ali şeriati'nin bir konferansından oluşturulmuş kitaptır. beşer ve insan arasındaki farkı ayırt etme, insanlık mertebesine ulşama ve bu yolda mevcut dört zindandan kurtulma adına yol gösteren kitap. şeriati'ye göre insanın dört zindanı vardır; tarih, toplum, doğa ve insanın kendisi. insan ilk üç zindandan kurtulma hususunda hiç gelemedği yerlere gelmiştir son yüzyıllarda ama onlardan ne kadar kurtulduysa kendine de o kadar hapsolmuştur. üç zindandan bir şekilde kurtulacaktır insan ama sonuncusundan kurtulmanın yolu ise yalnızca aşktır..
ali şeriati 1972 eseridir. kitabın orjnal ismi. 'çehar zindan-i insan'
yüksek sosyal hizmetler okulunda kız öğrencilere sunduğu konuşması.
içeriği: insan mefhumuyla ilgili çeşitli tarifler. insanın özellikleri; şuur, seçme ve yaratıcılık. insanın zindanları; tabiat, tarih, toplu ve nefis. insanın bu zindanlardan kurtulmasının yolu.
--spoiler--
dördüncü zindan, zindanların en kötüsüdür, insan bu zindanda tutsakların en acizi durumundadır. bu zindan, 'kendim'dir. şaşılacak şeydir ki tarihin akışı boyunca insan önce anılan üç zindandan kurtuluşunu daha ileri ölçüde saylayabilmiş olmasına, bugün bu üç zorlayıcı gücün baskısından her çağdakinden daha fazla kurtulmuş bulunmasına, bu üç zorlayıcıya her zamankinden fazla egemen olmasına karşın, dördüncü zorlayıcı güç, yani 'kendi'si, kendi zindanı karşısında da her dönemden daha çok, hatta teknoloji ye sahip bulunmadığı, doğal bilimleri bulunduğu, toplumbilim ve tarih felsefesini kavramamış bulunduğu dönemden daha çok çaresiz, acizdir.
çağdaş insanın bu dördüncü zorba gücün tutsağı durumunda kalışı, ilk, ikinci ve üçüncü zindandan kurtuluşunu da yararsız ve anlamsız kılmaktadır. çağımızda doğa, tarih ve toplum zindanından kurtulan insan anlamsızlık ve boşluk duygusunun bunalımına düşmektedir. niçin? çünkü özgür değil, dördüncü zindanın tutsağıdır. önceki üç zindandan kurtulması ile mutsuzluğu da başlamaktadır. bir yazarın dediği gibi, bir zorlayıcı gücün sınırları içinde uykuya dalan insan için 'ne yapayım bilmiyorum!' bunalımı, eziyet ve zahmeti yoktur. çünkü bir girişimde bulunmaz.
gelgelelim çağdaş insan 'ne yapacağı' konusu her zamankinden fazla güç sahibidir. ne var ki 'ne yapması gerektiği'ni de her zamankinden az bilmektedir. bu üç zindandan kurtulmuş olması gereken, doğaya egemen veya kendi toplumuna egemen olan insan kendi zindanı içinde çaresi ve tutsaktır. niçin öz zindanından çıkamıyor peki? bu zindandan kurtulmak zordur çünkü. zordur, çünkü üç önceki zindanın benim varlığımı çevreleyen dört duvarı vardı ve ben orda tutsaktım. tutsak olduğumun bilincinde idim. yerçekimi gücünde idim, hatta göçebe olduğum dönemlerde bile bu bilincim vardı.
ırmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum.
bu zorlayıcı güçleri geçmişte duyumsuyordum. ne var ki bu dördüncü zindanın duvarları çevremi kuşatmıyor. bu zindanı kendimle birlikte taşıyorum. bu sebeple, bu zindanın bilincine varmak ve onu tanımak, bütün diğerlerinden de güçtür. zindanla tutsağı birleştirmektedir. hastalık ve hasta birleşmektedir. bu sebeple bu hastalıktan sağalmak çetindir.
