Bukowski'nin şaraba, ucuz kadınlara ve kent kütüphanesine aktığı yıllarda keşfettiği yirminci yüz yıl orta çeyreğinin edebiyatçısı. Ölüm yatağında sağ yanındaki meleklerden biri Bukowski olmuştur. Gözleri görmediği için Hank'e sesiyle bakmıştır. tuşlara sağlam vurmuş, vakti gelince ölmüştür...
John Fante (1909-1983), italyan kökenli, üç çocuklu, yoksul bir ailenin üyesi olarak 1909 yılında, ABDde Colorado da doğdu. Çocukluğu, yoksulluğa ve italyan-Katolik ayrımcılığa karşı mücadele ile geçti. Annesi takıntılı bir dindardı; babası ise geçici işlerde çalışan başına buyruk biriydi. Üç erkek kardeşin en büyüğü olarak, aile içerisindeki duygusal dalgalanmalardan nasibini çokça aldı.Fante nin babası başka bir kadın için ailesini terk ettiğinde bu olay, aile için bir dönüm noktası olmuştur. Anne Fante, sinir krizlerine yenik düşüp yaşamını depresyonlarla kurulu bir dünyanın içinde geçirmiştir. Bu olay, küçük yaşta Fanteyi derinden etkilemiş; toplumsal anlamda umursamazlığı genel tavır olarak benimsemesine neden olmuştur. John Fante nin romanlarında toplumsal anlamda bir tavırdan çok bireysel bir yaşam karşıtlığı görülmesinin temelinde de bu umursamazlığın ve içe dönüklüğün etkisi vardır. Çocukluk ve ilk gençlik dönemini Bahara Kadar Bekle Bandinide olanca açıklığıyla anlatmaktadır.
bukowski'nin ona ithafen yazdığı bir şiir var ki şöyle bir şey:
-small conversation in the afternoon with John Fante-
he said, ''I was working in Hollywood when Faulkner was
working in Hollywood and he was
the worst: he was too drunk to stand up at the
end of the afternoon and so I had to help him
into a taxi
day after day after day.''
''but when he left Hollywood, I stayed on, and while I
didn't drink like that maybe I should have, I might have
had the guts then to follow him and get the hell out of
there.''
I told him, ''you write as well as
Faulkner.'':
''you mean that?'' he asked from the hospital
bed, smiling.
holden caulfield 'in büyümüş hali gibi gelir bana hep bardini..o çekingenliği , iç konuşmalarındaki kararlılığnın dışa vurumundaki kararsızlık..ikilemler..
toza sor kitabının yazarıdır. charles bukowskinin eserlerinde de kısmen adı geçmektedir. charles bukowski ile benzer yanları vardır. en etkili yönü ise charles bukowski gibi hayattaki yaşamışlıklar üzerine ve toplumsal konuları işlemektedir. kitaplarında arturo bandini adını kullanmaktadır.
sonradan gelen ününün büyük bir kısmını bukowski'ye borçlu olsa da, bukowski de edebiyatının çok büyük bir kısmını kendisine borçludur. yarattığı bandini ve molise karakterleri ile insan hayatının en önemli aşamalarını işlemiştir..
buko ne kadar rahatsız edici yazabiliyor ama bir o kadar da dokunuyorsa hislere, fante de bandini karakteri ile bir o kadar naif olup derinden etkileyebilir.
1909 doğumlu fante 3 çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu. babasının boş bir hayat anlayışı onu hep rahatsız etmiş, mutsuz ve ilgisiz bir adamı anlamaya bile çalışmamıştır. ve bir gün hiç şaşırmadığı şekilde babası başka bir kadının peşinden gitmiş onları terk etmiştir. kaliforniya'ya balık fabrikasına çalışmaya gitmiş, annesini de yanına aldırmıştır fante. işçilikten kalan zamanda hikayeler yazmış bunlar dergilerde yayımlanmıştır.
mizah ve acının hakimi john fante...
charles bukowski onun sıkı bir hayranı olmuştu. onu "tanrısı" ilan ediyordu ama tanışmaya cürret bile edememişti çünkü tanrılar rahatsız edilmemeliydi.
1939'da toza sor ile tanınmıştı.
1955'te şeker hastası olduğunu öğrendiğinde tek dileği vardı şu cümleleri etkileyiciydi:
"... uyandığımda gözlerimi açmaya korktum, kör mü olmuştum? kariyerimin henüz başındayken körlükle mi karşı karşıya kalacaktım?
bütün organlarımı alabilirsiniz baylar, gözlerimi ve sağ elimi bırakın yeter ki!"
ama hayat hiçbir zaman haykırışlara yanıt vermez, samimi olsalar bile. fante'ye de cevap vermeyecekti. sadece gözlerini almakla yetinmedi, iki bacağını da aldı. acı, ruhtan sızıp bedene yayılıyordu.
ve o son romanını karısına söyledi ve o da yazdı. bu; hayata meydan okumaydı, tam bir bandini işi.
ertesi yıl yani 8 mayıs 1983'te farklı bir yaşamdaydı ve yeni gözlere kavuştu.
toza sor'dan :
"uzun parmakalrını aç ve yorgun ruhumu geri ver. ağzınla öp beni çünkü açım meksika ekmeğine. burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran, beyaz gerdanında ölmeme izin ver. şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal..."
