romantik filmler ile pek aram yok ama film hoş en azından adam gta vice city den alışkın olduğumuz roxy music - more than this söylemeye çalışıyor ama ağzına yüzüne bulaştırıyor.
filmin özeti orta yaşlı bir adam genç bir kıza aşık oluyor.
ice donuk insanlarin bayildigi, disa donuk insanlari ise bayan bir filmdir.
bunun nedeni filmin asiri gercekci olmasi, her diyalogun ve her sahnenin bir kurgu gibi hissettirmemesi ve yavas ilerlemesi.
--spoiler--
beni cok etkileyen bir sahne bob' un sabaha karsi esini aramasi saat farkindan dolayi esinin gunduz telasli bir anina denk gelmesi velakin bob' un duygusal bir aninda olup konusamayip telefonu kapattiktan sonraki "it was a stupid idea" sahnesidir. cok sey anlatir.
--spoiler--
filmin sonunda bob' un charlotte' a fisildadigi cumleler filmin imdb sayfasindaki triva bolumde bulunabilir. ben filmin scriptine kadar bakmistim ama orada bile yazmiyordu.
Scarlett ahh scarlett.. bugün ne izleyim ne izleyim diye dolanırken afişinde zat-ı alilerini görerek Açıp izlediğim film. Bir insan bu kadar mı güzel olur? Bu kadar mı güzel rol yapar? Filmde anlatılacak pek bir şey yok. Baştan sona sakin, rahatsız edici bir sakinlikte ilerliyor. Bir ara hareketlenir gibi olsada yine de sakinliğinden ödün vermiyor.. o kadar sakin bir film. Ben bol aksiyon seven bir izleyici olmama rağmen johansson sevdamdan mıdır bilinmez sıkılmadan izledim. Size zaman kaybı gelebilir benim vaktim çok kıymetlidir diyorsanız başka film tercih edebilirsiniz.
Yavaş yavaş akmasına rağmen insanı o anı yaşatan ender filmlerden.
Bill murray ile scarlet jhonsson ile farklı bir duygusal bağ gelişimini konu alıyor ama bence arkadaşlıkları can sıkıntısının tezahüdür.
Yaban ellerde Japonya da geçiyor. Japonların farklı bir gece hayatı var. Sapkınlık boyutunda bir gece yaşantısı var. Amerikan halkı daha bir normal. Scarlet daha da com hoş göründü bu filmde gözüme.
Aynı lise yıllarında yeni çıkmaya başlayan çiftlerin ileriye sarılmış yıllarda Japonya da geçen halidir zannımca.
bu filmi ben çeksem, mahmut abiyle şükran teyzeyi oynatsam "bu ne mk ne başı belli sonu belli konusu falan da yok sen bunu niye çektin allaşkına" derler. ama elin oğlu çekince belirsizlik etkileyici ouyor, konu falan yok diye bağımsız oluyor. bi de bu filme oscar neyin verip yere göğe sığdıramıyorlar. ama sorsan filmden ne çıkardın hebele hübele.
zaman kaybı, balon ve overrated sıfatlarını en çok hak eden filmlerden biri. bill abiyle scarlett ablamız kusra kalmasın artık.
yine gereğinden fazla abartılmış, sıkıcı filmdir. bir odada kafamız iyiyken saçma sapan konuşalım, belki burdan da bir film çıkarırız denilip çekilmiştir ama keşke çekilmeseymiş.
