Anadolu da bir beldede içki müptelası bir zat ölünce imam başta olmak üzere halk cenaze namazını kilmaya yanaşmıyor. Hanımı eşini sırtlayıp dağlara çıkıyor. Rastgeldiği çobandan yardım istiyor. Birlikte eşini toprağa veriyorlar. Kadın çobana; "bir de dua eder misin" diyor. Çoban ben dua bilmem ama edeyim diyerek elini kaldırıp bir iki cümle birşeyler mırıldanıyor ardından da kadın evine dönüyor.
Aradan bir iki gün geçmeden köyün ileri gelenleri ve hatta imam ölen adamı Rüyalarında cennette ve güzellikler içinde görüyorlar. Akabinde durum iyice konuşulmaya başlıyor ve herkes sebebini merak ediyor. Sonunda adamın eşine sormaya karar veriyorlar.
-"eşini nasıl gömdün, nereye gömdün, biz kocanı cennette böyle böyle gördük."
Kadın- ben birşey yapmadım. Çoban la beraber dağa gömdük. Sonra da dua etti o kadar.
Ardından ahali çobanın yanına gidiyor ve;
-"cenazeyi gömdükten sonra dua etmişsin. Ne dedin söyler misin"
Çoban-"allah ım buradan gelip geçenlere tanrı misafiri, senin misafirin diyerek azığımdan yedirdim, sütümden ikram ettim. Şimdi de ben sana bir misafir gönderiyorum, şanınca ağırla allah ım" diye dua ettim.
Nuh aleyhisselam zamanında insanların ömürleri uzunmuş, 800-1000 sene yaşarlarmış. Bir kadının oğlu ölür. Kadın çok ağlar. Komşu kadınlardan birisi der ki:
Niye bu kadar ağlıyorsun, Allah-ü Teâlânın takdiri böyleymiş.
Elbette öyledir, ben ona ağlamıyorum.
Ya niye ağlıyorsun?
Yavrum fazla gün görmedi diye, annelik şefkatiyle ağlıyorum.
Oğlun kaç yaşındaydı?
275 yaşındaydı.
iyi ama sen buna ağlıyorsun da, ahir zamanda gelecek ümmet ne yapsın, ömürleri 50-60 sene olacak.
Ciddi mi söylüyorsun?
Elbette.
Allah Allah, onlar ev de yapacaklar mı?
Hem de kaç tane yapacaklarmış.
Ben onların yerinde olsaydım, çadırımın kazığını bile değişmezdim.
Genç bir öğrenci bir gece yarısı, mum ışığı altında ders çalışmaktaydı.ilmî araştırmalara daldığı bir sırada kapısı çalındı. O vakitte birinin gelmesinin meydana getirdiği hayret ve gelen misafirin kimliği hakkındaki merakla kapıyı açtı. Karşısında genç ve güzel bir kızcağız durmaktaydı.Karşısındaki misafir, yolunu kaybettiğini ve etrafta başka bir ışık göremediği için onun kapısını çalmaya mecbur kaldığını söyledi.Genç öğrenci, misafirini geri çevirip... gece karanlığına ve sokağın soğuğuna terk edemeyeceği için çaresizce içeri aldı. Ona oturup dinlenebileceği bir köşe gösterdikten sonra da sabaha kadar dersine çalışmaya devam etti. Utangaç ve gizli-saklı nazarlarla onu seyreden kızcağız, genç talebenin bir haline oldukça şaşırmıştı. Genç, arada bir parmağını, önünde yanan mumun alevine tutmakta ve bir müddet öylece bekledikten sonra geri çekmekteydi. Bir defa ile de yetinmemekte ve bunu ara ara tekrarlamaktaydı. Bu hal üzere sabah olmuştu.Gün ışıdıktan sonra genç kız oradan ayrılıp evine döndü. Halkın yardımıyla yolunu bularak ulaştığı ev, Osmanlı vezirlerinden birinin sarayıydı ve genç kız da vezirin