" yüce tanrım bana yardım et! ve açtım adımlarımı, düşüncelerim de peşimden geliyorlardı, koşmaya başladım, donmuş ayaklarım fareler gibi ciyaklıyorlardı; koşmanın da yararı olmadı, düşünceler bırakmıyordu peşimi. ama koşarken kol, o canım sol kol duruma hakim oldu ve bana usulca seslendi; sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada; ne baban, ne annen, ne inancın yardım edebilir sana; kimse kimseye yardım edemez, sadece sen yardım edebilirsin kendine, ben de bu yüzden buradayım, çünkü biz birbirimizden ayrılamayız, birlikte her şeyin üstesinden geliriz. "
'havalı tüfek ile yengeç öldürmek.' gibi saçma sapan bir aktiviteye;
ruh, şehvet, delilik, ucuz romantizm, insanlık eleştirisi-tiksintisi bir de üstüne gerçekçilik ekleyebilecek kadar dahi bir adamdır.
'....
yaralıları (yengeçleri) bir su birikintisine toplayıp askeri bir mahkeme kurdum ve onları kurşuna dizmeye karar verdim. onları teker teker su birikintisinden çıkarıp silahın namlusuna tuttuktan sonra tetiği çekiyordum. bir tane vardı aralarında, parlak renkte ve hayat dolu, bir kadını çağrıştırdı bana; döneklerin arasında bir prensesti kuşkusuz, ağır yaralı cesur bir dişi. bacaklarından biri kopmuştu, kollarından biri acınası bir biçimde sarkıyordu. yüreğimi paraladı. bir konferans daha yapıp durumun ivediliğini göz önünde bulundurarak cinsiyet ayrımı yapmamaya karar verdim. prenses bile ölmeliydi. memnuniyet verici değildi, ama öyle gerekiyordu...'
--spoiler--
Uyku gelmek bilmedi, kıvranıp dururken elim august' un yastığının altındaki bir şeye değdi. usulca yastığının altından çektim. kahverengi, büyükçe bir zarf. aylardır o esrarengiz zarfın peşindeydim, en değerli malıymış gibi gizliyordu herkesten.
derin uykudaydı, ağzı sarkmıştı, doğrulup zarfın içindekileri çıkardım. carole lombard' ın kuşe kağıda basılmış fotoğrafları, çeşitli pozlarda, soğuk ve berrak ışıkta tuhaf bir şekilde pırıl pırıl. mayoyla ve gece kıyafetiyle, geniş şapkalar ve korsan kıyafetiyle, at üstünde ve sürat teknelerinde, gecelikle parmak uçlarına basmış.
sonra august' un sırrının nedenini keşfettim. portrelerin bazıları kendi el yazısıyla imzalanmıştı. ''canım august için hayranlıkla -carole. '' august için ölümsüz aşkla- carol'' ''augie için, tutku dolu malibu gecelerinin anısıyla- carole'' '' sevgili august; ne istersen yap bana. ruhum ve bedenim senin. aşkın carole.''
gülüp geçmek gerekir böyle şeylere, çünkü aptal konumuna düştüğünü hissedersin. açık ağızla uyuyan kardeşime baktım, soluğu buhar salıyordu odaya. o imzalı fotoğraflar gülünç değildi ama. hüzün verici, mahrem, kimsenin okumaması gereken mukaddes şeyler yazmıştı. on beş yaşındaydı, oysa ben ona hala beş- altı yaşındayken davrandığım gibi davranıyordum. benden sadece iki yaş daha küçüktü, ben nasıl tutku dolu beysbol düşleri kuruyorsam o da carole lombard düşleri kuruyordu. şefkat doldu içime. eğilip soğuk alnını öptüm. sonra fotoğrafları zarfa koyup yastığının altına kaydırdım.
beyaz gecede öylece yatıp ağzımdan buğulu tüyler gibi çıkan soluğumu seyrettim. hayalperestler, bir ev dolusu hayal perest. babaanem abruzzi hayalleri kuruyordu. babam borçlarını temizleyip oğluyla birlikte taş dizme hayalleri kuruyordu. annem evden kaçmayan neşeli bir kocayla cennete gitme hayalleri kuruyordu. kız kardeşim clara rahibe olma hayalleri kuruyordu. küçük kardeşim frederic sabırsızlıkla büyüyüp kovboy olacağı günü bekliyordu. gözlerimi kapatıp evin içindeki düş vızıltısını dinledim, sonra da uyudum.
