"Park yasak" sözünü çocuk parkı yapmak yasak şeklinde algılamıştım. Ulan ne dertleri var bu adamların park yapılsa nolur sanki diye serzenişlerim oluyordu. Böyle böyle ellerimden gitti çocukluğum.
Öpüşünce çocuk oluyor sanıyordum. Bu aşamada kanal değişince bendeki ayıp level tavan yapmıştı. Ee dedim değiştirdiklerine göre o olay bu. Gençlik işte, insanın kanı deli akıyor.
Müzik kliplerinde sahne değişince kıyafetler de değişir ya işte ben montaj olayını hiç bilmediğim için hemen kıyafetlerini hızlıca değiştiriyorlar sanıyordum.
Her şeyin bir zamanı var, zaman geçtikçe zamanı gelen şeyler gerçekleşecek sanıyordum.
Ortaokul yaşı gelince ortaokul, lise yaşı gelince lise üniversite yaşi gelince üniversite. Üniversite bitirme zamanı gelince bitmesi, sonra işe girmek hemen, çalışmak para kazanmak kendiliğinden zengin olmak sonra evlenmek çocuk filan.
Her şey gerçekleşecek zamanı gelince, tek yapılması gereken beklemek sanıyordum. akışa bırakmak kendini.
Ama öyle olmuyormuş. Çalışmak mücadele etmek didinmek emek vermek düşünmek geleceği planlamak bu uğurda ter dökmek gerekiyormuş.
Yoksa büyük olma zamanı gelse bile sen küçük kalıyormuşsun.
Şu çok meşhur replikte diyor ya ne olmuş büyük adam olamadiysak hayallerimizi de satmadık ya.
Küçükken olacagini zannettiğin şeylerin büyüyunce hayalini kuruyorsun işte böyle
Edit: gönül isterdi ki bunu sadece küçükken bir dönem zannedeyim, sonra aaa ihihi ne salakmisim diye gerçekler Dank etsin.
Ama öyle olmadı, edilen zan yaralar açmaya başlayınca acı tecrübelerle Dank etti
Küçük bir bahçede küçük bir gölette bir kara kaplumbağasını kucaklayıp gölete getirmiştim. Az daha öldürüyordum onu orada. Sanıyordum ki bir anda evrimleşip kolları deniz kaplumbağası gibi olacak. (bkz: insanın yavrusu bile zarar)
Misafirler gelmeden yarım saat önce yemek masasının altında saklanmış bekliyordum.
Zil çaldığında annem ilk önce ona hoşgeldiniz dedi.
Sesi billur su kadar güzel olan Esma teyze ile peynir gibi bembeyaz bacakları olan kızkardeşi Nuran teyze , masanın üzerindeki sarma ve mercimekli köfteyi görünce Kamuran kızım sen bizi tombik yapmaya mı çalışıyorsun diye espri yaparken,
Hangi sandalyeye oturacaklarını bilemediğimden,
kalbimden çıkan gümbürtüyü duyacakları endişesi beni korkutuyordu.
Çocukların tohum gibi toprağa ekilerek doğduğunu sanıyordum. Tohum atılıyor, zaman zaman sulanıyor. Belli boyutlara gelince topraktan alınıyor zannediyordum. Sebebi ise ölen kişinin toprağın altına gömüldüğünü görmemdi. Çocuk işte, düz mantık. Doğunca topraktan filiz gibi alınır, ölünce toprağa gömülür.
şehirlerarası seyahat ederdik ailemle, gurbetçi olmak zor. babam her zaman gideceği yolları bilirdi. sihir gibiydi bu benim için. o kadar yolu gidip kaybolmamasının nedenini "ehliyet kursunda tüm ülkeyi gezdiriyorlardır, ezberliyordur yolları" olarak kabul etmiştim. hatta çizgi filmlerden esinlenerek harita üstünde (genelde kuzeydoğu neden bilmiyorum) giden kocaman kırmızı bir araba, içinde de babamı hayal ederdim; kâğıttan, zıplaya zıplaya giderken. gerçekten çok boş vaktim vardı ya, yol uzundu. kendi kendimi çürütüp "buradan kalkıp yurtdışına giden insanlar ne yapar o zaman, daha büyük ülkeleri öyle gezemezler" derdim. sonra insanların sadece 2 saat direksiyon başında durup ehliyet aldığını öğrendim.
yine bu uzun yollarda trafik ışıklarını anlamak için kafa patlatırdım.
o yıllarda beynimde 'otomatik/ayarlı' kavramları yokmuş. direklerin yanında yer altına açılan bir kapı olduğunu, asfaltın altından üste doğru açılan minik bir bölmeyle yolu izleyen (beyaz gömlekli, şişe dibi gözlüklü, zayıf bir adamdı bu kişi) işçinin arabamızı gördüğünde "ehehhe beklesinler işleri ne" diyip ışığı yeşilden kırmızıya çevirdiğini zannederdim. çünkü hep yeşilken kırmızı olurdu o ışıklar, birinin bize garezi olmalıydı. öyle değilmiş... yalnız bu işçiler gündeme gelmeli. iş kolu olurdu ne güzel.
asfalt altında yaşayan adamı da hâlâ sevmem. sinsi piç.