--spoiler--
"Benim tezimin özü şudur: insan dört zorlayıcının etkisindedir. Bu zor zorlayıcı gücün etkisinden özünü kurtarınca özde insan olabilir ve gerçek anlamı ile insan olmak bu dört zindandan kurtularak özgürlüğün elde edilmesine bağlıdır. Tezin açıklanabilmesi için ilk önce bu Dört Zorlayıcı'nın ne olduğunu; ikinci olarak da, insanın bu dört zindandan, diğer bir deyğişle bu dört zorlayıcı gücün etkisinden nasıl kurtulabileceğini ortaya koymak gerekir. Bu dört zorlayıcı güç şunlardır:
Historizm(tarihselcilik), Sosyolojizm(Toplum-bilimcilik), Biyolojizm(dirim-birimcilik) ve Naturalizm(doğa-bilimcilik)'dir."
Historizm(tarihselcilik) :
insan, insanlığın tüm bireyleri, herkes ve "ben" Tarih'in meydana getirdiği bir dokudur. Nasıl? Her birey tarihin gerektirdiği biçimde oluşmuştur. Bu şu özelliklerim var ise geçmişin de, başlangıçtan bugüne kadar süregelen Tarih dolayısı iledir. içinde bulunduğum ve kendisiyle örüldüğüm tarih beni kendine göre "ben" yapmıştır. "Ben" tarihimin bana verdiği özelliklere sahip olmuşum. Büyük Fransız ihtilali, Rönesans, Ortadoğu veya bugünkü Batı dünyasında yer alsaydım, başka bir dilim, başka bir düşünce ve duygularım, başka ahlâk ve gidişim olacaktı. Şu halde iki ayrı tarihe sahip "ben"ler iki ayrı insan olmuşlardır. Bu durumda yine benim özelliklerim, Tarih'in temel belirleyici olduğu görüşü yolu ile benim elimden çıkmış, Tarih'in iradesine teslim edilmiş oluyor. Şu halde nasıl seçebilirim? Kendi istediğim gibi mi? Hayır, Tarih'in benim için seçtiği gibi! Şu anda konuştuğumuz dili biz seçmedik; Tarih bu dili bize verdi ve getirdi, gözümüzü açtığımızda bu dili bize verdi; gözümüzü açtığımızda bu dili bir zorunluluk olarak kabul ettik.
Peki historizm'in baskısından nasıl kurtulur insan? Bu soruyu şimdilik geçiyorum; diğer zorlayıcı güce geçelim.
Sosyolojizm(Toplum bilimcilik) :
Sosyolojizm, doğanın etkisini bir dereceye kadar, Tarih'in etkisini de bir açıdan kabul eder ve der ki: "Bütün bu etkenlerin bir ölçüde etkisi olmakla birlikte, gerçekten "ben"i ortaya getiren, benim üzerimde egemen olan toplumsal çevre ve toplumsal düzendir. Ben eğer cömert ya da çok gayretli ve kahraman isem, "feodalite" düzeni içinde büyüyüp olgunlaştığım içindir. Paragözün biriysem, burjuvazi içinde doğduğum içindir. Ata binip pala sallayan biriysem aşiret düzeni içinde yaşadığım içindir. Demek ki ben kötü olmuş isem, bende kötülüğü yaratan ve seçen toplumsal çevredir; iyi olmuş isem bende iyilik durumunu yaratan ve beni buna çağıran yine toplumsal çevredir, benim işim değildir. Sosyolojizmde birey yoktur. insan seçebilen bir ben olarak var olmaz, birey toplumun onu ortaya getirdiği gibidir. Şu halde bu "kimseler" insan değildir. Çünkü artık seçim yetenekleri yoktur. insan; 'ben', 'benliğim' diyebilen, "ben bunu kanıtlar dolayısı ile seçtim" diyebilen, seçmeyebilir olmasına karşın seçen kimsedir.
Bazı toplumsal etkenler senin dindar olmanı, Batı'dan gelen toplumsal düzenimize giren ve sende de bulunan bazı etkenler ise senin dinden uzak bulunmanı isterler. Demek oluyor ki sen bu etkenler elinde oyuncaksın. Dini seçtiysen dîni-toplumsal etkenlerin sende üstünlük sağladığı, dinsizliği seçtiysen dıştan gelen etkenlerin geleneksel etkenlere üstünlük sağladığı anlaşılır. Şu halde sen toplumsal düzenin belirleyici gücü elinde oyuncak gibisin. Sonuç olarak "sen ve "ben" diye bir şey yoktur.
Peki Sosyolojizm'in baskısından ve zorlayıcı gücünden nasıl sıyrılabiliriz? Bu soruyu da şimdilik geçiyorum ve diğer zorlayıcı güce devam ediyoruz.
