ibni teymiyye

entry50 galeri2
    1.
  1. mustafa islamoğlu'nun akıl hocalarındandir. itikadi sikintilari vardir. cocuklarin ulasamayacagi yerlerde muhafaza ediniz.
    7 ...
  2. 2.
  3. yenilikçi ıslahatçı birisidir. 1263 senesinde yaşamıştır.
    19 yaşında iken fetva vermeye başlamıştır.
    mükemmel bir hafızaya sahiptir, iki yüz den fazla hocaadan ders dinlediği rivayet edilir.
    0 ...
  4. 3.
  5. tasavvufu çoğunlukla -ama bütünüyle değil- reddeder.
    4 ...
  6. 4.
  7. Reformist ve aykırı bakısıyla kendi zamanında mogol istilasına karsı halkları orgutlemıs ve bilinclendirmis din alimidir. ibn-u Teymiyye cocuklunda mogolların yasattıgı acılarla karsılasmıs ve buyudugunde bu bilincle islamı yorumlamıs ve zamanında tepkilere yol acan fetvalar vermiştir. Bilgi ile hareket eden ve daima saglam temellere dayanan bir fetva anşayısı ile mogollara karsı direnisleri esnasında 'karsı tarafta beni de gorseniz ve kafamda Kuran dahi olsa beni de oldurun' fetvasını vermıstır. O sıralarda korku salan mogolların yaptıgı zulumleri ve verdikleri korkuyu su sekilde bir anektodla anlatayım 'mogol askeri birisini yakalar ve boyununu vuracaktır.. bakar ki kılıcı yok.. mogol askeri koyluye doner bekle gelip seni oldurecegim der.. evinden kılıcını alır gelir mogol ve koylu hala orada boynunu uzatmıs beklemektedır..'
    ibnu teymiyye toplmsal bir hareket olusturan dusunceleri ile one cıkmıstır. Eserlerinin cevirilerinde keskin goruslerınden dolayı orijinalinden uzaklasıldıgı olmustur. islam tarihi icerisinde fikirleriyle toplumsal hareket olusturmus buyuklerden birisidir. Mogollara karsı verdigi direniş ile bilinir.
    3 ...
  8. 5.
  9. kalpten ziyade aklı öne çıkaran bir akımın kurucusu. islam'ın itikat boyutuna yeni bir misyon yüklemiştir. bugün hanbeli mezhebi ve vahhabilik denem mezhep büyük oranda ibn-i teymiyye'den etkilenmiştir. ayrıca maturidi ve eşari'den sonra selefi olarak tanımlanan akımının piri gibi bir şeydir.
    önemli not: saçları da uzunmuş.
    1 ...
  10. 6.
  11. kimilerine göre sapık,kimilerine göre büyük din alimi.Mehmet Akif'in savunduğu din alimi.
    2 ...
  12. 7.
  13. islam alimidir, müctehiddir.
    tasavvufu reddetmez, tasavvuf perdesi altında rezaletlerin bin türlüsünü işlemekten çekinmeyen sefilleri eleştirir. ya değilse kendisi abdülkadir geylani'nin medrese arkadaşı olduğu gibi, geylani'nin tasavvuf kitabına şerh bile yazmıştır. cüneyd-i bağdadi, abdülkadir geylani gibi onlarca mutasavvıftan alıntılar yapmış, onların pekçok sözlerini eserlerinde delil olarak kullanmıştır.
    dolayısıyla ibn-i teymiye için "tasavvufu reddetmiştir" diyen adam ya cahildir, ya aptaldır.

    mezhepsiz de değildir, hanbeli mezhebine mensuptur. ictihadlarını da bu mezhebin usulüne göre yapar. dolayısıyla mezhepsiz diyenler de ya cahildir ya aptaldır.
    5 ...
  14. 8.
  15. 9.
  16. sufilere ama özellikle ibni arabiye gıcığı vardır.
    2 ...
  17. 10.
  18. kendisi cihada önem veren ama sonraları mezhep alimlerini beğenmeyen şimdiki selefi görüşlülerin şeyhül islam dediği kişi.
    4 ...
  19. 11.
  20. ibn teymiyye; şuan ki küresel cihadın öncülerindendir.
    1 ...
  21. 12.
  22. 13.
  23. Dinî bilgiler yani ilahiyat ve akaid (inançlar) konusunda, felsefecilere, eski Yunan düşünce tarzına ve kelamcıların zahirî akılcılık şekline karşı bir tepki ortaya doğmuştu ki, bunun öncülüğünü Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî çekmişti. Bu tepki ham ve basit akılcılığa karşılık daha üstün bir akılcılığı ve daha olgun bir görüş ve düşünceyi ortaya koyuyor, yeni bir kelâm ilminin başladığını gösteriyordu ki, onun temeli duygu ve görüşün yükseklik ve temizliğine, kelâmcının şahsî tecrübesine dayanıyordu.

    Mevlânâ Çelâleddin, Allah'ın kendisine sezen bir kalp ve aşık bir karakter lütfettiği, döneminin derin bir bilgini idi. Felsefecilerin laf ebeliğinden, kelâmcılarm ifade oyunlarından içi daralmış ve çok usanmıştı. Ke­sin imana ve aşk sahibi birine rastlaması, riyâzat ve mücahede ile uğraşması onu öyle bir makam ve mevkiye ulaştırdı ki, artık bu makamda o kelâm ilminin mü­cadele sistemini gerçekçilikten uzak, mantık ve söz söyleme yeteneğini fazla görmeye başladı. Bu makama ulaştıktan sonra o; dinî gerçekleri dilinde açıkladı. On­ları isbat için gerçeğe daha yakın vicdan ve tecrübeye dayalı bir yol tuttu.

    Fakat felsefenin bu azgınlık ve aşırılığına, kelâm il­minin bu ölçüsüzlüğüne karşı bir tepki daha gerekli idi. Bu tepki, daha önce bildirilen tepkinin karşısında daha az haklı değildi. Felsefe ve kelâmın konusu Al­lah'ın zâtı ve sıfatları ile ilgili meselelerdi. islâm şeriatı, akaid konusunda insanları karanlık içinde bı­rakmadı. Aksine bu saha; bütün bir hayat, amel, ahlâk ve sağlam toplum düzeninin ve medeniyetin temelini oluşturduğundan o, bütün önceki dinlerden çok fazla Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatı hakkında öyle açık, herke­sin anlayacağı ölçüde ve kesin karar bildiren bilgiler verdi ki, bundan sonra artık bu konuda herhangi bir çabaya, didinmeye, baş ağrısına ve herhangi bir tahmi­ne gerek kalmadı.

    Bu bilgi ve kesin inancın kaynağı, doğuş yeri sade­ce peygamberlerin getirip verdikleri bilgilerdir. Onlar ne söylemişse, ne kadar söylemişse o son ve kesin söz­dür. Çünkü onlar o ötelerin ötesindeki varlığın ve onun tahmin edilemez, zan ve kıyas edilemez benzersiz sıfat­larını bilen kişilerdir.

    Felsefenin o konuda söz söyleme ve bir taraf olma hakkı yoktu. Çünkü o, bu ilmin ön ilkelerine bile sahip değildi. Felsefecilerde buna yetki de yoktu. Fakat felse­fe çizgisini aştı. Bu konuya sadece müdahelede bulun­makla kalmadı; onun meselelerinde ve detaylarında ancak bir kimyala boratuvarmda sonuçlandırılabilecek şekilde geniş, kesin ölçüler içinde fikirler beyan etti.

