dandelion filminin sonunda kız arkadaşını kaybeden taşralı nihilist genç trenin ardından anlamsızca koşmaya başlar. film biter fakat en başından beri anlamsızlığın karanlığında çırpınan ana karakter ölümün soğuk ve çarpıcı etkisiyle hayata döner. film biter fakat umutlar bitmez. tam bu sırada sparklehorse şaheseri arka planda çalar. en güzel film bitişlerindendir.
frank capra'dan mükemmel bir film ! bu sıcacık filmi, muhteşem oyuncuları, "zamanın ilerisinde nasıl bir film yapılır" dersini izleyin, izleyin, izleyin...
Dünya sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış, amerikada noel zamanı seneler boyu hiç sektirilmeden yayınlanmış, insanın allak bullak olmuş moralini anında tersine çevilebilen, sinema aşığı olmama şükrettiren bir, çevrilmesinden bu yana 64 yıl geçtiği halde halen ilk günkü tazeliğini ve güzelliğini koruyan, zamansız klasik kavramını her saniyesiyle hakeden muhteşem ötesi bir film. Sırf başkalarının huzuru ve mutluluğu için kendi önceliklerini geri plana atan bir insanın hikayesi anlatılıyor ön planda. Hayallerine kavuşmaya bir adım kalmışken hep ortaya bir durum çıktıkça içinde kopan fırtınaları gözardı edip ordan oraya koşan bir insan George Bailey. Onun izleyenlere verdiği mesaj çok güçlü. Biz her ne kadar çoğu zaman aksini düşünsek te her insanın hayatı çok önemli. Kendimizi ne kadar önemsiz hissetsek te birbirlerimizle olan bağlantılarımız neticesinde çok önemli roller üstleniyoruz hayat karşısında. O zincirdeki en ufak halkanın bile aslında ne önemli görevler üstlendiğini filmin son anları bize fazlasıyla sunuyor. Eğer ki mutlaka izlenmesi gereken filmler adı altında bir liste yaptıysanız Şahane Hayatı mutlaka bu listenin tepesinde bir yerlere yazın...
işler kötü gittiğinde hiç doğmamış olmayı umut edenleri anlatan film. sonu mutlu biter ama izleyen kaç kişinin hayata bakışını değiştirmiştir o da ayrı. dönemin bir numaralı jönü james stewart başroldedir. donna reed de ona eşlik eder.
george bailey ( james stewart ) bütün bir hayatını bedford fall kasabasının insanlarına harcamış fedakar bir adamdır. george bailey in yegane isteği dünyayı dolaşmak, uzaklara gidebilmektir. bu uğurda karşısına çıkan fırsatları da ne yazık ki filmin zengin ve kötü adamı mr. potter ın bedford fall ı zaptetme tehlikesine karşılık geri çevirir. george bailey fakir insanların ev sahibi olabilmesi için onlara kredi veren bir kurumun başındadır, mr. potter ın yegane amacı bu şirketi ele geçirebilmek ve şehrin tek hakimi olabilmektedir. evet efendim gel zaman git zaman yılbaşı gecesi gelir. filmmizin esas olayı da burada başlar, yılbaşı günü george un amcası, bankaya yatırması gereken 8 bin doları kaybednce çanlar george bailey için çalmaya başlar. tabiri caizse yıllardır iyi adamlık yapıp duran, başına gelen türlü acılara katlanan, kendi hayatını yaşamak yerine bedford fall kasabasına yardım etmekle geçiren george için artık bu son noktadır. karısına, çocuklarına bağırır çağırır kendini sokaklara atar bankaya 8 bin doları yatıramazsa hapise düşeceğini bildiğinden serseri mayın gibi dolaşıp, sonunda intihara karar verir. ilahi güçler de tam bu noktada devreye girer ve dünyaya clarence adlı meleği george un yanına yardıma yollar eğer clarence bu zor görevi layığıyla yerine getirebilirse kanatlarına kavuşacaktır. clarence rehberliğinde george bailey eğer dünyaya hiç gelmeseyi neler olabileceğini anlamaya başlar ki filmimiz de bu mesajı vermek ister bizlere. george bailey sıradan bir insandır ama etrafına verdiği pozitif etkilerin aslında ne kadar önemli şeyler olduğudur. ayrıca filmimizin başarılı eş modeli, her insanın evlenmek isteyeceği mary karakteri de benim için çok önemlidir. mary karakterine hayat veren donna reed bu filmle hayatımın unutulmazları arasına girmiştir.