kızıydı. Saray halkı, ona geceyi nerede ve nasıl geçirdiğini merakla sordu; çünkü bütün gece onu aramış ama bir türlü bulamamışlardı.Genç kız başından geçenleri, gördüklerini ve özellikle de kendisini misafireden öğrencinin tuhaf hâlini bir bir anlattı soranlara.Bunun üzerine vezir, kızına yardım eden o genci sarayına davet etti ve ona niçin sabaha kadar elini yanan mumun üzerinde tuttuğunu ve elini yaktığını sordu. Yusuf yüzlü genç şu güzel cevabı verdi vezire:― Yolunu kaybettiği için kapımı çalan bir misafiri dışarıda bırakamazdım.Bu sebeple onu kulübeme aldım. Nefsimin desiselerine karşı koyabilmek için de, elimi ara sıra mumun bana Cehennemi hatırlatan alevi üzerine koydum. Şeytan beni kandırmaya yeltendiğinde, parmağımı ateşe tutarak, nefsime Cehennem azabını hatırlattım ve böylece yanlış bir şey yapmaktan kurtuldum.iffet ve ismet şuuruyla ve bir gün vereceği azim hesabın korkusuyla parmağını yakan gencin bu hareketi vezirin çok hoşuna gitti. Vezir,ondan kızı ile evlenmesini teklif etti. Teklifi kabul eden genç bundan sonra Damat Efendi lakabıyla meşhur olan Mecmaul-Enhür isimli Hanefî fıkıh kitabının yazarı Muhammed bin Süleymandan başkası değildi..
Ormandaki karıncalar müthiş bir düzen ve saadet içinde yaşayıp duruyorlarmış:
ta ki kötü fil ormana musallat oluncaya kadar.
Filin en büyük zevki karınca ezmekmiş. Karıncalar çok hiddetlenmişler. Bir gün karıncaların şefi karınca liderlerinin toplanmasını istemiş, gerçekten sabah yüzlerce koloni lideri,şefin yanında toplanmışlar.
Uzunca bir sessizlikten sonra,şef konuşmuş Arkadaşlar,başımıza gelen felaketi biliyorsunuz. Ne öneriyorsunuz? diye sormuş. Kimi liderler Ormanı terk edelim ,kimisi Saklanalım kimisi de rüşvet verelim derken şef Arkadaşlar ormanımıza file bırakmayacağız,savaşacağız,herkes,tüm karıncalar silahlanıp,iki gün sonra sabah burada toplanacağız diye konuşunca,tüm liderler savaş!savaş!savaş nidalarıyla toplantıdan ayrılmışlar.
Büyük gün gelip çattığında ormanın her yerinden irili ufaklı,siyah beyaz tüm karıncalar sürüler halinde toplanmaya başlamışlar. Her taraftan karıncalar akın ediyormuş,ellerinde iğneler,sopalar taşlar ve herkes şefin tırmandığı kayanın altına toplanmış. tüm karıncalar Zafer!Zafer çığlıkları atarken birden uzaktan uzaktan bir filin ayak sesleri duyulmuş gümp gümp gümp karıncalar saklanıp beklemeye başlamışlar. Bir anda şefin hücum! komutunu duyan karıncalar file saldırmışlar. Filin üzeri bir anda milyonlarca karınca ile dolmuş. Isırıyorlar,vuruyorlar,iğne batırıyorlarmış. Fil şaşkınlığını atınca yere bir sağ ayağını vurmuş,bir sol ayağını vurmuş üstünde hiç karınca kalmamış. Karıncalar bir daha saldırmışlar file. Fil bir sol ayağını vurmuş yere,bütün karıncalar yerde. Sadece tek bir zayıf çelimsiz karınca son anda filin boğazına tutunmuş,düştü,düşecek sallanmaya başlamış. Tüm karıncalar filin etrafında toplanmışlar ve bağırmaya başlamışlar
BOĞ ONU BOĞ!
