konusuna son derece hakim ve son derece birikimli, kişilik ve insan olarak harika yazar ve akedemisyen. dersleri ve sınavları son derece ağır geçer, her şeyi yerinde ve zamanında yapar. dersten sonra hocalığı bırakır, bir arkadaşınız bir dostunuz olur adeta.
liselerde mef'ulu fulfulu diye dalga geçtiğimiz divan edebiyatını ülkemize sevdiren edebiyatçımızdır. türkiye nin en iyi deneme yazarlarından biridir ve denemelerinin arasına divan edebiyatından o kadar güzel beyitler serpiştirir ki mest olursunuz. divan edebiyatından nefret eden insanlara okumasını önerebileceğiniz bir numaralı yazardır.
irticacı olduğu gerekçesiyle emekliye sevkedilmiş kişidir.
--spoiler--
Prof. Dr. iskender Pala'yı tanırsınız...
Evet, benim emrinde çalıştı. Bizim camiamızda yetişmiş çok nadir insanlardan biriydi. Müzede yaptıkları hiçbir zaman unutulmayacak şeylerdir. Osmanlıca dokümanları okuyacak adamımız yoktu, hepsini okuyup tasnif etti, yetenekleriyle müzenin arşivini bugünkü haline getirdi.
Bu kadar yetenekli birini neden attınız?
Biz kişinin kendine ait zamanda yaptıklarına karışmayız ama makamında namaz kılmak bizde kabul edilebilir şey değil.
Kendisini siz hiç ikaz ettiniz mi?
Hayır. Konu bana gelene kadar bağlı bulunduğu sicil kumandanının dosyasına yazdığı şeyler vardı, Pala meslek itibariyle gayet değerli bir subaydı, demek ki uyum sorunu olmuş...(17 Mart 2009, Yeni Şafak)
--spoiler--
lise yıllarında başlayan divan edebiyatı aşkımın müsebbibi. bercestelerin bazılarının sonuna laedrî yazardı. derdim bi laedrî ne yetenekli adam her tarz yazıyo, araştırdım bulamadım. o zaman internet te yaygın değil. dedim sorayım sahibine. iskender pala'ya bi mektup döşendim. çok beğeniyorum bu laedrî kim filan.ama öyle böyle değil. yazdım sildim , yazdım sildim. edebiyatçıya yazıyoruz ya, bi türlü beğenemiyorum. yoruldum sonra.iyi ki yollamamışım. laedrî bilmiyorum demekmiş, şairi bilinmeyen şiirlerin sonuna konulurmuş.tekrar, iyi ki yollamamışım.
en son eseri Katre-i Matem'de yine okuyucunun takdirini toplayan, bambaşka alemlere, devirlere, gönüllere yolculuğa çıkaran usta kalemdir. onun ismi geçince, "hep yazsın, hep okuyalım" düşüncesi zuhûr eder.
sokaktaki 10 insanımıza sorduğumda 9unun hakkında hiçbir şey bilmediğini öğrendiğim yazar.
klişe olucak ama japonlarda bir kişiye 5 kitap bizde 5 kişiye bir kitap düşüyormuş abey.
Geceleri balkonda ışığın etrafını alan pervane böceklerini fark etmiş miydik hiç?
Ya onların aşk uğruna yaşadıklarını bilir miyiz? Yani pervanenin mum ışığıyla yaşadığı aşkın hikayesini.
Aşk bir farkına varış, bir idrak seviyesidir. 'Aşk odu önce maşuka, andan âşıka düşer' derler, malum. Yani aşk ateşi önce sevilene ondan sonra sevene düşer. Önce sevilende bir ateş yanmalı ki pervane onun etrafında dönsün, pervane o ateşi görsün, sonra aşkının farkına varsın. Pervane aşkını ispat edebilmek için gördüğü anda ışığı, etrafında dönmeye başlar. Bir cezbedir bu. Bu cezbenin gittikçe daralan bir çemberi vardır. Işığın etrafında döner, döndükçe biraz daha yakından dönmek ister. Işığı gördüğü anda aşkı ilmel yakin olarak tanıyan pervane, onu aynel yakin bilmek istediği için gittikçe mumun etrafındaki çemberi daraltıyor.