    Felsefe karşısında dini korumak için kelâm ilmi or­taya çıktı, çıkması da gerekli idi. Fakat gitgide buna felsefe ruhu girdi ve o, dini bir felsefe haline geldi. Ko­nusu aynı konu oldu. Araştırma ve ispatlama metodu aynı metod oldu. Allah'ın zâtı ve sıfatlarının ve akıl üs­tü konuların akılla ispat edilebileceğini belirtmesi, ay­nı temel hatası oldu. Peygamberlerin yorum ve açıkla­malarına aynı güvensizlik devam etti. Sınırlı eksik ve yanlış anlama meydana getiren eski Yunan terimlerinin kullanılması yine sürdü.

    Bunların sonucu olarak; konuların rahat anlaşıl­ması, sözün kısa olması yerine daha çok dolambaçlık ve sözlerin uzaması meydana geldi. Zât ve sıfatların son derece sade, etkili ve hoşa giden anlatımına karşı­lık -ki bunda gönüllerde iman meydana getirme, kafa­ları tatmin etme yetkisi vardı, Kitap ve sünnetin ifade­lerine dayanıyordu- uzun, dolambaçlı bir ilahiyat felse­fesi ve kalın bir "Şerh-i Akâid=inanç esaslarının izahı" ortaya çıktı. Eski Yunan felsefesinin karşısında olması­na rağmen, kelâmın üzerine Yunan düşüncesinin çok büyük etkisi olmuştu.

    Ortaya çıkan bu durumu, kitap ve sünnetin özü (ruhu) sürekli reddetti, protesto etti. islâm ümmetinin büyük bir bölümü, bu felsefeciler tarzındaki açıklama­lar ve anlatımlara, kelâmcılar tarzında sözü başka mânaya çevirmelere karşı çıkagelmiştir.

    Fakat Kitap ve sünnetin sağlam ve etkili biçimde anlatılıp gözler önüne konması için imanı güçlü, ilmi geniş, görüş ve anlayışı ince ve derin bir alime ihtiyaç vardı. Bu âlim; Kitap ve sünnetin yazıları ve zât ve sı­fatlar konusunda onların anlatışlarının, tabirlerinin tamamen yerinde ve yeterli olduğuna kesin inanan biri olmalıydı. Zekâsı ve derin bilgisi ile felsefenin özünü ve ruhunu tanımış olmalıydı. Eski Yunan filozoflarının sözlerini, düşüncelerini ve onların görüş tarzlarını, ilmî bir şekilde tenkid edebilmeliydi. Onların temel hatala­rını tanımalıydı. Kendi düşünce ve tefekkürü ile kelâm ilminin özüne ulaşmalıydı. islâm fırkalarının, mezhep­lerinin çok ince görüş ayrılıklarını bilmeliydi. Kelâm il­minin bütün tarihini ve onun gelişmesini tanımalıydı.

    Bütün bu bilgi ve tecrübelerle o âlimde Kitap ve sünnetin yazılı ifadelerine, ilk dönem islâm âlimlerinin görüşüne son derece güven doğmalı; onu koruma, onu anlatma azmi, heyecanı onun içinde doğmuş olmalıydı. Akıl bakımından da o, Kitap ve sünnetin daha üstün olduğunu ispat etmek için gayretli olmalıydı. Sonra bu nazik ve muazzam iş için gerekli olan bütün yetkilere sahip olmalıydı. Zekâ, ispat gücü ve anlatım yeteneği­ne sahip olmalı; geniş görüşlü ve çok araştırıcı olma ko­nusunda da seçkin ve döneminin seviyesinin üstünde olmalı, her bakımdan bu hizmete yetenekli olmalıydı.

    Diğer taraftan islâm iç ve dış saldırıların hedefi ha­line gelmişti. Hristiyanlar arasında kendi dinlerinin gerçek olduğunu ispat etme ve islâm'a karşı çıkmanın yeni bir dinamizmi doğmuştu. Haçlıların peş peşe hü­cumları; Suriye, Filistin ve Kıbrıs'ta Avrupa asıllı hristiyanlardan büyük sayıda bir topluluğun bulunması, onlar içinde müslümanlarla ilmî karşılaşma yapma, Hz. Muhammed (s.a)'in peygamberliğine itiraz etme ve kendi dinlerinin üstün olduğu konusunda kitaplar yaz­ma cesareti meydana getirmişti.

    Bunlara cevap vermek için; hristiyanlık ve diğer dinleri derinden incelemiş, onları çok iyi bilen, semavi kitapları ve onların değiştirilmelerini, bozulmalarını tamamen kavrayan, dinlerin karşılaştırılmasını çok iyi bir şekilde beceren, islâm'ın doğruluğunu ve üstünlü­ğünü güçlü, etkili, ilmî bir tarzda ispat edebilen, hik­met ve kuvvetle diğer dinlerin insanlarını islâm'a çağı-rabilen bir bilgine, kelâmcıya ihtiyaç vardı.

    Bu hıristiyan tartışmacılar ve yazarların saldırıla­rından daha tehlikeli olanı, meşhur bir "islâm fırkası" olan Bâtınîliğin saldırısı idi. Bâtınîlik mezhebi ve onun öğretileri eski iran dini olan Mecusîlik inançlarına da­yanıyordu. Eflâtun düşüncelerinin ve tehlikeli siyasî amaçların tuhaf bir karışımı idi. Bu ve bunun değişik kolları (ismâîlilik, Haşşâşîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik), müslümanlara karşı, müslüman olmayan güçlere ve dı­şardan gelen saldırganlara daima yardım etmişlerdir. Çok kere bunların teşviki ve oyunlarıyla islâm ülkele­rine Haçlı saldırıları yapıldığı sırada bunlar Haçlılarla beraber olmuşlardı. Bunun sonucu olarak da Haçlılar Suriye'yi ele geçirince, Bâtınî fırkaların adamlarını kendilerine dost ve yardımcı kılmışlar, onlara bu yar­dımlarının karşılığını vermişlerdir. Bunlar, Zengî ve Eyyubî idaresi döneminde daima isyanlar çıkarmışlar, ihanetler hazırlamışlardır. Hicrî sekizinci yüzyılda Mo­ğollar Şam'a saldırdıklarında bunlar açıktan açığa Mo­ğolların tarafını tutmuşlar, müslümanlara çok ağır za­rarlar vermişlerdir. Bunun dışında onlar, müslümanlar arasında daima düşünce bozukluğu, dine güvensizlik, terör, dinsizlik ve dinden sapmayı yaymaya çalışmış­lar, müslümanların din kalesinde eşkıyalara casusluk yapma görevini yürütmüşlerdir.

    Bütün bu hareketler bu fırkaya da ilim açısından ve davranış bakımından son bir darbe indirmeyi, yap­tıklarına bir son vermeyi gerektiriyordu. Bunların inançları ve gayeleri açığa çıkarılıp herkesin gözü önü­ne konularak müslümanların onları tanımalarına imkân sağlanmasını, islâm düşmanı faaliyetlerinden dolayı onlara iyi bir ders verilmesini zorunlu kılıyordu.

    Bu işi de ancak, bu fırkanın iç yüzünü, onun geçmi­şini, o andaki durumunu ve onun bütün kollarını ve bütün kollarının inançlarını, düşüncelerini tanıyan, bi­len biri yapabilirdi. ilmî açıdan onları reddedip tenkid etme gücüne sahip olan, göğsünde islâm hamiyetinin heyecanını taşıyan ve bu islâm düşmanlarına karşı ci-had etme coşkusu bulunan kişi bu görevi yapabilirdi.