Ne abartılacak ne de yerden yere vurulacak bir film değil Lost in Translation.Film,evli olmasına rağmen iki yalnız insanın arkadaşlığını ve birbirlerinde buldukları "yakınlık" hissini anlatıyor ya da bana öyle geldi çünkü Lost in Translation filmini izleyen herkes kendinden bir şey bulabilir ve kendine göre yorumlayabileceği bir film fakat her ne olursa olsun filmin ana teması "yalnızlık".Film ağır bir film yani filmi izlemeden önce ağır ve yavaş işleyen bir film olduğunu göze alarak izleyin ve kesinlikle heyecanlı veya sürükleyici bir film beklemeyin çünkü filmin ne öyle bir amacı ne de öyle sunduğu bir şey var,film kendi ülkelerinden uzak olan iki yalnız insanın hem dil sorunu hem yalnızlık sorunu çekmesini anlatıyor genel olarak.Ben izlerken sıkıldığımı söyleyemem zaten ben bu tarz yalnızlık temalı filmleri severim yani izlerken keyif alarak izledim.Fakat film bence farklı bir şey sunmuyor seyirciye yani yalnızlık temalı olmasına rağmen çok farklı bir şekilde anlatmıyor bu olayı zaten bence filmin en iyi yanı oyunculukları,Bill Murray ve Scarlett Johansson çok iyi karakterlerine uymuşlar ve gerçekten çok iyi oynamışlar zaten bu kadar iki iyi oyunculuk olmasa bence film etkileyicilik kısmında sınıfta kalabilirdi.Ayrıca filmin bazı müzik seçimleri de gayet başarılı olmuş ve filme etkileyicilik katmış.Yalnızlık temalı filmleri seviyorsanız ve Japonya'da geçen bu dil-yalnızlık karmaşasını da izlemek ve gerçek dünyanızdan biraz da olsa soyutlanmak istiyorsanız Lost in Translation'ı tavsiye edebilirim.
naif bir film. ancak bana göre herkesin dediği gibi japon kültüründe bunalım yaşayan iki insanın buluştuğu bir film değildir. ne bob'un ne de charlotte'un japonya'yla ilgili pek bir sıkıntısı yok. asıl problemleri ikisinin de hayatta ne yapacağını bilememesi ve ilişkilerinde mutluluğu yakalayamaması. ikisi de birbirinde bu sıkıntıyı gördüğü için bu kadar derin bir bağ kuruyorlar. charlotte'un tapınağa gitmesi, kişisel gelişim CD'leri dinlemesi ve tüm şehri tek başına gözlemlemesi hep bir arayış içinde olduğunu görüyoruz. kazma kocası ise onu anlamaktan çok uzak.
özellikle karaoke sahneleri insana keşke ben de bu kadar içten eğlenebilsem dedirtiyor. kültürel şoku falan boşverin, eğer siz de hayatta devamlı bir arayış içindeyseniz keyifle izleyebileceğiniz bir film. peki bu arayış bir yere varıyor mu? bu gibi varoluş sıkıntılarını irdeleyen filmlerin çoğunda olduğu gibi muallakta kalan bir son ile baş başa kalıyorsunuz. bir yere vardığı yok.
its about misunderstandings between people and places, being disconnected and looking for moments of connection. there are so many moments in life when people dont say what they mean, when they are just missing each other, waiting to run into each other in a hallway.
rita hayworth'ın gilda filmi ile bir kuşağa yaptığı etkinin aynısını scarlett johansson bu film ile bana yapmıştır belki de başka bir sürü insana yapmıştır.
bill murray'de mükemmel bir oyunculuk çıkartmıştır. müzikleri ve oyuncuları müthiş seçen sofia coppola'ya da buradan selamlar.
Film öncelikle çok iyi bir açılış sahnesiyle geliyor. Orada içim bir ferahladı, huzuru bedenimde hissettim adeta. Ancak sonrasında beklemediğim bir gerçeklikle umduğumu bulamadım. Filmin anlatmak istedikleri çok yalın, sade, gösterişsiz bir dille anlatılmış. Ancak bana göre gerçekçi kalıbına oturtmak yanlış. Çünkü gerçekçilik çerçevesinden baktığımızda oradan bana pek el sallamadı. Bir iki sahne dışında tabii. Scarlett ve Bill'in oyunculuğuna da şapka çıkarmayanı dövüyoruz.