--spoiler--
yazıları sade, akıcı ve oldukça şaşırtıcı. hüzün de var biraz tabi.
üstteki yazı 1933 berbar bir yıldı adlı kitabından alıntıdır.
betimlemeleriyle insanı 1920 kaliforniya'sına götüren,içindeki karşısındakine aktarımı tartışılmayacak şekilde güzel ve duygusal olan, aynı zamanda kitaplarındaki dobralıkla insanların kalbini kazanmış yazar.
Fante'nin Edebiyat çevresi tarafından yeniden keşfedilmesinde ve fanatik bir hayran kitlesi kazanmasında, 1980'lerde Bukowski tarafından yapıtlarının tekrar basılması için başlattığı kampanyanın büyük bir etkisi olmuştur. Bukowski 1979'da John Fante üzerine yazdığı yazıda ona hayranlığını açıkça belli etmiştir. Bu yazının Bukowski severleri John Fante'ye yakınlaştırdığı da bir gerçektir.
Şöyle yazmıştır Bukowski:
''Derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Bir kaç paragraf okudum. Sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla içiçe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi. Kütüphane kartım vardı. Kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. Kitabın adıToza Sor; yazarı ise John Fante´ydi. Fante´nin yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı.''
son kitabı Bunker Tepesi Düşleri'nden:
--spoiler--
"Temple sokağında bir oda buldum. Filipin restoranının üstünde. Havlu, çarşaf ve yastık kılıfı hariç iki dolardı. Odayı tuttum, yatağın üstüne oturup hayatım üzerine karamsar düşüncelere daldım. Neden vardım? Şimdi ne olacaktı? Kimleri tanıyordum? Kendimi bile tanımıyordum. Ellerime baktım. Bir yazarın yumuşak elleri, köylü bir yazarın yumuşak elleri, güç işler yapmaya uygun olmayan. Ne yapabilirdim? Etrafıma bakındım, şarap lekeleri ile kaplı duvarlara, çıplak döşemeye, Figuera sokağına açılan küçük pencereye. Aşağıdaki Filipin restoranından yemek kokusu geldi burnuma. Artoro Bandini'nin sonu bu muydu? Burada, şu gri şiltenin üstünde mi ölecektim? Birileri beni buluncaya kadar haftalar geçebilirdi."
"Ne işin var burada diye sordum kendi kendime. Nefret ediyorum buradan, bu yalnız kentten nefret ediyorum. Neden beni istenmeyen bir öksüz gibi kendinden uzaklaştırıyordu?Yeterince acı çekmemiş miydim? Canımı dişime takıp çalışmamış mıydım?Neydi benimle alıp veremediği? O fasılasız taşralılık duygusu, başından beri taşıdığım ait olmama inancı mı?"
--spoiler--
--spoiler--
Nereye şimdi, Bandini? Kısa bir süre önce, kırk beş dakika önce, Tanrı şahidi, bir daha asla dönmemek üzere hızla inmişti o yolu. Kırk beş dakika-bir saat bile değil, ama çok kötü şeyler olmuştu ve sonsuza dek unutmayı umduğu o yolu geri yürüyordu şimdi. Maria, ne yaptın? Svevo Bandini, yüzünü kanlı bir mendille gizlemiş; kar taneleriyle konuşarak Dul Hildegarde'nin evine giden yokuşu tırmanırken Kış'ın öfkesi de onu gizliyor. Kar tanelerine anlat öyleyse, Bandini; soğuktan donmuş ellerini sallayarak anlat onlara. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Bandini-olgun bir adam, kırk iki yaşında, ağlıyordu çünkü Noel Gecesi'ydi ve günahına dönüyordu, çünkü çocuklarıyla birlikte olamayacaktı. Ne yaptın, Maria?
--spoiler--
--spoiler--
"Hayatımı düşünerek oturdum orda, harcanmış hayatımı, aileme çektirdiğim ıstırabı. Babamın cüzdanından, annemin çantasından, kızkardeşimin kumbarasından çaldığım bütün paralar geldi aklıma. Babamın silahı ve yakın menzilden öldürdüğüm tavuklar geldi. Dalga dalga üstüme geliyordu sefil hayatım; cebirden üst üste üç yıl çakmıştım; sınavlarda kopya çekiyordum; ahlaksız fıkralar dinliyor, arada sırada ben de anlatıyordum. Bunları düşünürken hayata yeniden başlamak istedim; bir fırsat daha. Bu kar fırtınasını atlatıp Boulder'a, eve dönmek ve mühendislik okumak istedim."
--spoiler--