okuduğum kitaplar arasında en iyiler kategorisinde zirveyi zorlayan kitap. bazen çok beğendiğim şeyleri söylemekten kaçınıyorum acaba çok mu övüyorum diye düşünüyorum ama bu kitap benim için en iyilerinden biriydi. yok muydu eksik yanları? tabiki var, onlardan başlayalım. öncelikle benim gibi düşük ve yapısı kötü olan cümlelerle dolu. bu, yazarın kitabı lise yıllarından itibaren yazmaya başlamasına verilebilir. bana mı öyle geldi ya da alıştım mı bilmiyorum sonlara doğru anlatımda bir iyileşme hissettim.
eğer benim gibi ktap okurken beğendiğiniz kısımların altını çiziyorsanız kitap bittiğinde bir özlü sözler yığınınız olabilir. kitabı okurkenki iç sıkıntısı * ki bu yazarın başarısıdır,yabancı değildi. bu duyguları en son nietzsche ağladığında adlı kitapta yaşamıştım. bu sefer daha sade bir anlatımda aralarda basitmiş gibi verilen güncel ve daha bizden aforizmalar psikolojiyi etkileyen cinstendi. aforizmaların yanı sıra hakan günday'ın betimlemelerinin de hastasıyız. mesela:
yeni alınmış bir okul defteri kadar boş ve temiz bir zihinle karşılaşınca ...
--spoiler--
kurgunun o kadar da önemli olduğunu sanmıyorum. neticede, yazar duygu ve düşüncelerini anlatabilmesi için olaylar kurgusuna ihtiyacı var. bunu da başarılı bir şekilde yapmış.
--spoiler--
sorarlarsa ne iş yaptın dünyada diye rahatça verebilirim yanıtını:
6 milyarın arasında doğdum ve hiçbirine çarpmadan geçtim aralardından.
anitaya onu sevmediğimi anlatmanın başka yolu varmıydı? evet, belki kalbimi ve penisimi yerinden söküp '' tamam al bunları. git ilerde oyna'' diyerek halladebilirdim sorunumu ama yanımda steril bir neşter yoktu.
sıradanlıktan geçiyordu kurtuluşumuz. ilk seçimde iktidardaki partiye oy vermeye yemin ettim o an. yığının içinde olmalıydım. sıcak tutardı!..
neyse daha fazla buradan kitap hakkında spoiler verip kitabın tadını kaçırmayacağım.
psikolojik kitaplar sevenlere bu aforizmalar yığını kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. kitap bitince aklıma geldi kendime sormadan edemedim. kinyas mı döver kayra mı ?
edit : tamam aliminyum kitabı beğenmedin de 3 saniyede nasıl okudun bunların hepsini de eksiledin. facebook'ta güzüel kızın paylaştığı 5 dakikalık video yu 3.saniyede beğenen 2 kişiden biri değilsen çoluğumu çocuğumu keserim.
--spoiler--
bu kadar kan akmasına gerek kalmazdı eğer birisi çıkıp benimle ölene kadar ilgileneceğini söyleseydi. biri çıkıp da bana aşık olsaydı.
--spoiler--
her bir cümlesiyle sizi deriin derin düşüncelere gark eden bir 'eser'.
romanda da hikayede de filmde de önce karakterlere bakan birisi olarak hiç mi hiç beğenmediğim, hatta yarısına bile gelmeden bıraktığım kitap. romandaki karakterler tutarsız değil, tutarlı. sapına kadar ifritler ama neden diye sorduğumda cevap alamadım. cevap alamadıkça okumaya devam ettim. o cevabı hiçbir zaman alamayacağımdan emin olunca bıraktım. o ergenlerin neden herkesten ölümüne nefret ettiğini anlayabilseydim, yazar bana bu konuda en azından bir ipucu vermiş olsaydı belki çok sevebilirdim ama şu haliyle tam bir vakit kaybı oldu benim için.
yukarıda bir arkadaşın da dediği gibi aforizmalarla dolu kitap. hakan günday monologlarda müthiş derecede başarılı. yakaladığı çok güzel ayrıntılar da mevcut kitapta hayata dair. sosyal mesajlar veriyor olması da ayrı bi yönü. benimse hoşuma giden şu bölüm var ki bakış açısına hayran bırakmıştır.