frank capra italyan asıllı yönetmen it's a wonderful life ile sizlere unutamayacağınız bir hikaye anlatıyor. eğer siz hikayelerden pek hazzetmeyen ve de hımm sonunda melek çıktı her şeyi düzeltti hay allah şeklinde bir insansanız, bu filmden alacağınız tad sınırlı olacaktır elbette ona bir şüphe yok. ve fakat it's a wonderful life ın kannımca göze batan tek kusuru şudur; frank capra gibi tam bir amerikancı yönetmenin elinden çıktığından dolayı filmde yer yer amerikan propagandası yapıldığını görebilirsiniz ve rahatsız olabilirsiniz. bunun dışında çok ama çok özel bir filmdir, insanlar izlesin öpüp başna koysun efendim.
canınız mı sıkkın?
sevgiliniz sizi aldattı mı?
bilgisayarınız çöktü mü?
yağmurlu günde araba üstünüze su mu sıçrattı?
arkadaşlarınıza borcunuz mu var?
cebinizde paranız mı kalmadı?
sizi aldatan sevgilinizi yeni sevgilisiyle öpüşürken mi yakaladınız?
tüm bunların üniversite hayatınızı etkilediğini mi düşünüyorsunuz?
"keşke hiç olmasaydım" "ölmek istiyorum" mu diyorsunuz?
polyanna nın amına koyabilecek kapasitede senaryosu ile sizi gözyaşları arasında şahane bir mutluluk yolculuğuna çıkartıyor! eşsiz senaryosu ve beklenilen mutlu sonu ile size hayatınızın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha düşünme imkanı veren bu başyapıt ı kaçırmayın ve hemen en yakın kitap/dvd merkezine koşun!
filmin afişi olan; james stewartın, donna reed ve çocuklarını sırtına aldığı resim; tüm sinema literatürünün en başarılı, sükse yapmış görüntülerindendir.
ilk 1.5 saatin durağan geçmesine rağmen son yarım saatiyle kendini sevdiren bir james stewart filmi. repliklerin kimi zaman güldürmesi olasıdır. bunu dışında hakikaten ilk bir buçuk saat geçmek bilmiyor bazı kısımlarda.
filmin başında görülen ve sesi rahatsız eden çanın, filmin sonunda tekrar görülmesiyle gözlerimden bir iki damla yaş getireceğini nereden bilebilirdim? filmi.
benim gibi, somurtkan şirin modunda, sürekli mutsuz hisseden, mutsuz olmak için bahaneler arayan ya da çevresinde olup biten tüm olayların kendisini mutsuz ettiğini düşünen herkesin acilen izlemesi gereken bir film diyerek başlıyorum, anlatmak için kelimelerin yetersiz kaldığı bu muhteşem başyapıtla ilgili naçizane yorumuma..