Biyolojizm(dirim-bilimcilik) :
Bu görüş de biyolojiyi temel alan görüştür. insanı kurumuş ve taşlaşmış materyalizm kalıplarından bir ölçüde yükseltmeye uğraşır. Bu da gösteriyor ki 20. yüzyıl bilginleri artık 19, 18 ve 17. yüzyılların kuru ve dar tanımı içinde insanı ele almıyorlar ve anlayıp anlamdırmıyorlar. Biyolojizm, insan üzerinde, fizyolojik(bedensel) ve psikolojik(ruhsal) özellikler bütününün temel belirleyici olduğunu ileri sürer. Bu özellikler bütünü, çok gelişmiş ve karmaşık bir doku içinde insanı oluşturur ve her birey biyoloji kanunları içinde ve bu kanunlara göre yaşar.
Biyolojizm düzeyinin hem Materyalizm'den hem Naturalizm'den üstün olduğu doğrudur. insan'ı da Doğa'nın veya maddenin olağan bir görüngüsünden daha üstün tutmaktadır. Ne var ki insanı yine özbilinçli ve özgür bir varlık olduğunu yadsımaktadır. "Ben" dediğimde, ben yine bilinçsiz ve kendi biyolojik özelliklerime bağımlı bir oyuncak demek oluyorum. Şu halde "ben" yokum. Bu görüş, örneğin zayıf kimselerin akıllı, şişmanların sevecen olduğunu ileri sürer.
Demek oluyor ki akıllılık gösterenin bu işte payı yoktur, bu iş beden ağırlığının işidir. Sevecen ve cömert davranan bir kimseye de minnettar olmamız gerekmez, bu da onun midesinin işidir. Kendi insan benliğinin işi olmayıp, biyolojik yapısı böyle gerektirmiştir. Esasen bize şefkat ve iyilikle davranmamak elinde değildir.
Naturalizm(doğa -bilimcilik) :
Maddecilik(materyalizm) insanın yapısını ve özünü maddenin yapısı ve özünden bilir. Daha başlangıçta yaptığı tanımla, maddeden olmakla sınırlı bir gelişimin çerçevesi içine hapseder. insan sadece madde yapısından olan bir varlıktan başka bir şey değilse, madde yapısında olmanın boyutları içinde, sınırlanması ve engellenmesi demektir.
Doğacılık(naturalizm) da insanı harcayan, feda eden bir başka görüştür ki, 18. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına kadar oldukça yaygınlaşmıştır. Doğacılık şu görüştedir: Aslolan, 'tabiat' adlı canlı, fakat özbilincine sahip olmayan bir varlıktır. insan da bu canlı ve bilinçsiz doğa'nın(tabiat) bir ürünüdür. insan sonradan oluşan bir varlıktır ve onu meydana getiren doğa'dır. Ben özgürsem, duyumsuyorsam, seçiyorsam, bir şey yapıyorsam, doğa benim kavrayışımı, seçim ve yaratıcılık yeteneğimi yapmış ise ben de öylesine yapıyor, seçiyor, kavrıyorum. Şu halde insanın özgürlüğü doğanın onun yaratılış ve yeteneğine bağışladığı ölçüdeki imkânlarla sınırlanmıştır. Böylece insan; bu görüş içinde tabiat görüngülerinden (phenem, phenomene) biri olarak ele alınmaktadır. Doğa'da gelişmiş ve diğerlerinden daha fazla gelişmiş görüngülerden ayrılır. Bu görüş de "ben"i, istediğimi seçebilen ve yapıp-kurabilen bir varlık olarak feda etmektedir.
Irmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum.
insan, bu dört zindandan kurtul(a)madığı sürece asla özgür olamayacaktır. Peki insan bu Dört Zindan'dan kendini nasıl kurtaracaktır? Yazar bunu kitabında çok iyi bir şekilde açıklamış. Kitabı alıp okumanızda ve bu Dört Zindan'dan kurtulma yollarını öğrenmenizde(ve başkalarına öğretmenizde) fayda var.
[Sosyolog, düşünür, Dr. Ali Şeriati'nin "insanın Dört Zindanı" adlı kitabından ben tarafından amatörce çıkarılmış bir özettir.