    Bütün bunların yanında, müslüman olmayanlarla karışmaktan, yabancı etkilerden, âlimlerin tembellik ve gafletinden dolayı halk arasında kâfirce inançlar ve davranışlar yaygınlaşmıştı. Tevhid inancına ve gerçek din üzerine perde örtülmüş, gittikçe unutulmaya doğru gidiyordu.

    Evliya ve sâlih kullar hakkında, hristiyan ve yahudilerde olduğu gibi aşırılıklar ortaya çıkıyordu. Allah'la kul arasında aracılık ve velîlere yakınlaşma düşüncesi kökleşiyor ve Kur'an-ı Kerim'de de bildirildiği gibi; "Biz o putlara sadece onlar bizi Allah'a yaklaştırıyor diye ibadet ediyoruz." Cahiliye dönemi düşüncesi müslümanlar arasında gelişiyordu. Allah'tan başkasından yardım dilemeye ve "Allah'tan başkasından medet istemeye varıncaya kadar pek çok bozuk düşüncelere âlimler herhangi bir yanlış davranış gözü ile bakmıyor­lardı.

    Peygamberlerin, velî ve salih kişilerin mezarları yanında Hz. Peygamber'in menettiği ve yapılmasından çok çekindiği şeylerin hepsi yapılmaya başlanmıştı. Müslümanlar, zimmîlerle müslüman olmayanların ge­lenek ve göreneklerini benimsemekte bir sakınca gör­müyorlardı. Böyle bir kâfirce cahiliyete (islâm öncesi sapık davranışlara) karşı savaşmak, gerçek tevhid inancına bütün güç ve açıklıkla davet etmek için öyle bir mücahid âlime ihtiyaç vardı ki:

    Bu âlimin aklı; tevhidle, şirkin farkını çok güzel anlamış olmalı, cahiliyetle ilgili olan herşeyi bütün gö­rüntüleri içinde ve perdeleri altında tanıyabilmeliydi. Tevhidin ne demek olduğunu sonra gelen âlimlerin ki­taplarından öğrenme, cahil müslümanların alışkanlık­larından ve devrin âdet ve göreneklerinden tanıma ye­rine, doğrudan Kitap, sünnet ve sahabe-i kiramın hare­ketlerinden anlamış olmalıydı. Sağlam inancı, doğru

    itikadı açıkça söylemekte, yaymakta devletlerin karşı çıkmasına, dönemin insanlarının düşmanlığına, âlim­lerin değişik görüşlerine önem vermeyen biri olmalıydı.

    Kitap, sünnetle birlikte dinin sağlam ve ilk kayna­ğını, ilk dönem asırların durumunu derinden bilen, tam tanıyan yetkili bir kimse olmalıydı. Yahudi ve hristiyanların gerçek inançtan ayrılmalarını, onların Tevrat ve incil'i hangi tarihlerde nasıl değiştirdikleri­ni, cahiliyet toplumlarının duygu ve düşüncelerini çok iyi bilen kimse olmalıydı. Müslümanları; Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği öğretilere, islâm'ın ilk yüzyılının (baş­langıcının) inanç ve davranışlarına geri getirmeye, müslümanları sahabe-i kiramın ve tabiînin tutum ve davranışlarına göre hareket etmeye yöneltmek için durmadan çırpınan biri olmalıydı.

    Tasavvuf ve tarîkatçiler içine, (çeşitli tarihî ve ilmî sebeplerden ötürü) eski Yunan ve Hind ilham (içe doğ­ma) felsefesinin etkileri girmişti. Bu etkiler, islâm inanç ve düşünceleriyle öyle karışmışlardı ki, onları birbirinden ayırmak zorlaşmıştı. Yeni Eflâtunculuğun içe doğuş ve ilham anlayışı veya Hind yogizmi, ruhla­rın başka bir vücuda geçişi inancı, Vahdet-i Vücudculuk görüşü, zahir ve bâtın sınırlandırması, gizli bilim­ler, rumuz ve semboller, (sîne bilgileri fitnesi), ermiş ve gerçeğe ulaşmış kişilerden şer'î görevlerin düşmesi, bu kişilerin şer'î görevlerden hariç oldukları gibi düşünce ve inançların hepsi tarikat ve tasavvufçuların büyük bir bölümü arasında benimsenmişti.

    Her ne kadar her devrin araştırmacıları, sağlam bilginleri; bu sapık inançları reddetmişler ve onlara karşı çıkmışlarsa da, tasavvuf ve tarikatçıların büyük bir bölümü onlar üzerinde hâlâ ısrarlıydılar.

    Tarikat ve tasavvufun bazı bölümleri göz boyama ve sihirbazlık gibi dalavereci gösterilere kadar düşmüş­lerdi. 7. ve 8. hicrî yüzyılda Rufaîlik kolu bu konuda özellikle önde gidiyordu. Halk ve pek çok özel kesim bu mugalata (yamltma)ya av olmuşlardı.

    Bu tehlikeyi önlemek ve şeriatı korumak için de güçlü iman sahibi ve cesur ıslahatçı, düzenleyici birine ihtiyaç vardı. Bu ıslahatçı; o tip insanların ihtişamın-dan, otoritesinden, azametinden ve onlara bağlananla­rın, peşinden gelenlerin çokluğundan ve gücünden korkmadan; açıkça, serbestçe onları tenkid etmeli, ha­talarının ve mugalatalarının üzerinden perdeyi kaldı­racak biri olmalıydı.

    Eğitim ve bilim ortamında asırlardan beri öyle bir donukluk meydana gelmişti ki, kendi grubunun fıkıh çizgisinden kıl payı dışarı adım atmak suç kabul ediliyordu. Kur'an ve hadise o fıkıh mezheplerinin ve kendi gruplarının gözlükleriyle bakma alışkanlığı vardı. Mezıhep ayrıcalıklarında Kuran ve hadisi hakem yapma yerine, her ne şekilde olursa olsun kendi görüşlerine s Kuran ve hadisi uygun düşürmeye, uydurmaya çalışıyorlardı.

    Mezhepleri tercih etme kapısı da fiilen kapalıydı.

    Zamanın ve şartların değişmesi ile birlikte pek çok yeni problemler ortaya çıkmıştı. Bunlar hakkında fetva ı vermek, onlara çözüm getirmek için islâm'ın bütün fıkıh hazinesini tam olarak bilmek, Kitap ve sünneti 5 çok iyi öğrenmek, islâm'ın ilk çağlarının uygulamaları­nı tanımak ve fıkıh usulü bilgisini tam manasıyla kavramak gerekiyordu. Ama bir süreden beri bilgi, bakış s: ve araştırma yetenekleri sınırlı olmaya başlamış, dü-> şünme güçleri erimeye doğru gitmişti. Eski fıkıh bilgi hazinesine bir şey eklemek imkânsız görülmeye başla-f mıştır. islâm hukuku ve fıkıh bilgisi gelişmesini ve yükselme yeteneğini kaybetmişti. Bu yanlış durumu düzeltmek için ise öyle bir hadis, fıkıh ve usûl (metod) bilginine gerek vardı ki o; bütün islâm kültürünü, islâm ilim kaynaklarını öğrenmiş olmalı, Kur'an ve ha­disi; insanları hayrette bırakacak kadar ezberlemiş ol­malıydı. Hadisin türlerini, derecelerini ve onun topla­nıp yazıldığı eserleri, "bu kişinin bilmediği hadis asla hadis değildir" dedirtecek kadar bilmeli, müctehidlerin görüş ayrılıklarını ve onların görüşlerini ileri sürerken dayandıkları delilleri, kaynakları her an aklında tuta­cak kadar bilmeliydi. Kendi mezhebinin dışındaki mez­hepleri, görüşlerinin detaylarım, o mezhepleri öğreten ve onlarda fetva veren kişilerden daha çok bilmeliydi. Problemlere çözüm getirmek ve şahsî incelemeler yap­makla birlikte selef çizgisinde yer almış ve müctehid imamların mertebe ve değerini tanıyan biri olmalıydı. Dil bilgisinde otoriter, dil konusunda tenkitçi ve söz sa­hibi olmalı, Arap dilinin yapısını tanımalı, o konudaki bilginlerin rahatlıkla hatalarım bulacak ölçüde yetkili olmalıydı.