insan bazen hayaller kurar. insan gerçekleşmeyeceğini bile bile hayaller kurar. çünkü yaşadıkça hep bir umut vardır. umut kelimesinden nefret etse bile, işkenceyi doğurduğu için en kutsal "anne" ** olduğuna inansa bile insan yine de umut eder. sonra zaman geçer. geçen zamana rağmen, insan hayal kurmaktan, umut etmekten hiç vazgeçmez. sonra insan bir bakar ki, artık yolun sonuna gelinmiştir. ortada ne hayal kurmaya zaman, ne de hayal kurulacak bir gelecek kalmıştır. sahip olduğum tek şey, başta kendim olmak üzere hiç kimseye faydası olmayan bombok bir yaşam diye düşünür insan. ölmek ister hatta. ölürse en azından bu son isteği gerçekleşmiş olacağı için mutlu olacağını hisseder. sonra bir film bulur. adı it s a wonderful life tır. film bittiğinde zaman sayacı en başa döner. yeni olan hiçbir şey kazanmamıştır ama yaşadığı hayatın aslında ne kadar mucizelerle dolu olduğunu, kıymeti bilinmesi gereken bir hediye olduğunu anlamıştır insan. ve belki de ölmek için daha çok erken olduğunu...
adı gibi mükemmel bir filmdir. harika bir mesaj verir insanlara,
bazen ne yaptığını hiç önemsemesen bile çok şey senin sayende değişmiş, küçük gördüğün iyilikler bir sürü insanı çok daha güzel bir hayata sürüklemiştir. evet senin hayatın mükemmel bir hayattır.
insanı en mutsuz anında bile mutlu edebilen müthiş bir film. Çekildiği yıldan bu yana ilk günkü kadar taze kalabilmeyi başarmış. Öyle sevilen bir yapım ki ABD'de her noel eksiksiz şekilde yayınlanıyor. Her ne kadar filmin realist olmadığını eleştirenler olsa da harikadır.. Her filmde birşey ararsak yandığımızın resmidir. ilk yarısı gerçek hayatı anlatır ikincisi yarısı ise fantastik ve umut dolu bir hayatı. James Stewart ve Donna Reed harikalar yaratıyor. Alfred Hitchcock filmlerinden bildiğimiz şahane oyunculuğuyla büyüleyen Stewart yine alçakgönüllü bir prensi oynuyor. Çok başarılı.. Donna Reed'e ise tek birşey söylemek lazım sanırım. Siyah beyaz bir perdenin rengarenk prensesi o...
En başta insanlara umut aşılayan bir film. The Shawshank Redemption vari.. Bazen hayatta olmamız sanki hiçbir şeyi değiştirmiyormuş, kimsenin yaşamını etkilemiyormuş gibi gelir. Ancak acısıyla da tatlısıyla da başkalarının kaderlerinde hepimizin parmağı var. Fakat herşeyin bittiği an aslında bir kişinin umudunun bittiği andır.. Koca bir ateşin kül olduğu o an. Ne olursa olsun hiçbir hayat hikayesinden ümidi kesmemek gerek. Tabii ki yaşadığımız hayatlar bu kadar parıltılı olamayabilir ancak filmi izledikten sonra yine bir 'belki' hissi doğuyor insana. Hayat asla sahnelenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir.. Bu herşeyi özetliyor belki. Tüm bireylerin ihtiyacı olduğu tek şey umuttur bana göre. Maddiyat filan değildir.. Para insanlar için bu kadar önemliyse demek ki çok boş işlerle uğraşıyoruz.. Bazılarının umudu aşktır, bazılarının para, bazılarının ise dostluk. Ancak bunlar için dua etmek veya çırpınmaya gelince yarıdan fazla bile olamıyoruz ne yazık ki. Olduğumuz zaman da emin olun ortaya It's a Wonderful Life çıkıyor..
izleyebilirseniz özellikle de yılbaşı akşamı izleyin bu filmi.
thanks for wings repliğiyle tebessüm ettiren film ancak george bailey'e bir kaç lafım olacak.