"Benim tezimin özü şudur: insan dört zorlayıcının etkisindedir. Bu zor zorlayıcı gücün etkisinden özünü kurtarınca özde insan olabilir ve gerçek anlamı ile insan olmak bu dört zindandan kurtularak özgürlüğün elde edilmesine bağlıdır. Tezin açıklanabilmesi için ilk önce bu Dört Zorlayıcı'nın ne olduğunu; ikinci olarak da, insanın bu dört zindandan, diğer bir deyişle bu dört zorlayıcı gücün etkisinden nasıl kurtulabileceğini ortaya koymak gerekir. Bu dört zorlayıcı güç şunlardır:
Historizm(tarihselcilik), Sosyolojizm(Toplum-bilimcilik), Biyolojizm(dirim-birimcilik) ve Naturalizm(doğa-bilimcilik)'dir."
Historizm(tarihselcilik) :
insan, insanlığın tüm bireyleri, herkes ve "ben" Tarih'in meydana getirdiği bir dokudur. Nasıl? Her birey tarihin gerektirdiği biçimde oluşmuştur. Bu şu özelliklerim var ise geçmişin de, başlangıçtan bugüne kadar süregelen Tarih dolayısı iledir. içinde bulunduğum ve kendisiyle örüldüğüm tarih beni kendine göre "ben" yapmıştır. "Ben" tarihimin bana verdiği özelliklere sahip olmuşum. Büyük Fransız ihtilali, Rönesans, Ortadoğu veya bugünkü Batı dünyasında yer alsaydım, başka bir dilim, başka bir düşünce ve duygularım, başka ahlâk ve gidişim olacaktı. Şu halde iki ayrı tarihe sahip "ben"ler iki ayrı insan olmuşlardır. Bu durumda yine benim özelliklerim, Tarih'in temel belirleyici olduğu görüşü yolu ile benim elimden çıkmış, Tarih'in iradesine teslim edilmiş oluyor. Şu halde nasıl seçebilirim? Kendi istediğim gibi mi? Hayır, Tarih'in benim için seçtiği gibi! Şu anda konuştuğumuz dili biz seçmedik; Tarih bu dili bize verdi ve getirdi, gözümüzü açtığımızda bu dili bize verdi; gözümüzü açtığımızda bu dili bir zorunluluk olarak kabul ettik.
Peki historizm'in baskısından nasıl kurtulur insan? Bu soruyu şimdilik geçiyorum; diğer zorlayıcı güce geçelim.
Sosyolojizm(Toplum bilimcilik) :
Sosyolojizm, doğanın etkisini bir dereceye kadar, Tarih'in etkisini de bir açıdan kabul eder ve der ki: "Bütün bu etkenlerin bir ölçüde etkisi olmakla birlikte, gerçekten "ben"i ortaya getiren, benim üzerimde egemen olan toplumsal çevre ve toplumsal düzendir. Ben eğer cömert ya da çok gayretli ve kahraman isem, "feodalite" düzeni içinde büyüyüp olgunlaştığım içindir. Paragözün biriysem, burjuvazi içinde doğduğum içindir. Ata binip pala sallayan biriysem aşiret düzeni içinde yaşadığım içindir. Demek ki ben kötü olmuş isem, bende kötülüğü yaratan ve seçen toplumsal çevredir; iyi olmuş isem bende iyilik durumunu yaratan ve beni buna çağıran yine toplumsal çevredir, benim işim değildir. Sosyolojizmde birey yoktur. insan seçebilen bir ben olarak var olmaz, birey toplumun onu ortaya getirdiği gibidir. Şu halde bu "kimseler" insan değildir. Çünkü artık seçim yetenekleri yoktur. insan; 'ben', 'benliğim' diyebilen, "ben bunu kanıtlar dolayısı ile seçtim" diyebilen, seçmeyebilir olmasına karşın seçen kimsedir. Giydiğim şalvar; giydiğin kot, mont, bot... Üzerine geçirdiğin siyah çarşaf; benim giydiğim mini etek... Senin aylarca -belki yıllarca- flört yapmandan sonra evlenmen; benimse görücü usülü evlenme olayım... Senin namus kavramından dolayı evleninceye kadar kendini koruyuşun; benimse 15'imden sonra kaşar olarak hayatımı onun bunun kucağında devam ettirişim... Benim büyüklerimin elini öpüşüm, saygı duyuşum; seninse büyüklerinin önünde ayak ayak üstüne atışın... Bunların hiçbirinin bize ait değerler olmadığı görünüyor. Bize bunu yaptıran içinde bulunduğumuz toplum ve bu toplumun bize yaşattırdığı yaşam biçimi... Mesela Saddam ve Hitler azmanları... Bu adamlar bebekken zalim değillerdi. içinde yaşadıkları toplum onları bu hâle getirdi. Kısaca söylemek gerekirse, insan kendini sosyolojizm'in etkisinden kurtaramadığı sürece zindanda kalmaya ve çürümeye mahkûmdür.
