yetişkinlerin masal ihtiyacını karşılayan yeri doldurulamaz yazar. kendi yazdığı eserleri dışında editörlüğünü yaptığı, türkiye'de de dost kitabevi tarafından yayımlanan bir babil kitaplığı dizisi vardır ki insanı orgazmdan orgazma sürükler.
kütüphanelerden oluşan bir cennet düşleyen yazar-okur ve okur-yazar[keza hangisinin daha önce geldiği sizin takdirinize kalmış]. oyun oynar Borges[roland barthes'in tabiriyle ürettiği hikayenin gerçekliği değil mühim olan inandırıcılığıdır] aslında gerçekliği şüpheli yada hiçbir gerçekliği olmayan bir düşselliği yedirir size gerçek diye[anlatımındaki esrarda gizlidir bu]. bu nedenle efsanelere ve kişlere sarmıştır[lazarus morel!!!] kitaplarının ve referansal yapısının sonu yoktur[kumun da sonu yoktur "kitab"ın da] tabi kitabın kendi kendini referans göstermesi[daha doğrusu bir self-reflexive] özelliği içinde barındırır.
bu minvalde en çok sevdiği eserlerden birisi olan binbirgece masalları hemen hemen bir çok hikayesinde ifade edilir[Şehrazat'ın hikayesi hiç bitmez, keza hikeyenin bitimi demek Şehrazat'ın ölümü demektir]. bir diğer nokta çift kvramı üzerinde durur[aslında bir nevi altıncı his'tir yaşattığı] daha çok dostoyevski'nin dvoynikine benzer bu. hikayenin sonuna kadar bu farkındasızlık sürekli yazar tarafından hissettirirlir[bu minvalde borges iyi bir uyutucu ve afyondur] ama hikayenin sonundaki Thomas Bernardvari altınvuruşlar bu bilinçsizlik afyonunu daha da bir çeşnilendirir[bıçaklar ve bıçak ile özdeşleşen kişiler!] ki bazen nesneler de bir karakter olarak[farkında olmasak da] çıkar Borges'in hikayelerinde!
Tek yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben ölürken dayanımaz evren de
tüm varlığıyla ölecek benimle,
Sileceğim piramitleri, madalyaları,
Kıtaları ve yüzleri.
Sileceğim geçmişin birikimini.
Toz edeceğim tarihi, tozu toz.
Son günbatımını seyrediyorum şimdi.
Son kuşu dinliyorum.
Kimseye hiçbir şey bırakmıyorum.
''hayat ne kadar karmaşık ve uzun olursa olsun aslında bir andan ibaret, o an da aslında kim olduğunuzu anladığınız ve ne olmaya karar verdiğiniz an.'' jorge luis borges'den alıntı... carpe diem'e gidişatın hissedildiği yazar.
senin adını
kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım.
malum ya, bulunduğum yerde
ne sapı sedefli bir çakı var,
(bizlere âlâtı-katıa verilmez),
ne de başı bulutlarda bir çınar.
belki avluda bir ağaç bulunur ama
gökyüzünü başımın üstünde görmek
bana yasak...
burası benden başka kaç insanın evidir?
bilmiyorum.
ben bir başıma onlardan uzağım,
hep birlikte onlar benden uzak.
bana kendimden başkasıyla konuşmak
yasak.
ben de kendi kendimle konuşuyorum.
fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi
şarkı söylüyorum karıcığım.
hem, ne dersin,
o berbat, ayarsız sesim
öyle bir dokunuyor ki içime
yüreğim parçalanıyor.
ve tıpkı o eski
acıklı hikâyelerdeki
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek,
mavi gözleri ıslak
kırmızı, küçücük burnunu çekerek
senin bağrına sokulmak istiyor.
yüzümü kızartmıyor benim
onun bu an
böyle zayıf
böyle hodbin
böyle sadece insan
oluşu.
belki bu hâlin
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır.
belki de sebep buna
bana aylardır
kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
bu demirli pencere
bu toprak testi
bu dört duvardır...
saat beş, karıcığım.
dışarda susuzluğu
acayip fısıltısı
toprak damı
ve sonsuzluğun ortasında kımıldanmadan duran
bir sakat ve sıska atıyla,
yani, kederden çıldırtmak için içerdeki adamı
dışarda bütün ustalığı, bütün takım taklavatıyla
ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte bir bozkır akşamı.
bugün de apansız gece olacaktır.
bir ışık dolaşacak yanında sakat, sıska atın.