--spoiler--
güneşten kopup odama kadar gelen ışığın yüzünden uyanmak zorunda kaldım. (...) birden gözümün önüne kızgın güneşi, üzerine dev bir sürahiden döktüğüm suyla söndürdüğüm geldi, dünyaya dönüp 'haydi, herkes yatağına! uyuyoruz!' demek için...
--spoiler--
lhospitalin an itibariyle arayıp ağlayarak spoiler vermeden sonunu söylediği kitaptır.* oysa ki ben kitabın hiç bitmemesi adına hep belli bir yerinden sonra tekrar baştan başlayarak sonunu getirmemiştim. lhospitalin canı sağolsundur. *
kitaptaki karakterler ,olaylar ve dialoglar fazlasıyla iyi.fakat dili biraz zorlama olmuş gibi.gereksiz devrik cümleler ve uzun yorumlar var arasında.biraz daha akıcı hale getirilse bazı yerleri yok satar yeminlen.
öncelikle kitabı beğendim, hem de gayet çok. üstelik hem devrik cümle yapısı beni sıkmadı -aksine hoşuma gitti- hem de bir çok kişinin şikayet ettiği sıkılma durumu bende vuku bulmadı. ama sonunu hiç beğenmedim. kitabın geri kalanını ne kadar beğenidiysem sonundan o kadar nefret edeceğim. bu yüzden de hayatımın sonuna kadar kitabın sonunu hatırlamadan yorumlamaya ve anımsamaya çalışacağım.
--spoiler--
''polyanna bile benim yanımda eroinman bir orospu kadar çaresiz kalırdı'' diyen kinyas kardeşin, kitabın sonunda polyanna'nın kralına dönüşmesi, hatta daha da ileri gidip, yazdıklarını kayra da polyanna olabilsin diye ona yollaması gerçekten bu kitaba yazılabilecek en boktan sonlardan biri, belki de ilkiydi. kayra ise karakterinin gereğini yaptı ve belki de emeline ulaştı.
kitaba dair diğer bir şey de, hakan günday'ın kitapta kendini yazması olmuş. gerçekten de çok gereksiz bir hareket olduğu aşikar.
--spoiler--
delir-dim. yetmedi. delirttim. iğrendirdim. dünya bendim. acıyı inceledim üniversitelerde. üç ayrı okulda, üç yıl. sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. hiçbirine inanmadım. tespihle adam boğdum. ben doğdum ! oysa güneş batıdaydı. ben geceye geldim. aya misafir oldum... bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok.
yarısından fazlasını okumuş olmama rağmen bir kaç gün elimden bırakmak zorunda kaldığımda bende tekrar okuma isteği uyandırmamış ve haliyle bitiremediğim kitap olmuştur. ama okuduğum kadarıyla yorumlamam gerekirse ki böyle bi gereklilik yok sıkıcı bulduğum kitaptır.