Bu hikayeden çıkaracağımız ders: eğer başarıya ulaşmak için sağlam planlar yapmazsanız, başarıyı umut etmekten öteye gidemezsiniz.
Adam, yeni aldığı arabasını yıkarken 6 yaşındaki oğlu yerden bir taş alır ve arabaya bir şeyler yazar!
Çok öfkelenen BABA, Çocuğunun ne yazdığına bile bakmadan oğlunun elini tutar, Vurur da vurur!
Hastanede, Elindeki sayısız kırık yüzünden çocuğun parmaklarının hepsi alınır. Ameliyattan sonra çocuk, Oldukça üzgün olan babasını gördüğünde:
- "Baba, Parmaklarım ne zaman çıkacak?" diye sorar!
Adam soru karşısında biter ve yıkılır kalır. Arabasına döndüğünde kafasını arabaya vurur da vurur. Sonra gelir motor kaputuna oturur ve işte o zaman oğlunun yazmaya çalıştıklarını görür:
"SENi SEViYORUM BABA!"
Öfke ve Sevgide sınır yoktur. Her zaman güzel bir yaşama sahip olmak için siz ikinciyi seçiniz!
Nesneler, kullanılmak üzere yapılmıştır. insanlar ise Sevilmek için!
Insan kendine benzemeyen ne idugu belirsiz vicdansiz kopeklere ve daha sonrasinda ne idugu belirsiz edepsiz kopeklere deger verirse ibretlik hikayeleri olur.
Öğrencilerine hayat üzerine ders vermek kararı ile sınıfa giren profesör, hiçbir şey söylemeden, kürsünün üstüne büyükçe bir kavanoz koyar…
Ardından kavanozu tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar… Öğrenciler, hep bir ağızdan kavanozun dolduğunu söylerler…
Bu sefer profesör içi çakıl taşı dolu olan bir torba çıkarır ve torbanın içindeki tüm çakıl taşlarını kavanoza döker…
Sonra çalkalayarak taşların tenis toplarının arasındaki boşluklara yerleşmesini sağlar…
Öğrencilerine tekrar sorar;
- “Kavanoz doldu mu çocuklar?”
Öğrenciler yine “evet doldu” diye yanıtlarlar.
***
Profesör bu defa içi kum dolu bir torba çıkarır ve torbanın içindeki tüm kumu kavanozun içine boşaltır…
Onu çalkalar ve kumların, içi tenis topu ve çakıl taşı dolu olan kavanoza yerleşmesini sağlar…
Bir defa daha sorar öğrencilerine;
- “Kavanoz doldu mu çocuklar?..”
Öğrenciler bir kez daha yanıtlar;
- “Evet, doldu…”
***
Bu sefer profesör bir öğrencisini kantine gönderip iki fincan kahve almasını rica eder… Gönüllü bir öğrenci koşarak sınıftan çıkar ve kısa bir süre sonra iki fincan kahve ile geri döner…
Öğrencisinin elinden kahveleri alan profesör bu defa bu kahveleri kavanozun içine döker ve çalkalar…
Sınıfa dönüp son kez sorar;
“Kavanoz doldu mu arkadaşlar?”