ve şimdi karşımda haşin bir erkek ölüsü gibi yatan
bu ümitsiz tabiatın
ağaçsız boşluğuna bir anda yıldızlar dolacaktır.
yine o malum sonuna erdik demektir işin,
yani bugün de mükellef bir daüssıla için
yine her şey yerli yerinde işte, her şey tamam.
ben,
ben içerdeki adam
yine mutad hünerimi göstereceğim
ve çocukluk günlerimin ince sazıyla
suzinâk makamından bir şarkı ağzıyla
yine billâhi kahredecek dil-i nâşâdımı
seni böyle uzak,
seni dumanlı, eğri bir aynadan seyreder gibi
kafamın içinde duymak...
2
dışarda bahar geldi karıcığım, bahar.
dışarda, bozkırın üstünde birdenbire
taze toprak kokusu, kuş sesleri ve saire...
dışarda bahar geldi karıcığım, bahar,
dışarda bozkırın üstünde pırıltılar...
ve içerde artık böcekleriyle canlanan kerevet,
suyu donmayan testi
ve sabahları çimentonun üstünde güneş...
güneş,
artık o her gün öğle vaktine kadar,
bana yakın, benden uzak,
sönerek, ışıldayarak
yürür...
ve gün ikindiye döner, gölgeler düşer duvarlara,
başlar tutuşmaya demirli pencerenin camı :
dışarda akşam olur,
bulutsuz bir bahar akşamı...
i̇şte içerde baharın en kötü saatı budur asıl.
velhasıl
o pul pul ışıltılı derisi, ateşten gözleriyle
bilhassa baharda ram eder kendine içerdeki adamı
hürriyet denen ifrit...
bu bittecrübe sabit, karıcığım,
bittecrübe sabit...
3
bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben...
bahtiyarım..
les mangeurs d'etoiles
adının nasıl okunduğu tam bi muamma olan yazar. allahtan hiç bi kitabını okumadım da gidip kitapçıya abi annem iki ekmek bir de borj istedi demedim. çok estetik bi insanım ben. evet.
kısacık hikayelerle okuru ne kadar derinlere daldırıp çıkarabildiği, ne kadar uzaklara götürüp getirebildiği insanı hayrete düşüren ; okuması gayet keyifli bir yazardır.
umberto eco nun da etkilendiği yazarlar arasındadır. zira eco gülün adı'nda manastır kütüphanesine burgoslu jorge adında kör bir kitap kurdunu kolon olarak koymuştur.
hayatı boyunca kütüphanede çalışmak istemiş fakat yaşlanıp gözlerini kaybetmek üzereyken ulusal kütüphane müdürlüğüne atanmıştır. bunun üzerine, içimi feci halde yakan şu dizleri karalamıştır.
`kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
bu lütfundan yüce tanrının
bana ilahi bir şaka yaptı
kitabı ve körlüğü aynı anda bahşetti`
evet, körleşmiştir ama bizim kadar karanlık bir dünyada yaşadığını sanmam.
jorge luis borges'in elif noktalarını bulduğu söylenir. kendisini islamiyet'e öylesine vermiştir ki bu onun haklı bir başarısı olarak görülür.
elif noktalarını bularak insanlara mutlak sonsuzu ispat etmiştir denilmektedir.
Çizgi sonsuz sayıda noktadan oluşur; düzlem sonsuz sayıda çizgiden; oylum sonsuz sayıda düzlemden; yüksek oylum ise sonsuz sayıda oylumdan Kesinlikle hayır, bu, more geometrico değil, öykümü anlatmaya en iyi başlama yolu. Bugünlerde, her uydurma öykünün gerçek olduğunu öne sürmek adet oldu; benimki ama, gerçek.
Belgrano Sokağı'ndaki bir apartmanın dördüncü katında yalnız yaşıyorum. Birkaç ay önce bir akşam üstü, kapıma vurulduğunu duydum. Açtım, bir yabancı duruyordu eşikte. Uzun boylu bir adamdı, hatları belirsizdi. Belki de miyopluğumdan ötürü öyle gördüm. Gri takım elbisesi ve elinde de gri bir çanta vardı. Görünümü
dürüst bir yoksulluğu anımsatıyordu. Hemen yabancı olduğunu fark ettim. ilk bakışta yaşlı biri sanmıştım, sonradan seyrek, sarı saçlarının beni yanılttığını anladım, Kuzeyliler' inki gibi beyaza çalan bir sarıydı. Bir saatten uzun sürmeyen konuşmamız sırasında Orkneyli olduğunu öğrendim.
içeri aldım ve bir sandalye verdim. Konuşmadan önce bir süre bekledi. Bir çeşit kötümserlik yayılıyordu adamdan, bugün bende de olduğu gibi.