    Hafızası ilk hadisçileri hatırlatacak kadar güçlü, zekâsı Allah'ın kudretinin bir alâmeti denecek kadar harika, bilgisi Allah'ın sonsuz bir vergisine işaret olma­lı; kişiliği islâm ümmetinin büyük insan yetiştirmesi­ne, islâm ağacının canlılığına, islâm ilimlerinin güçlü­lüğüne, tazeliğine ve; "Benim ümmetim bir yağmura benzer; önü mü, sonu mu daha hayırlıdır bilinemez." hadisini tasdik ettirici olmalıydı. Bununla birlikte ha­yatın hareket alanında yani yaşanan hayatta arslan gi­bi bir kahraman olmalı; hem kalem, hem de kılıç sahibi olmalı, dönemin sultanlarının önünde hak söz ne ise çekinmeden onu söyleme cesaretine sahip olmalıydı. Moğollar gibi kan dökücü, vahşi düşmanlar karşısında islâm askerlerine önderlik yapmaktan geri durmamalı; eğitim sıralarından, kütüphane köşelerinden, mescidle-rin sakin odalarından, tartışma toplantılarından tut, hapishanelerin ölüm hücrelerine ve savaş alanlarına varıncaya kadar aynı ölçüde koşan, kahramanca atılan ve her tarafta sevilen, kendisine değer verilen, önderli­ği kabul edilen bir kimse olmalıydı.

    8. yüzyıl için öyle bir yiğit insana ihtiyaç vardı ki o, hayatın her alanında bir mücahid olmalı, çalışmaları, ıslahat ve onarmaları herhangi bir bölümle sınırlı ol­mamalıydı.

    işte bu kimse, islâm dünyasında yeni bir ilim ve davranış hareketi meydana getiren, bıraktığı etkileri asırlar geçtikten sonra bile hâlâ devam eden Şeyhül­islâm ibn Teymiye'den başkası değildi. [2]

    iBN TEYMiYE'NiN ZAMANI

    ibn Teymiye'nin zamanı bir çok olaylar, fitneler ve belâlarla dolu bir dönemdir. Siyasî, ahlâkî, sosyal, ilmî ve dinî bakımdan bu dönem özel bir önem taşır. ibn Teymiye'nin ıslâh ve düzenleme çalışmalarını, onun ilim ve ıslâh yapısını anlamak için, içinde doğup büyü­düğü, içinde yenileme ve ıslah görevi yaptığı çevreyi in­celemek gerekir.

    ibn Teymiye Bağdat'ın Moğollar tarafından yıkıl­masından beş sene sonra, Halep ve Şam'a girmelerin­den ise üç sene sonra doğdu. Bu bakımdan o, aklı başı­na geldiği zaman yani yaş bakımından düşünebilme ça­ğına ulaştığında, islâm şehirlerinin yıkılıp mahvedil-mesi ve müslümanlarm katliam edilmelerinin tüyler ürperten hikayeleri, Moğolların dehşet saçan vahşice zulümleri her çocuğun dilinde konuşuluyor olmalıdır. Bu olayları gözleriyle görenler her yerde bulunuyor ol­malıdır.

    O yedi yaşma geldiğinde, Irak'ın kuzeyinde Moğol­ların eline geçmiş olan Dicle ve Fırat arasında bulunan vatanı Harran'a Moğollar hücum etmişti. Pek çok sülâle ve aileler gibi onun ailesi de Moğolların zulmün­den, vahşice davranışlarından kurtulmak için Şam'a doğru yola çıktı. Yolların her yanı Moğolların dehşet iz­leriyle kaplıydı. Bu korku, dehşet, dağınıklık, güvensiz­lik ve düzensizlik; onun müthiş ve normal üstü hafıza­sından hiçbir zaman silinmedi.

    Kendisinin de izlerini ve işaretlerini görmüş olacağı bu yıkımları, bu manzaraları, o acıklı korkunç olayları gözleriyle gören insanların ağzından uzun uzun dinle­miş olacaktır. Bu bakımdan tabii olarak onun hassas ve hamiyetli karakteri, müslümanlarm bu çaresizlikle­rinden ve perişan edilmelerinden çok etkilenmiş, dola­yısıyla o yağmacılara karşı içinde köklü bir nefret duy­muş olacaktır.

    Bununla birlikte Ayn-ı Câlût denen yerde müslü­manlarm muhteşem zaferi onun doğumundan sadece üç sene Önce meydana gelmişti. Hatta Sultan Zahir Baybars'm zaferleri onun çocukluğu dönemindeki olay­lardır. O günlerde her tarafta bu zaferler konuşuluyor­du. Bu anlatılanlar ve zaferlerden dolayı yüreği serin­lemiş, maneviyatı güçlenmiş olmalı ve o zafer olayla­rından dolayı da kendine güven ve cesareti artmış ol­malıdır. [3]

    Mısır'daki Memlüklü Sultanları:

    ibn Teymiye'nin doğumundan 13 sene önceden beri Mısır ve Suriye'de Memlüklüler (Kölemenler hanedanı)'in idaresi sürüyordu. Bunlar, Sultan Selahaddin Eyyübî sülâlesinin son sultanı Melik Salih Necmeddin (Ö. 647)'in Türk köleleriydiler. Sultan bunların feda­kâr, vefakâr ve cesaretli oluşlarını gördüğü için onları Mısır'da yerleştirmişti. Bunlar "Denizciler"[4] lakabıyla da ünlüdürler.

