonunda iyi ki izlemişim dedim kendi kendime.
film bir insanın hayatını etkileyen şans faktörünü güzel bir şekilde işlemiş. hatta bunu insanları ters köşe yaparak anlatması baya güzel olmuş. onun dışında bilindik para, aşk, şehvet üçgeninde geçen bir hikaye. ama woody allen in etkisini hissediyorsunuz filmde.
insanların makul varlıklar olabilmeye ihtiyaçları var ama değiller. hayata devam etmek için, uygarlık içerisinde bir rol edinip, toplumsal kabul alabilmek için aklı başında yaratık olduklarını en azından kendilerine kabul ettirmeleri gerekmekte. uygarlığın bir bireyden beklentileri, bireyin hayattan beklentileri ile çakıştığı noktada sıkça uygarlık kazansa da, bireyin burnunun dikine gittiği de az değildir.
şans, tesadüf gibi kavramlar insanlarca önemli kabul edilmez. hayatımızın bizatihi kendisi pamuk ipliğine bağlıyken, her gün ölmediğimize şükretmemiz gerekirken inatla hayatımızdaki her sonucun nedenini kendimiz bellememiz, uygarlıkla yapacağımız ateşkes için feragat etmemiz gereken gerçeklerdir. şöyle düşünelim, istanbul gibi bir şehirde, bir manyak tarafından öldürülme şansınız 10.000.000'da 1 ise, her gün 1 kişi 1 manyakça öldürülmektedir. Bu mağdur kişi, bugün, neden siz olmayasınız?
woody allen hayatın bu tip yüzleşilemeyen gerçekleri ile ortalama insana göre daha barışık bir insan olduğunu neredeyse her eserinde haykırır. match point bu manada, saydığım görülmeyen gerçeklere dair sürpriz sonlu güzide bir hikayedir. Crimes and Misdemeanors namlı 89 yapımı filmiyle fazlasıyla benzerlikler taşımaktadır. benzer temelli öykülere farklı açılardan yaklaşan bu iki film için olumsuz şeyler söylemeye gerek yok.
scarlett johansson bu filmdeki varlığı ile güzellik tarihine altın harflerle geçmelidir. can verdiği karakter ile aklını alamayacağı erkekler gerçekten varsa da, bu erkeklerin muhtemelen temiz bir de arızaları vardır.