Bazı toplumsal etkenler senin dindar olmanı, Batı'dan gelen toplumsal düzenimize giren ve sende de bulunan bazı etkenler ise senin dinden uzak bulunmanı isterler. Demek oluyor ki sen bu etkenler elinde oyuncaksın. Dini seçtiysen dîni-toplumsal etkenlerin sende üstünlük sağladığı, dinsizliği seçtiysen dıştan gelen etkenlerin geleneksel etkenlere üstünlük sağladığı anlaşılır. Şu halde sen toplumsal düzenin belirleyici gücü elinde oyuncak gibisin. Sonuç olarak "sen ve "ben" diye bir şey yoktur.
Peki Sosyolojizm'in baskısından ve zorlayıcı gücünden nasıl sıyrılabiliriz? Bu soruyu da şimdilik geçiyorum ve diğer zorlayıcı güce devam ediyoruz.
Biyolojizm(dirim-bilimcilik) :
Bu görüş de biyolojiyi temel alan görüştür. insanı kurumuş ve taşlaşmış materyalizm kalıplarından bir ölçüde yükseltmeye uğraşır. Bu da gösteriyor ki 20. yüzyıl bilginleri artık 19, 18 ve 17. yüzyılların kuru ve dar tanımı içinde insanı ele almıyorlar ve anlayıp anlamdırmıyorlar. Biyolojizm, insan üzerinde, fizyolojik(bedensel) ve psikolojik(ruhsal) özellikler bütününün temel belirleyici olduğunu ileri sürer. Bu özellikler bütünü, çok gelişmiş ve karmaşık bir doku içinde insanı oluşturur ve her birey biyoloji kanunları içinde ve bu kanunlara göre yaşar.
Biyolojizm düzeyinin hem Materyalizm'den hem Naturalizm'den üstün olduğu doğrudur. insan'ı da Doğa'nın veya maddenin olağan bir görüngüsünden daha üstün tutmaktadır. Ne var ki insanı yine özbilinçli ve özgür bir varlık olduğunu yadsımaktadır. "Ben" dediğimde, ben yine bilinçsiz ve kendi biyolojik özelliklerime bağımlı bir oyuncak demek oluyorum. Şu halde "ben" yokum. Bu görüş, örneğin zayıf kimselerin akıllı, şişmanların sevecen olduğunu ileri sürer.
Demek oluyor ki akıllılık gösterenin bu işte payı yoktur, bu iş beden ağırlığının işidir. Sevecen ve cömert davranan bir kimseye de minnettar olmamız gerekmez, bu da onun midesinin işidir. Kendi insan benliğinin işi olmayıp, biyolojik yapısı böyle gerektirmiştir. Esasen bize şefkat ve iyilikle davranmamak elinde değildir.
Naturalizm(doğa -bilimcilik) :
Maddecilik(materyalizm) insanın yapısını ve özünü maddenin yapısı ve özünden bilir. Daha başlangıçta yaptığı tanımla, maddeden olmakla sınırlı bir gelişimin çerçevesi içine hapseder. insan sadece madde yapısından olan bir varlıktan başka bir şey değilse, madde yapısında olmanın boyutları içinde, sınırlanması ve engellenmesi demektir.
Doğacılık(naturalizm) da insanı harcayan, feda eden bir başka görüştür ki, 18. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına kadar oldukça yaygınlaşmıştır. Doğacılık şu görüştedir: Aslolan, 'tabiat' adlı canlı, fakat özbilincine sahip olmayan bir varlıktır. insan da bu canlı ve bilinçsiz doğa'nın(tabiat) bir ürünüdür. insan sonradan oluşan bir varlıktır ve onu meydana getiren doğa'dır. Ben özgürsem, duyumsuyorsam, seçiyorsam, bir şey yapıyorsam, doğa benim kavrayışımı, seçim ve yaratıcılık yeteneğimi yapmış ise ben de öylesine yapıyor, seçiyor, kavrıyorum. Şu halde insanın özgürlüğü doğanın onun yaratılış ve yeteneğine bağışladığı ölçüdeki imkânlarla sınırlanmıştır. Böylece insan; bu görüş içinde tabiat görüngülerinden (phenem, phenomene) biri olarak ele alınmaktadır. Doğa'da gelişmiş ve diğerlerinden daha fazla gelişmiş görüngülerden ayrılır. Bu görüş de "ben"i, istediğimi seçebilen ve yapıp-kurabilen bir varlık olarak feda etmektedir.