    Bunların arasında bulunan izzettin Aybek adında bir Türkmen, 647 hicri tarihinde Melik Salih'in yerine geçen Turan Şah'ı öldürerek devleti ele geçirdi. Melik el-Muiz adını aldı. H. 655'de o da öldürüldü. Yerine oğ­lu Nureddin Ali geçti. 657 yılında izzettin Aybek'in, devletin en üst kademede yöneticisi olan kölesi Seyfed-din Kutuz devleti ele geçirdi. işte bu Sultan, ilk defa Moğolları kesin yenilgiye uğratan kişidir. Bir sene son­ra (H. 648 de) Melik Salih Necmeddin Eyyub'un diğer bir kölesi Rükneddin Baybars Seyfeddin Kutuz'u öldü­rerek devlet idaresini kendi eline aldı. Melik Zahir lâkabını kendine unvan yaptı. 18 sene boyunca da son derece heybetli, azametli biçimde devleti idare etti. Moğollara ve Haçlılara karşı arka arkaya zaferler kazan­dı.

    imam ibn Teymiye doğduğunda Mısır ve Suriye'de Zahir Baybars'm idaresi hüküm sürüyordu. Çocukluğu onun idaresi altında geçti. Baybars öldüğü sırada ibn Teymiye 15 yaşındaydı ve gençlik çağına girmişti. Me­lik Zahir, Sultan Selahaddin Eyyûbî'den sonra bütün ilgisiyle cihada yönelen ve islâm düşmanlarını arka ar­kaya yenilgiye uğratan ilk güçlü müslüman sultandı. ibn Kesîr onun hakkında şöyle yazıyor:

    "Baybars; uyanık, zeki, üstün cesaretli, kahraman bir sultandı. Düşmanlarını hiçbir an göz önünden uzak tutmaz, sürekli onlar karşısında düzenli ve hazır bir vaziyette bulunurdu. O, islâm'ın dağınıklık dönemini ve müslümanlarm perişan halini düzeltti. Gerçek şu ki Allah Teâlâ onu, bu son zamanda islâm'ı ve müslü-manları desteklemek, onlara yardım etmek için gön­dermişti. Avrupalı hıristiyanlar (Frenkler), Moğollar ve müşrikler nazarında o^ gözlerine batan bir diken gibi idi. içkiyi yasakladı. Ahlâksızlığı ve suçu meslek edin­miş insanları ülke dışına çıkardı. Gözüne ilişen her düzensizlik ve bozukluğu yok etmeden içi rahat etmezdi."[5]

    Zahir Baybars'm saltanatı çok düzenli, ülkesi çok genişti. Doğuda Fırat nehrine, güneyde Sudan'ın en alt bölgesine kadar ülkenin sınırları uzanmıştı. Mısır bu devletin merkezi, Kahire de başşehri idi. Sultan ve Abbasî[6] halifesinin Kahire'de oturmasından dolayı o dönemin islâm dünyasının siyasî, ilmî ve medeniyet merkezi haline gelmişti. Baybars pek çok mektep, med­rese açtı. Uzaklardan gelen âlimler ve yetenekli kişiler Kahire'de toplandı.

    Baybars; şahsî yeteneği, islâmî heyecanı ve cihad aşkı taşımasıyla birlikte, herşeye rağmen diktatör bir idareci idi. Bu yüzden onda diktatör padişahların ku­surları da görülmektedir. Onun mücahidce başarılarıy­la ve islama hizmetlerle dolu parlak dönemi, ferdî ida­renin (monarşi) özellikleri olan baskı, inatçı ve keyfî tutum ve davranışlarla da lekelidir. Bunlar arsında acı bir olay, imam Nevevî'ye[7] karşı takınılan tavırdır.

    Baybars, 18 sene düzenli ve sağlam bir şekilde dev­leti idare ettikten sonra Mısır ve Suriye devlet idaresine kısa zamanda birçok sultan gelip geçti. 626 H. yılın­dan başlayarak (Baybars'm öldüğü yıl) 709 H. yılına kadar 33 senelik süre içinde Mısır devlet idaresine 9 sultanın geçmesinden bu husus anlaşılabilir.

    Bu 33 senelik süre içinde Mısır, Suriye ve Hicaz islâm idaresine bir tek güçlü, düzenli ve mücahid sul­tan nasib oldu. Onun da adı Melik Mansur Seyfeddin Kalavun'dur. O; H. 678 yılında Moğollara hücum etti ve onları şiddetle yendi. 185 seneden beri Haçlıların iş­galinde bulunan Trablus şehrini de fethedip kurtardı. H. 678'den H. 689 senesine kadar 12 sene boyunca bü­yük bir saltanat ve debdebe ile devleti idare etti.

    Mansur Kalavun'dan sonra Mısır idaresi tekrar pa­dişahların ve padişahlar etrafında kümelenen zümre­nin oyuncağı haline geldi. Sonunda 709 yılında Mansur kalavun'un oğlu Melik Nasır Muhammed b. Kalavun, üçüncü kez devlet idaresini ele aldı. 32 sene süreyle devlete istikrar geldi. işte bu Melik Nasır, ibn Teymi-ye'nin tam çağdaşıdır. ibn Teymiye'nin yenileme ve ıslâh çalışmalarının tarihi onun dönemine aittir. Bü­yük ölçüde o; Zahir Baybars'm yerini tutan, pek çok ni­telikleriyle onun bir benzeri olan ve meşhur babası Mansur Kalavun'u hatırlatan biriydi. Onun döneminde yeniden islâm devletinde birlik ve güçlenme meydana geldi. O kendinden önceki meşhur önderi gibi Moğolla­ra karşı muhteşem zaferler elde etti. islâm devletini tam olarak yerine oturttu.

    Bütün bu süre içerisinde Irak, iran, Horasan Mo­ğolların idaresi altında kalmaya devam etti. O ana ka­dar Bağdat yeniden müslümanlarm eline geçmedi. Oranın (Moğol) idarecisi bizzat müslüman oluncaya dek öylece sürdü. Mısır'ın Abbasî halifesi bizzat ordu sönderdi. Sultan Zahir Bavbars tekrar tekrar oraya

    hücum etmek istedi.Fakat başarılı olamadı. Memlüklü sultanlarının elinde ve idaresinde sadece Mısır, Sudan, Suriye ve Hicaz bulunuyordu. [8]

    Devlet idaresi:

    Memlüklü sultanlarının resmî dini her ne kadar islâm ise de; sultan ve devleti yönetenler islâm'a sevgi ve saygı duyuyorlar, dinî hamiyet ve gayret taşıyorlar, kadılar, imamlar, şeyhülislâm ve dinî mevkîdekiler dü­zenli bir şekilde tayin ediliyorlar, temyiz mahkemesi bulunuyor ve kadı'mn kararları kesinlikle uygulanıyor, okullarda dinî eğitim serbestçe veriliyorsa da yine de devletin bütün idarî yetkilerinde gerçek söz sahibi olan sultan ve onun güvendiği vezirlerle devletin üst düzey yöneticileriydi. Onların kararı, onların gönlün­den geçen arzular ve dilekler devletin ana kanunuydu. islâm kanunlarının uygulanma çizgisi, onların geniş çaplı devletlerinde herşeye rağmen sınırlıydı. Devlet düzeni aşağı yukarı askerî bir tarza sahipti. Ne bir ya­zılı anayasaları, ne belirli ve düzenli bir sistemleri var­dı, ne de bir danışma meclisleri bulunuyordu.

    Zahir Baybars ve onun yerine geçen sultanlar; dev­letin kanunlarının, verilen kararların ve icraatların o devrin âlimleri tarafından desteklenmesini, doğru ol­duğunun tasdik edilmesini istiyorlardı. Olabildiğince de onların olurunu almayı, onlara danışmayı da ihmal etmiyorlardı. Eğer âlimler bir kanuna veya bir icraata şiddetle karşı çıkarlarsa onu da geriye alıyorlardı.

    Zahir Baybars, Mısır ve Suriye'de toprak sahiplerinin arazilerini devlet hakkı olarak ellerinden almak istedi. imam Nevevî buna şiddetle karşı çıktı[9] Baybars her ne kadar buna öfkelendi ve imam Nevevî'nin de bu yüzden Suriye'yi terketmesi gerekti ise de toprakların eskiden olduğu gibi sahiplerinde kalmasında etkili ol­du. Baybars bunda bir değişiklik yapmadı.