arkadaşım insan üç kuruş para için amcasını hırpalar mı ! hırpalar mı ha sana soruyorum ! hadi parayı kaybettiği için amcan suçlu ona bir şey demedik piyano çalan bacak kadar çocuğu ağlatmak neyin nesi. sabi sübyanla uğraşmak sana yakışıyor mu ey george ! hepsi yetmezmiş gibi bir de telefon açıp ufaklığın hocasına o kadar laf ettin. allahtan kadıncağızın kocası ekleştirdi de yumruğu az içim ferahladı. neyse george daha sonra doğru yolu bulmana bakarak bu yaptıklarını yapmamışsın sayıyorum ve bu filmi herkese tavsiye ediyorum. *
1946 yapmı usta yönetmen frank capra'nın başyapıtı. amerika'lıların feel good movie dedikleri terim olsa olsa bu filmden sonra ortaya çıkmıştır. daha önce film hakkında herkesin de dediği gibi; her izleyişte bünyeye umut ve mutluluk aşılar. amerika'da her yılbaşı gecesi tv'lerde yayınlanır, hatta bazı sinema salonlarında özel gösterimleri yapılır.
film; yılbaşı gecesi intiharın eşiğine gelen bir adamın bir melek tarafından vazgeçirilmeye çalışılmasını anlatıyor. bu iş için görevlerinden meleğe kurtaracağı adamı* tanıması için çocukluğundan, intiharın eşiğine geldiği güne kadar neler yaşadıkları izletiliyor. tabi aynı anda seyirciye de.
james stewart, george bailey rolünde resmen yardırıyor. 1940'lardaki o iğrenç saç modeline rağmen donna reed de inanılmaz güzel. james stewart'la telefon başındaki sahnesi filmin unutulmazları arasındadır.
IMDB Top 100 listesinde olup da DVD'sine ulaşamadığım, DVDigi sayesinde izleme şansına eriştiğim filmdir. ne şans ama, anlatacağım. spoiler bulabilirsiniz ama söz kritik konularda ipucu vermeyeceğim.
film bence anlatımda çok önemli avantaj sağlayan, bir hikaye anlatıcının bir olayı anlatması konseptiyle başlıyor. ve başlar başlamaz da filme kendinizi kaptırıyorsunuz. 1946 yapımı bir film, renk bile kullanamazken bunu nasıl yapabiliyor, gerçekten bunu yapabilmek büyük başarı. citizen kane ve 12 angry men bunu net başaran iki filmdi, izlediyseniz ne dediğimi anlarsınız.
neyse bunlar teknik kısımlar; asıl hikaye, hayatı bir kasabada geçen ve büyük hayalleri olan genç bir adamın sevdikleri ve hayallerini gerçekleştirmek arasında kalması. bunu izlerken de, yan karakter olarak kahramanımızı küçüklükten beri seven dünya güzeli bir esas kıza rastlamak, klişelerden tamamen uzak espriler ve samimi insanların olduğu bir ortama girmek çok güzel.
ama asıl güzel olan, tüm bu hikaye o kadar güzel bağlanıyor ki, ben kendim gözyaşlarımı tutamadım. bir de o james stewart denen adam, sen nasıl bir insan evladısın arkadaş? çocuklarına bir sarılışı var ki, peşinden de karısı onu görür görmez o kadar sevgi dolu ve hasretmiş gibi bakıyor ki. kayıtsız kalmak çok zor.
ama gözümden yaş geldi dediğime bakmayın, o kadar keyifle filmin başından kalkıyorsunuz ki.. kendi hayatınızda şükretmediklerinizi gözden geçirmeye başlıyorsunuz. hani her yıl amerikan televizyonları yılbaşında yayınlıyormuş ben de hal ettim yeni izledim ama, eminim moralimi yerine getirmek için defalarca izlemek isteyeceğim. son olarak, katıla katıla güldüğüm bir sahneyi paylaşmak istiyorum:
--spoiler--
violet isimli sarışın afet caddede yürümektedir. yanından geçen adam dönüp bakarken bir arabanın altında kalmaktan son anda kurtulur. o sırada yan yana duran ve kıza bakan iki adam arasında şu diyalog geçer:
- ben gidip bir karıma bakayım ne yapıyor. (koşarak gider)
- eviyle ne kadar ilgili bir adam.