Irmak kenarında olduğunu, şu halde ister istemez balıkçılıkla geçinmem gerektiğini, yöremde yalnızca orman bulunduğunu, şu halde yazgımın avcılık olduğunu biliyordum. Bir eskimo ailesinde dünyaya gelmiş olsaydım evim buzdan, gıdam su ürünleri olacaktı. Çölde yaşıyor olsaydım... Kızılderili döneminde yaşıyor olsaydım... Sürüp gidiyor örnekler...
insan, bu dört zindandan kurtul(a)madığı sürece asla özgür olamayacaktır. Peki insan bu Dört Zindan'dan kendini nasıl kurtaracaktır? Yazar bunu kitabında çok iyi bir şekilde açıklamış. Kitabı alıp okumanızda ve bu Dört Zindan'dan kurtulma yollarını öğrenmenizde(ve başkalarına öğretmenizde) fayda var.
[Sosyolog, düşünür, Dr. Ali Şeriati'nin "insanın Dört Zindanı" adlı kitabından ben tarafından -bazı eklentilerim dahil- özetlenerek çıkarılmıştır.
ali şeriati'nin okunup üzerinde düşünülmesi gereken kitaplarından biridir.
kitapta afrikalı bir kabile reisinin beyaz insanlar için yaptığı şu açıklama ilgi çekicidir.
"kısaca 'beşer' adını alan bu canlı türünün kendine eziyet etme ve öldürme ile dolu bir tarihi vardır. bütün donanımlarını birbirlerini öldürme araçları uğruna harcarlar, üstelik birbirlerine karşı gerçekten bir kin duymaları da gerekmez. hiçbiri de öldürdüğünü yemez ki birbirlerini bu sebeple öldürüyorlar diyelim."
--spoiler--
o özgür kılıcı, yaratıcı, bilinçli insan; doğa, tarih ve toplum düzeni zindanlarından bilim ile kurtulur. 4. zindandan ise din ile kurtulur, aşk ile kurtulur.
--spoiler--
beşer ile insanın farkını ortaya koyan herkesin beşer olabileceğini fakat herkesin insan olamayacağını anlatan insan olmak için 4 zindandan kurtulmak gerekliliğini anlatan yaklaşık 60 sayfalık kitaptır. bir günde okunup bitmesine rağmen etkisi aynı yoğunlukta bir kitap okuyuncaya kadar sürer.
Dört zorlayıcı güç insanı öz bilincinden,seçme yeteneğinden ve yaratıcılık niteliğinden alıkoymaktadır. Descartes'ın şu cümlesi çok tanınmıştır: «Düşünüyorum, demek ki varım.»
Bu cümle, aynı zamanda Descartes'ın şüphesini de gösterir. Önce her şeyden şüphe etmiş, sonra «-Fakat şüphe etmekte oluşumdan da şüphe edemem. Demek ki ben varım ki şüphe ediyorum,şu halde ben varım!» demiştir.
Sonra da «düşünüyorum demek ki varım!» cümlesi üzerine büyük öğretisini temellendirmiştir.
ikinci söz Gide'indir; «Duyumsuyorum,demek ki varım!»
Üçüncü söz de Albert Camus'nündür : «Başkaldırıyorum, demek ki varım!»
Bu üçüncü daha doğrudur. Aslında varoluşun bu üç ölçütü de doğrudur.
Düşünen vardır ki düşünür. Duyumsayan vardır ki duyumsar.Başkaldıran, isyan eden de vardır ki başkaldırır.
insana özgü üç varoluşun en üstünü «başkaldırıyorum, demek ki varım»dır.
Adem Cennet'te olduğu ve başkaldırmadığı sürece adam değil bir melek (gibi) idi.
Başlangıçtan beri bilinçsiz bir kul olarak ibadet eden ınsanın ibadeti değersizdir. Başkaldırma bilincine ulaştıktan sonra itaat eden insanın itaati ise istenmiş, iradi bir itaattir. Şu halde insan tabiat içinde seçebilen tek varlıktır.