    Devlet düzeni babadan oğula miras olarak geçme esasına dayanıyor, herhangi bir islâmî temele ve pren­sibe dayanmıyordu. islâm'ın özünün, onun sağlam ve âmir hükümlerinin; devlet başkanının şahsî yetkilerle donatılmış ve milletin ona güven duyması sağlanmış olmasını gerektirdiğinden dolayı değil, aksine Memlük-lüler sülâlesinin ve hanedanının temeli şahsî gayretle­re,- ferdî teşebbüs ve icraatlara dayandığı için bu idare­nin karakteri öyle bir düzeni ortaya koymuştu. Daha güçlü olan, daha cesur olan devlet idaresini kendi eline alıyordu. Eyyûbîler devletinin köleleri; şahsî gayretleri, çabaları ile efendilerinin saltanatını ele geçirdiler. Bu tutum sonuna kadar böyle devam etti. Onlardan her bi­ri kendi oğullarını yerlerine geçirmeye çalıştılarsa da köleleri içinde daha cesur, daha atak olanlar onları ite­rek kendileri devletin başına geçtiler. Taç ve tahtın güç ve yetkileri, bu ihtiras dolu insanlarda şansını deneme arzusu doğurdu. Bu arzuya ulaşmak için de çok kere kemend atma ve zor kullanma gerekiyordu. Bu sırada eğer Moğollar ya da Frenkler hücum ederse çok kere ancak o zaman bunlar birleşebiliyorlardı. [10]

    Memleketin Sosyal ve Ahlâkî Durumu:

    Türk ırkından olan bu idareci tabaka kendilerinde üstünlük duygusu taşıyordu. Her bakımdan genel halktan ayrıcalıklı yaşıyorlardı. Dilleri Türkçe idi. Sa­dece ibadet yaparlarken veya ilim adamlarıyla konu­şurlarken yahut halkla görüşürken, -bu çok az rastla­nan bir olaydı- Arapçayı kullanıyorlardı. Bunlardan bir kısmı Arapçayı ancak zaruri ihtiyaçlarım yerine getire­cek kadar biliyordu. Bununla birlikte âlimlere değer veriyorlar, salih kişileri, ulu maneviyat erbabını sevi­yorlar, mektepler, medreseler kuruyorlar ve mescidler inşa ediyorlardı. Makam ve mevkilere adam tayin ederken herhangi bir milleti veya belirli bir sınıfı ter­cih etmiyorlardı. Yine de devlet düzenini elinde tutan çok büyük makamlar ve askerî mevkiler tabii olarak Türk soyundan gelen komutanlara veriliyordu. Devlet idarecileri, yetkilileri ve çok büyük arazi sahipleri Türklerle Moğollardı. Onlar çiftçilerin, işçilerin eme­ğinden faydalanıyorlardı.

    H. 697 yılında Hüsamettin Lâçin, kendi idaresi dö­neminde arazileri çiftçilere faydalı olacak, onların du­rumunu düzeltecek ve tarım üretimini geliştirecek şe­kilde halka dağıtmaya çalıştı. Fakat devletin üst dere­cedeki idarecileri bu tutumu beğenmediler, ona karşı isyan ettiler.

    Şehirlerde yaşayanların önemli bir bölümü Moğol-du. Seyfeddin Kutuz, Zahir Baybars ve Nasiruddin Ka-lavun'un Moğollarla yaptıkları savaşlarda sayısız Mo­ğol esir alınmıştı. Bunlaf Mısır ve Suriye'ye getirilip, bir süre tutuklu kaldıktan sonra oralara yerleştiler.Makrizî'nin anlattığına göre; Zahir Baybars zamanında Mısır ve Suriye bunlarla dolmuştu. Onların âdetleri, görenekleri ülkenin her tarafına yayılmıştı. Her ne ka­dar bunlar islâmı kabul etmiş iseler de pek çok âdet ve an'anelerini devam ettiriyorlardı. Kendi millî özellikle­rini de sürdürüyorlardı. Yeni müslüman olmuş kimse-

    lerin islam'a herşeyleriyle ve tanı olarak, eksiksiz geç­tiklerine ve eski inanç ve düşüncelerini, kültür ve Özel­liklerini, eskiden gelen düşünce tarzlarını tamamen bı­rakarak, onlardan arınmış olduklarına tarihte çok az örnek bulunmaktadır.

    Hz. Peygamber Efendimiz zamanında islâm ve ca-hiliye çatışmasının tamamen yok olması, cahiliye döne­minin herşeyi ile yok olup islâmın eksiksiz yaşanması Hz. Peygamberin bir mucizesi, yüce sahabelerin de bir özelliği idi. Bir bakıma onlar, islâm'da yeniden doğ­muşlardı.

    Böyle bir zamanda, toplumda islâmî eğitim ve öğre­tim düzeni eksiksiz uygulanmadığı sürece, islâm top­lum düzeni içinde yeni müslüman olanların eritilmesi ve yeni baştan bir kalıba sokulma yeteneği olmadığı sürece Moğolların ve Türk ırkından olan yabancıların, islâm inanç ve ibadetlerinin kalıbına girmesini ve eski âdet ve ahlâklarından bir anda sıynlacaklarını ummak doğru değildir. Nitekim bu Moğol ırkından yeni müslü­man olanların hayatı islam ve cahiliye etkilerinin karı­şımı, bileşimi idi. Mısır'ın ünlü tarihçisi Makrizî şöyle yazıyor:

    "Bu Moğollar, islâm yurdunda düzene konmuşlar­dı. Bunlar Kur'an-ı Kerim'i düzgün şekilde öğrendiler. islâm'ın emir ve kanunlarını tanıdılar ama onların ha­yatı hak ve bâtılın birleştiği bir karmaşa idi. Onlar arasında iyi şeyler de vardı kötü şeyler de. Dinî mesele­ler; namaz, oruç, zekât, hac, vakıflar, yetimlere ait me­seleler, eşler arasındaki anlaşmazlıklar, borç alıp ve­renler arasındaki münakaşalar ve daha buna benzer şeyler baş kadıya havale ediliyor; fakat kendi şahsî iş­lerinde Cengiz Han geleneklerine bağlı kalıyorlar, (Mo­ğol kanunu) yasadan ayrılmıyorlardı. Kendileri için

    mabeynci (hâcib) adında bir kişi tayin etmişlerdi. Gün­lük işleri hakkında o karar veriyor, güçlüyü düzen ve zapta sokuyor ve yasaya uygun olarak zayıfın hakkını alıyordu. Aynı şekilde Moğol tüccarlarının çok büyük çaptaki işleri hakkındaki kararı da yasaya (Moğol milli kanununa) göre veriyordu. Araziler ve toprak konusun­da anlaşmazlık olursa, onun da çözümü bu millî kanu­na göre oluyordu. "[11]

    Bu Türk soyundan gelen yabancıların, bu yeni müslüman olan Moğolların âdet, ahlâk, töre, an'ane, kültür ve toplum yapılarının hatta inanç ve düşüncele­rinin eski Arap ve müslüman halk üzerinde etki yap­ması kaçınılmazdı. Nasıl Haçlı savaşlarında Avrupalı ile Asyalı birbirine karışmışsa aynı şekilde Moğol hü­cumlarının ve Moğolların galip ve mağlup hale gelme­lerinin sonucunda doğu ile batı birbirine karışıyor, bir­leşiyordu. Bu karışma, bu birleşme savaş alanındaki çatışma ile başladı. Fakat kültür, düşünce ve ahlâk ka­rışmasıyla son buldu. Her biri diğerini etkiledi, her biri diğerinin etkisini de benimsedi.