Öğrenciler biraz şaşkın dördüncü defa “evet doldu” diye cevap vermek zorunda kalırlar…
Bunun üzerine profesör içi tenis topu, çakıl taşı, kum ve kahve dolu kavanozu iki eli ile kaldırarak sınıfa gösterir ve şöyle der; ´
- Bu kavanoz sizin hayatınızı simgeler…
Bu tenis topları hayatınızdaki önemli şeylerdir…
Aileniz, çocuklarınız, sağlığınız arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeyler…
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur…
Çakıl taşları ise daha az önemli olan diğer şeyleri temsil eder…
işiniz, eviniz, arabanız vs…
Kum ise geriye kalan ufak şeylerdir…
***
Şayet kavanoza önce kum doldurursanız çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz…
Aynı şey hayatımız için de geçerlidir… Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır…
Dikkatinizi mutluluğunuz için değer taşıyan önceliklerinize çevirin…
Çocuklarınızla oynayın…
Sağlığınıza dikkat edin…
Eşinizle yemeğe çıkın…
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın…
Yani öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin…
Önceliklerinizi, sıraya dizmeyi iyi bilin… Gerisi hep kumdur…
Tam bu esnada bir öğrenci sorar; ´
- “Peki, o iki fincan kahve neydi hocam?” Profesör gülerek yanıtlar: ´
- “Bu soruyu bekliyordum… Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle birer fincan kahve içecek kadar yeriniz vardır… O iki fincan dostlarınızla keyifle içeceğiniz kahvedir!..”
Bir gün, bir çiftçinin eşeği kuyuya düşer.
Adam ne yapacağını düşünürken, hayvan saatlerce anırır.
En sonunda çiftçi, hayvanın yaşlı olduğunu ve kuyunun da zaten kapanması gerektiğini düşünür ve eşeği çıkartmaya değmeyeceğine kararverir.
Bütün komşularını yardıma çağırır. Her biri birer kürek alarak kuyuya toprak atmaya başlarlar. Eşek neolduğunu fark edince, önce daha beter bağırmaya başlar. Sonra, herkesin şaşkınlığına, sesini keser.Birkaç kürek toprak daha attıktan sonra
, çiftçi kuyuya bakar. Gözlerine inanamaz. Eşek, sırtına düşen her kürek toprakla müthiş bir şey yapmakta, toprağı aşağıya silke leyerek yukarı çıkmasına basamak hazırlamaktadır.
Bir süre sonra, komşular toprak atmaya devam edince, herkesin şaşkınlığı altında eşek, kuyunun kenarından dışarı bir adım atıp, koşarak uzaklaşır!
Hayat üzerinize hep toprak atacaktır; her türlü pislik ile.Kuyudan çıkmanın sırrı, bu pisliği silkeleyip bir adım yükselmektir.
Sıkıntılarımızın her biri bir adımdır. En derin kuyulardan bile yılmayarak, usanmayarak çıkabiliriz.Silkelenin ve biraz daha yukarı çıkın.
Mutluluğun 5 basit kuralını unutmayınız:
1. Kalbinizi nefretten arındır ın - Affedin.
2. Düşüncelerinizi endişelerinizden arındırın - Çoğu zaten hiç gerçekleşmez.
3. Basit yaşayın ve elinizdekilerin kıymetini bilin.
4. Daha çok verin.
5. Daha az bekleyin..
Bir adam , Afrika'da yürürken arkasından bir aslanın koştuğunu görür. Hızla kaçarken tam önünde bir kuyu görür ve hızla kuyuya iner. ipe sarılıp kuyuya inerken.. Alt tarafta büyük bir yılan görür.
Yılan hızla buna doğru yükselirken .. Ne yapacağım der.
Üstte aslan altta yılan. O sırada iki tane fare biri beyaz diğeri siyah ipi kemirmeye başlar. Her yerden başı belada iken bir anda bir yüzünde ıslak bir şey hisseder. Bir arı bir damla bal yüzüne bırakır ve balın tadı damağında iken....UYANIR.
OH BE RÜYA iMiŞ .. der. Bir seyyide anlatır. Rüyamın yorumu ne diye? Anlamadın mı der gülerek? Peşinden koşan aslan ölüm meleğidir. içinde yılan bulunan kuyu senin mezarındır.
Sarıldığın ip senin hayatındır. Beyaz ve siyah fare gece ile gündüzdür ömrünü kemirirler. Peki ya o bal nedir dersen ?
Dünyanın geçici lezzetidir, Ölümün arkasında bir hesap olduğunu sana unutturur..