benim adım kinyas. gün ağrıyor. başım ağrıyor. ismimi kendime ben verdim. bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. bütün insanlara kızgınım. yaşadıkları için. hayattan midem bulanıyor... ateşle oynarım. yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. benim adım neron. geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. tokyo'da doğdum. iki zenciye üç gram kokain karşılığında bileklerimi kestirttim. sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. benim adım steve mcqueen. bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum. david bowie'yi rüyamda gördüm. sabah bir gözüm yoktu. şiir yazdım. tam üç tane. birini rendeleyip makarna sosuma kattım. diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. biraz zaman kazandım böylece. sonuncusunu ise şimdi yazdım. işte geliyor:
kendimi ölümsüz olarak görüyorum. mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. bir kıza âşık olmuştum. onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. bir sabah, treni kaçırdım. âşık olmaktan vazgeçtim. kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. benim adım kaygusuz abdal. tanrı'dan vazgeçtim. ölmekten vazgeçtim. çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. ölmek istemiyorum, çünkü tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... platon'un mağara istiaresi'ne karşılık, ben de kuyu istiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. ve sordum, tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. eskiden poker oynardım. şimdi de, tanrının aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
az yedim, çok içtim. hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. alkolü kendime yakıştırdım. her türlü uyuşturucudan tattım. bağımlılıktan nefret ettim. gitmemi, terk etmemi engeller diye. ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. bugünü ise uyuyarak geçirdim. benim adım houdini. dünyayı bir oyuncağa çevirdim. ayak basmadığım yer kalmadı. kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! duvarlara, bedenime resimler çizdim. bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. benim adım hitler. kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... şimdiyse ağlıyorum. hepimiz için. çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. gerçek adımı hatırlamıyorum. kimliğimi bir çocuğa sattım. çirkinleşmek için çok uğraştım. i̇steyene ruhumu kiraladım. vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. hayatımı diktiler. oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. hapse girdim. çıktım. hayat bitmedi. piyano çaldım. sattım. benim adım deacn moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. nargileyle sevişenleri seyrettim. beş bin film seyrettim. her şeyin farkına vardım. farkına varılacak bir şey kalmayınca da "sıradaki hayat gelsin!" dedim. ne gelen var, ne de giden. sadece kinyas ve ben... kendimi tanıyamadım. zamanım olmadı. binlerce dilim pizza yedim. pepperonni ve siyah zeytinli. benim adım miss piggy. bütün hayatım boyunca kaçtım. önüme okyanus çıktı. daha ileri gidemedim. içinde boğulmak istedim. gözlerimi sahilde açtım...
uyumadım. pişman olmadım. kendimden bile. ben gerçektim. dünyanın en gerçek adamı! bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... biliyorum, beni linç edecekler. beni bütün dünya öldürecek. en derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... aranızdayım her gece. dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
gittim, caz dinledim. duke ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... benim adım yok. çünkü ben yokum. delir-dim. yetmedi. delirttim. iğrendirdim. dünya bendim. acıyı inceledim üniversitelerde. üç ayrı okulda, üç yıl. sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. hiçbirine inanmadım. tespihle adam boğdum. ben doğdum ! oysa güneş batıdaydı. ben geceye geldim. aya misafir oldum... bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
japonya'dan suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. arap'ı ve bedevi'yi t. e. lawrence'tan öğrenmiştim. ve arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. ben ikisi de değildim. ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. geçmiş hiçbir şeydi. kuma kendini gömüp yeniden arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. ben de onları seyrediyordum. on altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. hep iyi bir izleyici oldum. on altımda bozuk arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle avrupa'ya geldim.
eski kıta beni bekliyordu. bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. burada silah kaçakçısı da yoktu. hepsi ilk gruba dahildi. ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. iki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. ve ben onları sokakta göremiyordum. kapalı kapılar arkasındaydı avrupa'yı yönetenler. halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... atom bombası oraya atılmalıymış. deniz olmalıymış oralarda balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
ama bütün bunların ne önemi var? entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. çünkü avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece arap'ı korkutur. herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... her zaman yalnız oldum. yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. fahişeleri keşfettim. silah kullanmayı öğrendim. poker oynamaya devam ettim. kitap okumayı bıraktım. artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. i̇lişkilerim kontrolüm altındaydı. kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. aslında bu mümkündü. ve bir ara çok yaklaşmıştım. ama kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
bütün bunları yazmak o kadar zor ki. şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
hava aydınlanıyor. kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... yoruldum. çok yorgunum... yeryüzüne inme zamanı.
--spoiler--
eskiden beni gerçekten sevmiş bir kadının sözleri aklıma geldi:
"daha çok erken! içme!"
ve benim kendisine verdiğim yanıtı düşündüm. hep aynı yanıt.
"şu an saat bir yerlerde gece yarısını geçti bile!"
--spoiler--