    Bu karışma ve birleşme pek çok yeni problem orta­ya çıkardı. Yeni bir sosyal yaşayış ve yeni bir kültür meydana geldi. Bunun islâm medeniyeti veya Arap toplum düzeni olduğunu söylemek zordur. Böyle bir du­rum; müslümanlann yaşayışındaki islâm dışı etkileri, cahiliye töre ve alışkanlıkları görmeye gönlü razı olma­yan, baştan başa Kitap ve sünnete bağlı olup asırların en hayırlısı olan islâm'ın ilk asrının çizgisinde yürüyen ve Kur'an-ı Kerim'deki: "islâm'a tam ve eksiksiz olarak girin." emrine uymak isteyen bir ıslahatçı ve öğreticiye büyük sorumluluklar yüklüyordu. [12]

    ilmî Çalışmalar:

    Bu yüzyılın ortasında Allâme Takiyyüddin Ebu Amr b. Salâh (577-643 H.), Şeyhülislâm izzeddin b. Abdüsselâm (578-660 H.) ve imam Muhyiddin Nevevî (631-676 H.) gibi ilim önderleri mevcuttu. Bu yüzyılın sonunda Şeyhülislâm Takiyyüddin îbn Dakîk ei-îd (625-702 H.) gibi hadisçi ve Allâme el-Bâcî (631-714 H.) gibi usulcü ve kelâmcı göze çarpmaktadır.

    ibn Teymiye'nin çağdaşları arasında Allâme Cemâ-leddin Ebu'l-Haccâc el-Mizzî (654-742 H.), Hafız Ale-müddîn Berzâlî (665-739 H.) ve Allâme Şemseddîn Ze-hebî (673-748 H.) gibi hadisçi ve tarihçiler vardı. Bun­lar kendi dönemlerinde hadis ve rivayet ilminin dört temel direği sayılırlardı. Daha sonra gelen bilginler bunların kitaplarını jegâne bilgi kaynağı kabul ederler.

    Bunlardan başka Başkadı Kemaleddin b. Zemel-kânî (667-727 H.^Başkadı Celâleddin Kazvînî (ö. 739 H.), Başkadı Takiyyüddin Sübkî (683-756 H.) ve Allâ­me Ebû Hayyân en-Nahvî (654-745 H.) gibi sahaların­da en üstün noktaya ulaşmış üstadlar ve çok yetenekli bilginler vardı. Onların dersine bütün insanlar gelirdi. Derin bilgilerinin şöhreti de her tarafı tutmuştu.

    ilmin yayılışı gelişmekte idi. Mısır ve Suriye'de Eyyubîlerin, Memlüklülerin kurduğu kocaman okullar ve hadis yuvaları vardı. Oralarda dünyanın her tara­fından gelmiş kimseler dinî ilimleri ve akıl ilimlerim öğreniyorlardı. Okulların yanında, onlardan ayrı ola­rak geniş ve büyük kütüphaneler bulunuyordu. Bunla­rın içinde her ilim ve fennin eşine az rastlanır kitapları ve ilim hazineleri korunuyordu. Bunlardan her ilim meraklısı faydalanabilirdi. Sadece Kâmiliyye medrese­sinde -ki onu Kâmil Muhammed Eyyûbî 621 Hicrî yılında kurmuştu- bulunan kütüphanede 100.000 kitap bulunuyordu.

    Yine bu yüzyıl içinde çok önemli bazı kitaplar yazıl­dı. Bu kitapları daha sonraki bilginler başvurulan kay- , nak birer eser kabul ettiler. Meselâ, Allâme Takıyyud- : din b. Salâh'ın Mukaddimesi, Şeyh izzeddin b. Abdüs-selâm'm Kavâid el-Kübrâ'sı} imam Nevevî'nin Şerhu'l-Mühezzeb Mecmuası ve Müslim Şerhi, ibn Dakîk el-Id'in Kitâb el-imâm'ı ve ihkâm el-Ahkâm Şerhu Umdetu'l-Ahkâm'ı ve Ebu'l-Haccâc el-Mizzî'nin Tehzîb el-Kemâl'i ile Allâme Zehebl'nin Mizânu'l-î'tidâl'i ve Tariku'l-islâm'ı gibi kitaplar sayılabilir.

    Fakat birkaç kişiyi ve ilmî çalışmaları çıkarırsak, bu yüzyılın ilim elde etme ve kitap telif etme işinde ge­nişlik vardı, derinlik azdı. inceleme, derin konulara dalma ve düşünme yerine nakil ve başka eserlerden alıntı yapma merakı daha çoktu. Fıkıh mezhepleri, kendilerinde ilerleme olmayan demirden bir kalıp hali­ne gelmişlerdi. Dört mezhebin hak olduğu kabul edil­mekle birlikte uygulamada her mezhebin taraftarları, hakkı kendi mezhebi içinde sınırlı görüyorlardı. Çok tedbirli konuşanlar da şöyle diyordu: "Bizim imamızın içtihadları tamamen doğrudur, bunların içinde yanlış bulunma ihtimali vardır. Diğer imamların içtihadları ise yanlıştır. Onların içtihadları içinde bazılarının doğ­ru olma ihtimali vardır."

    Her mezhep mensubu kendi fıkıh mezhebini, bütün fıkıh mezheplerinden daha üstün ve Allah tarafından destekli en üstün mezheb kabul ediyordu. Bütün zekâ­larını, yazma ve anlatma yeteneklerini o mezhebin üs­tün olduğunu, daha değerli olduğunu ispat etmekte harcıyorlardı.

    Mezheb mensuplarının kendi mezheplerine hangi bakışla baktıklarını ve mezhep mensuplarında hâkim olan zihniyeti şu olaydan ölçebilirsiniz: Sultan Zahir Baybars daha önceki uygulamanın tersine Şafiî mezhe­bindeki başkadıdan başka diğer üç mezhepten de teker teker başkadı tayin edince Şafiî fıkıh bilginleri bunu şiddetle eleştirdiler ve bu karara nefret gözüyle baktı­lar. Onlar Mısır'ı Şafiî mezhebinde bir başkadımn ida­resi altında görmeyi istediklerinden böyle düşünüyor­lar ve zannediyorlardı ki, eskiden beri gelen islâm kül­türünün merkezi ve imam Şafiî'nin defnedildiği yer ol­ması bakımından Mısır üzerinde Şafiî mezhebinin hak­kı vardır; Mısır'da sadece Şafiî mezhebi bulunmalıdır. Baybars'm saltanatı son bulup onun sülâlesinden dev­let idaresi alınınca bazı Şâfiîler bunu Baybars'ın diğer mezheplerden de başkadı tayin etme hareketinin ceza­sı ve ilâhî intikamı kabul etmişlerdi[13]

    Bu fıkıh gruplaşması ve mezhep zümreciliğiyle bir­likte kelâmla ilgili meselelerdeki aşırılık da son nokta­sına ulaşmıştı. Dört mezhebe bağlı olanlar birbirini ka­bul ediyor ve birbirine talebe hoca bile oluyorlardı. Ara­larında buluşma kaynaşma da vardı. Birbirine sevgi saygı da gösteriyorlardı. Fakat kelâm konularında Eş'arîlerle Hanbelîlerin birleşmesi hemen hemen im­kânsızdı. Mezhepler arasındaki tartışma ancak öncelik ve üstünlükteydi. Ama Hanbelî, Eş'arî tartışması birbi­rini islâm dışı kabul etme noktasındaydı. Biri diğerinin küfür ve sapıklığında ısrar ediyordu. inanç tartışmala­rı ve kelâm konularındaki araştırmalar, bütün tartış­maların ve incelemelerin üzerine çıkmıştı. Bu merak her ilgi ve meraka üstün gelmişti. Devlet idarecileri bundan zevk alıyordu. Özel kesim ve halk tabakası, herkes bu merakın sarhoşu olmuştu.