Japonya'da çekilme sebebi de zaten yalnız olan insanların hallerine daha da yalnızlık katmak. Evli olduğunuz insana da derdinizi anlatamayınca hal içler acısı oluyor. Bob ve Charlotte arasındaki ilişkide hep bir doruk noktası, ateşli bir birliktelik bekleniyor. Ama olmuyor, izleyici açısından beklenen patlama bir türlü yaşanmıyor. Çünkü izleyiciler hayatta yaşanmamış bir durum arıyorlar filmde. O noktada buluşamayınca sıkılma veya filmde kendini kaybetme hissi oluşuyor. Evet çoğu izleyicide böyle. Gerçekçiliğini vurgulayacağı ve beğendiğim kısımda bu. Aslında tek kısım bu bölümleri içermekte. Çünkü bazı bölümlere bakıldığında hiç de o sandığınız gerçekçiliği bulamazsınız. Ondan eser yoktur. Sürükleyici ya da akıcı bir anlatım da gerçekleşmezse o zaman sıkıntılı süreç başlıyor 'yapım' için. Benim için başlamaz, kapatır başka film izlerim. Filmin gerçekçi olduğunu söyleyenler genelde filmde kendilerini kaybettiklerini söylüyorlar. Zaten ulaşamadığınız bir gerçeklik var orada. Sizin arzulayıp da elde edemeyeceğiniz bir gerçeklik. Bu da gerçek olma çizgisinden kendini oldukça uzaklaştırıyor. O kadar yaş farkı olmasına rağmen Charlotte karakterinin yaşadıkları gerçek olabilir mi? Belki, bazı insanlar için. Peki Bob karakterinin yerinde olsaydınız bir öpücük ile olayı bitirirmiydiniz? Belki, yine bazıları için. Yani bu sapmalar ve ayrımlar gerçekçi olmanın hedefini bakış açısıyla yönlendiriyor. O yüzden bu filmi gerçekçi değil diye nitelendirip, beğenmeyenlere de çamur atmayınız. Özgün senaryo olayı çok farklı. Woody Allen'ın Midnight in Paris'i de özgün bir senaryo.. Anlattığı şeyi de akıcı olarak anlatıyor. Geçmişe bağlanma kaygısının ne kadar gereksiz olduğu masalsı bir dille anlatılıyor. O film daha gerçekçidir orası ayrı.
Sonuç olarak bu filmi izlediğiniz anda sade ve gerçekçi bir film olduğu için sevebilirsiniz. Ancak gerçekçi olan hayatlarımız da bile her zaman bir doruk noktası ve tempo olmuştur. Buna tabii ki anlatım tarzı da katılmalı. Film bana göre fazlasıyla sıradan. Coppola'ya sevgilerle.
bir dil içinde kaybolmanın yanı sıra aslında hayatta kaybolmuş iki karakteri bir araya getiren filmdir. scarlett henüz çok gençtir ayrıca bu filmde. Minicik, ufacık bir kadın.
Başrolünde Scarlett Johanson ve bill murray'ın oynadığı film. Böyle su gibi akıp giden, ama aslında içinde birden çok olguyu barındıran, genellikle durgun ya da sakin bulunan bu nedenle pek fazla beğenilmeyen filmler vardır ya, lost in translation onlardandır. Aslında, çok yalın fakat sonuyla herşeyi anlatabilecek saf bir filmdir. Scarlett Johansonn'ın filmde yer alması filme, ayrı bir güzellik katar.
yabancı ülkelerde veya alışkın olunmayan ortamlardaki kaybolmuşluk hissini en güzel aktaran filmdir. hayatımda azımsanmayacak yeri olan bu hissi başarıyla yansıttığı için en sevdiğim filmlerden biridir desem yeridir. bill murray oyunculuk olarak döktürmüştür scarlett johansson ise kamera çatlatıcak kadar güzeldir film boyunca zaten o zamanlar çok ünlü değilmiş 19 yaşındaymış film çekilirken düşünün artık. sofia coppola'nın şimdilik başyapıtıdır ileride daha iyisini yapar mı bilinmez.
amerikan sinemasının içinde fazla bağımsız kalan yabancılaşmışların, kaybolmuşların filmi.
yurtdışında bir süre yaşamış insanların ortak şekilde muzdarip olduğu dertleri çok iyi işlemişler. bu filmi geçen sene bu zamanlarda izleseydim, ne bu lan şaka mı filan diyebilirdim.
ayrıca finansal açıdan bakıldığında büyük bir başarıdır, zira 4 milyon dolar bütçeyle çekilmiştir, 120 milyon dolar kadar da gişe yapmıştır.***