" Kutsal kitaplar satıyorum " dedi.
Bilgiçlik taslamaksızın yanıtladım:
" Bu evde birçok ingilizce incil var, birincisi bile, Jean Wiclif' inki. Ayrıca ipriano de Valera' nınki, Luther' inki, edebi açıdan en kötüsü ve Latince Vulgate' nin bir kopyası. Gördüğünüz gibi, tam da gereksinim duyduğum bir kitap değil incil. "
Kısa bir sessizlikten sonra karşılık verdi:
" Sattıklarım yalnızca incil değil. Belki de sizi ilgilendirecek olan kutsal bir kitap gösterebilirim. Bikaner sınırından satın aldım. "
Çantasını açıp, kitabı masanın üzerine koydu. Sekiz yapraklık, bez kaplı bir ciltti. Birçok elden geçtiğine kuşku yoktu. inceledim, alışılmamış ağırlığı beni şaşırttı. Arka kapağının üzerinde " Holy Writ " yazısını okudum, aşağıda da " Bombay ".
" On dokuzuncu yüzyıldan kalma sanırım, diye belirttim. "
" Bilmiyorum, hiçbir zaman öğrenemedim, " diye karşılık verdi.
Rastgele açtım. Tanımadığım bir elyazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, tipografisi kötüydü ve incil' de olduğu gibi iki sütun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde düzenlenmişti. Sayfaların üst köşelerinde Arap sayıları yer alıyordu. Asıl ilgimi çeken, örneğin çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sözlüklerde olduğu gibi bir resimle süslüydü; bir çocuk elinden çıkmış gibi, mürekkep kalemiyle beceriksizce dizilmiş bir çapa resmi vardı.
işte o zaman yabancı bana:
" iyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz, " dedi.
Bu noktayı işaretleyip kitabı kapattım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım sayfa sayfa. Şaşkınlığımı gizlemek amacıyla:
" Kutsal Kitap'ın Hindu dilinde bir varyantı, değil mi, " diye sordum.
" Hayır! " diye yanıtladı.
Sonra bir sır vermek istermişcesine sesini alçaltıp:
" Bu cildi, " dedi, bir ova kasabasında bir avuç rupi ve bir incil karşılığında aldım. Sahibi okuma bilmiyordu. Kitapların Kitapları' nı muska zannediyordu. En alt kasttan biriydi; hastalığa bulaşmadan, gölgesinde yürümek bile olası değildi. Kitabın adının Kum Kitabı olduğunu söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da, ne başı var ne sonu.
Benden ilk sayfayı aramamı istedi.
Sol elimi kapağın üzerine koydum ve başparmağım işaret parmağıma bitişik kitabı açtım. Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağım arasında her zaman birkaç yaprak kalıyordu. Kitaptan fışkırıyormuş gibiydiler.
" Şimdi sonuncuyu arayın. "
Denemelerim yeniden başarısızlığa uğradı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim dolaşarak:
" Bu olanaksız, " diyebildim.
Yine alçak sesle, incil satıcısı bana:
" Bu olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değil, hiçbiri sonuncu değil. Neden böyle keyfi bir biçimde numaralandığını bilmiyorum. Belki de sonsuz bir dizinin bileşenlerinin kesinlikle anlamsızca numaralandırılabileceği izlenimini uyandırmak için. "
Sonra, sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi ekledi:
" Eğer uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğer zaman sonsuzsa, biz zamanın herhangi bir noktasındayız. "
Düşünceleri beni öfkelendirdi.
" Kuşkusuz bir dine inanıyorsunuz, değil mi? " diye sordum.
" Evet, Presbiteryen'im. Vicdanım rahat. iblisçe, kitabına karşı Tanrı'nın Sözü'nü vererek yerliyi dolandırmadığımdan eminim. "
Kendini suçlu görmesi için bir neden olmadığı üzerine güven verdim ve bizim iklimlerimizden yalnızca geçmekte mi olduğunu sordum. Yakın zamanda ülkesine dönmeyi düşündüğünü söyledi. iskoçyalı olduğunu ve Orkley Adaları' ndan geldiğini işte o zaman öğrendim. Ona, iskoçya'yı sevdiğimi ve Stevenson ile Hume'a
karşı gerçek bir tutkum olduğunu söyledim.