Çember daraldıkça pervanenin aşkı artıyor, şevki artıyor, coşkusu artıyor. Coşkusu arttıkça da cesareti artıyor. Aşk cesaret işidir, neticede. Ve pervane cesaretle kanadını şöyle bir değdirir ateşe. ilk lezzettir işte o acı. Acı verir, yakar içini. Ama ona verdiği acı o kadar hoşuna gider ki, daha fazla dönmeye başlar. Acı ve lezzet. Birbirine zıt bu iki duygunun bir arada olması nasıl mümkün. işte bu noktada, azabın ve acının lezzet olmasındaki sırrı yakalamak gerek.
Azap kelimesi azp kelimesinden türüyor. Azp lezzet demek. Azabın ne olduğunu buna göre ölçün ve düşünün. işte kanadının ucunu bir defa yaktığı zaman pervane ilk azabı duyar; fakat öyle bir lezzettir ki o azap. Bu azap ve ondan alınan lezzet, insanı yavaş yavaş nefsinden sıyırıp vuslatı mümkün kılar. Bu sefer daha büyük bir cesaretle kendini ateşe atarcasına gider ışığı kucaklar.Ve burada ateş pervaneyi yakar kavurur.
Bir buğday tanesi gibi toparlayıp yere düşürür. Artık pervane hakkal yakın biliyordur vuslatı. Bu fenadır. Bu canını verdiği noktadır. Mumun bundan haberi bile yoktur belki. Olmasına da gerek yoktur. Bu pervanenin aşkıdır çünkü.
Aşkı uğruna can veren pervanenin aşkı. Ama öbür taraftan mum da yanar. Onun aşkı da, acısı da kendincedir. Önce can ipliğine bir ateş düşer ve yanmaya başlar mum. Sonra içindeki o yangını söndürmek için gözyaşı döker. Ateşi su söndürür çünkü. Ama mumun gözyaşları onun ateşine daha da bir güç verir, elemi arttıkça artar. Ve erir can ipi, sevgilinin yolunda yok olana dek...
divan edebiyatına fazlasıyla vakıf olmus edebiyatcı.istanbul üniversitesi mezunu halen kültür üniversitesi'nde ögretim görevlisi bulunmaktadır.fatih andı,ömür ceylan ve birkac edebiyatcımızla daha kurdugu üsküdardaki divan edebiyatı vakfı'nda sohbetlerine ayda 2 kere olmak üzere devam etmektedir.
Ben iskender Pala. Ders kitaplarının arasına mahrem sevgililerin resimleri gibi saklayarak evin soba yanan tek odasındaki kış gecelerinin Teksas ve Tommiks'lerini geride bıraktığım ilk mektep yıllarından sonra -ki kendilerini takip eden soluk benizliler yanlış istikamete gitsin diye Apaçilerin atlarının ayaklarına nalları ters çaktıklarını bu vesile ile bilirim- okuduğumu hatırladığım ilk kitap Peyami Safa'nın 9. Hariciye Koğuşu olmuştu. Kitabı elime aldığımda önce Kızılderili reisi Oturan Boğa'ya ihanet ettiğimden dolayı utandığımı ve bir asker hikayesi okuyucağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığımı hâlâ unutmam. Galiba kitabın adındaki Koğuş kelimesinin en masum askeri anlamıyla böyle düşünmüş ve yerli kızılderili hikayeleri hayal ederken Uşak sokaklarında asker koğuşu hayal eder olmuştum. 9. Hariciye Koğuşu'nu lise yıllarımda yeniden okuduğum zaman ben de roman kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıztıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuştum.
Bunu Peyami'nin Yalnızız'ı takip etti. O kitaptan aklımda kalan tek cümle -eğer yanlış hatırlamıyorsam- "Kendi kendimden nefretimin çerçevelediği ve çirkinleştirdiği bir dünyada yalnızım." idi ve ben Peyami'nin, yalnızca bu cümleye anlam katabilmek için o koca romanı yazdığına inanmıştım. Gerçekten de ilk gençlik yıllarımın bütün ruh ummanları bu cümleyle çalkalandı ve Türkiye'nin 70'li yıllarına rastlayan bütün gençlik fikir ve bunalımları yavaş yavaş beynimin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanmaya başladı.
dün akşam ki teke tek programında sabır sınavı geçirmiş olan yazardır. adamcağız edepli bir şekilde aşkı anlatırken, fatih altaylı ve murat bardakçı ilkokul çocukları gibi olayı dalgaya vurmuş ve kahve edebiyatı yapmışlardır.