" Stevenson ve Robbie Burns demek istiyorsunuz, " diye düzeltti.
Bir yandan konuşurken, bir yandan da sonsuz kitabı karıştırmayı sürdürüyordum.
" Bu garip örneği British Museum' a armağan etmeye niyetiniz var mı? " diye ilgisiz görünmeye çalışarak sordum.
" Hayır, size sunuyorum, " diye yanıtladı ve yüksek bir fiyat söyledi.
Tüm içtenliğimle bu fiyatın olanaklarım içinde olmadığı yanıtını verdim ve düşünmeye başladım. Birkaç dakika içinde planımı kurmuştum.
" Size bir değiştokuş öneriyorum, " dedim.
" Siz bu kitabı birkaç rupi ve Kutsal Kitab' ın bir örneğine karşı elde ettiniz; ben ise size yeni elime geçen emeklilik çekimi ve Wiclif'in gotik harflerle yazılmış incil'ini sunuyorum. Bana atalarımdan kaldı. "
" Siyah puntolu bir Wiclif, " diye mırıldandı.
Odama gidip, parayı ve kitabı getirdim. Sayfaları karıştırdı ve başlık sayfasını kitap sever bir coşkuyla inceledi.
" Anlaştık, " dedi.
Pazarlık etmemesi beni şaşırttı. Sonradan, kitabı bana satmaya kararlı olarak gelmiş olduğunu kavradım. Kağıt paraları saymadan cebine yerleştirdi.
Hindistan' dan, Orkney' den, bu adayı bir zamanlar yönetmiş olan Norveç Jarlları' ndan sözettik. Adam gittiğinde gece olmuştu. Bir daha görmedim, adını da bilmiyordum.
Kum Kitabı' nı, Wiclif' in incili' nden boşalan yere yerleştirmeyi tasarlıyordum, ama sonuç olarak takımı eksilmiş 1001 Gece Masalları' nın arkasına gizlemeye karar verdim.
Yattım, ama uyuyamadım. Sabahın dördüne doğru ışığı yaktım. Olanaksız kitabı yeniden elime alıp yapraklarını karıştırmaya başladım. Sayfalardan birinin üzerinde bir maske resmi gördüm. Yaprağın üstü bir numara taşıyordu, kaç olduğunu unuttum, ama 9. Kuvveti vardı.
Hazinemi kimseye göstermedim. Sahip olmanın mutluluğuna, çalınması korkusu ve gerçekten sonsuz olup olmadığı kuşkusu eklendi. Bu iki kaygı eski ürkekliğimi arttırdı. Birkaç dostum daha vardı; onları görmekten vazgeçtim. Kitabın tutsağı oldum, dışarıya neredeyse hiç çıkmamaya başladım. Büyüteçle yıpranmış kapağını ve sırtını inceledikten sonra herhangi bir hile olasılığı kalmamıştı. Küçük resimlerin iki bin sayfa arayla ortaya çıktığını saptadım. Hepsini alfabetik liste halinde, doldurmakta gecikmediğim bir deftere yazdım. Bu resim yalnızca bir kez kullanılmıştı, hiç tekrar etmiyordu. Geceleri, uykusuzluğumun izin verdiği kısa aralıklarda, düşümde kitabı gördüm.
Kitabın korkunç olduğunu anladığımda, yaz gelip geçmişti. Gözlerimle onu gören, parmaklarımla ellerimle ona dokunan benim de korkunç olduğumu kabullenmenin ne yararı olabilirdi? Kitabın bir karabasan nesnesi, gerçeği lekeleyen ve bozan utanmaz bir şey olduğunu hissettim.
Ateşi düşündüm, ama sonsuz bir kitabın yakılmasının yeryüzünü dumanıyla boğabilmesinden ürktüm.
Bir yaprağı gizlemek için en iyi yerin orman olduğunu bir yerde okuduğumu anımsadım. Emekli olmadan önce, dokuz yüz bin kitabı içeren Arjantin Ulusal Kütüphanesi'nde çalışıyordum; giriş kapısının yanında sarmal bir merdivenin, dergi ve haritaların saklandığı bodrum katına indiğini biliyorum. Kum Kitabı'nı nemli raflardan birinde unutmak için, görevlilerin bir dikkatsizliğinden yararlandım. Koyduğum yüksekliğe ve kapıdan uzaklığına bakmamaya çalıştım.
Artık biraz yatıştım, ama Mexico Caddesi'nden geçmek bile istemiyorum.