    Diğer taraftan tasavvuf da zirvede idi. Ona da pek çok islâm dışı düşünce ve unsurlar girmişti.Pek çok zanaatkar, cahil, araştırıp inceleme yapmayan bid'atçı kimseler bu zümre içine girerek halk ve özel kesimin sapıtmasına, doğru yoldan ayrılmasına, şirk ve bid'at-ların her tarafı sarmasına sebep oluyorlardı.

    Felsefecilerin bir bölümü de dinden ve peygamber­lerin öğrettiklerinden uzaklaşarak kendi öğrettiklerini yaymakta, bazan açık, bazan gizli olarak durmadan ça­lışıyorlardı. Bir başka felsefeciler grubu; felsefeyi temel ve ölçü kabul ederek dinleri onun emrine vermeye ve ona bağlı kılmaya çalışıyorlar di. Akılla nakli birbirine uygun düşürmeye çabalıyorlardı. Felsefecilerin iki gru­bu da Aristo ve Eflatun'un donmuş taklitçisi ve onların düşünce ve kavramlarının mukaddes olduğuna, onların bilgilerinin doğru ve üstün olduğuna bir bakıma onla­rın insanüstü varlıklar olduklarına tamamen inanmış­lardı. Hiçbir şeyde onların görüşlerinin, incelemeleri­nin yanlışlığını kabul etmeye, onlardan ayrılmaya ha­zır değillerdi.

    işte ibn Teymiye'nin, içinde gözünü açıp kendine geldiği, yenileme ve ıslâh bayrağını dalgalandırdığı siyasî, içtimaî, ahlâkî, ilmî ve zihnî çevre buydu. [14]

    [1] Ebu Hasan En Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/13-15.

    [2] Ebu Hasan En Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/19-28.

    [3] Ebu Hasan En Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/29-30.

    [4] Bunlar Nil nehri kıyısında oturdukları için "Denizciler" adıyla isimlendirildiler. Mısır'da hâlâ Nil nehrine rahatlıkla "deniz" tabiri kullanılır.

    [5] el Bidaye ve n Nihaye, c.13, s.276.

    [6] Halife Mustasım'ın şehit edilmesinden sonra üç sene süreyle müslümanlar halifesiz kaldılar. Tarihçiler, yeni seneleri ya­zarlarken şöyle ifade kullanmaktadırlar: "...Senesi girdi, müslümanlar hâlâ halifesiz" Sonunda Sultan Zahir Baybars, H. 659'de Abbasî hanedanından Mustansır Billah EbuI-Kâsım Ahmed b. Emîr el-Müminin Zahir adında bir kişiye biat etti. Böylece Mısır halifelik merkezi oldu. Fakat bu hali­felik bir isimden ibaretti. Asılsöz sahibi ve hâkim olan sulta­nın kendisiydi.

    [7] (bkz: Tabakat-i Şafîiyye el-Kübra), imam Nevevî nin hal tercümesi.

    [8] Ebu Hasan En-Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/30-34.

    [9] `Tabakat eş-Şafiyyetül Kübra
    `
    [10] Ebu Hasan En Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/34-35.

    [11] Hıtat-ı Mısır.

    [12] Ebu asan En-Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/35-38.

    [13] Tabakat eş-Şafıiyyetü1 Kübra

    [14] Ebu Hasan En Nedevi, islam Önderleri Tarihi 1, Kayıhan Yayınları: 2/39-42.
    4 ...
  24. 14.
  25. yetiştirdiği en önemli talebesi ibn'ül cevzi değil ibn kayyim el-cevziyye'dir. bu ikisi her zaman karıştırılır. ibn'ül cevzi, ibn teymiye'den önce yaşamıştır. ibn teymiye'nin tasavvuf düşmanı olduğunu söyleyenler genellikle onun eserlerini okumamış kisilerdir. bir baska talebesi imam zehebiye göre eserleri 700'e ulaşmaktadır. hem kılıc hem kalemle cihad etmiş, hayatı boyunca hic evlenmemistir.
    0 ...
  26. 15.
  27. Belki de sokakta goruldugunde yuzune bakilip selam verilmeyecek kisilerce sapik damgasi vurulan seyh...
    Birkac tasavvuf hocasinin kaleminden cikmis, bazilari abartilarak, bazilari tamamen alakasiz olarak ibn teymiyyeye mal edilen konulardan haric, ibn teymiyyeyi on yargisiz okuyaniniz var mi icinizde?
    Veya buyuk ihtimal bagli bulundugunuz imam azam mezhebi hanefiligin itikat kitabi olan fikhul ekberden haberdar misiniz? Soyleyin cesur yurekler, okudunuz mu?
    Cocukken ogretilen itikatte maturidi, amelde hanefi mezhebinin icini disini biliyor musunuz? Fikhul ekberdeki akidenin selef akidesine cok yakin oldugunu falan?..
    Ne kalay seyhul islam ynvani verilmis bir muctehidi karalamak degil mi? Klavyenin kemigi de yok nasilsa...
    0 ...
  28. 16.
  29. muhiddin-i arabi'ye "en büyük kafir" diyen adam...
    ne dememiz bekleniyor ki kendisine?
    en büyük değil, tamam...
    ama kafir!
    1 ...
  30. 17.
  31. kim olursa olsun, hiç kimse ibn-i arabi'ye kafir diyemez, bitti.
    1 ...
  32. 18.
  33. Bilincli olarak degil, cocukca tavirlarla tekfir edilen imam.

    Benim babam senin babani dover,
    Sen bana salak dedin, salak senin ... Dir !
    0 ...
  34. 19.
  35. doğru yolun sapıklarından...

    Önceleri Ehl-i Sünnet Yolunun hatırı sayılır alimlerinden iken sonraları sapıtmıştır. Suskun kalan bazı alimler olmasına rağmen çoğu nazarında ibn-i Teymiyye'nin fasıklığı kesin. Hatta Es-Subkî onun için mücessime görüşleri için şöyle der: "Her ne kadar maksadı belliyse de sarahaten söylemediği için biz de sarahaten kafirdir diyemiyoruz"

    Necip Fazıl Kısakürek'in Doğru Yolun Sapık Kolları sf. 109'dan okuyalım: Ve işin en korkunç tarafı şu hükümde: "Allah, ayniyle insan şekil ve suretindedir."

    Nitekim bir gün Şam'da zehrini ürettiği demlerde minberden bir iki basamak iner ve şöyle der!.. "işte Allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner!"

    Aynı Kitabtan sh. 110-111 den devam ediyoruz: Bugünkü Vehhâbiliğin, başı boş içtihad davranışlarının, her türlü reformculann, her türlü ruh ve mâna zedeleyicilerinin, doğrudan doğruya, yahut dolayısiyle babası ibn-i Teymiyyedir ve onu «islâm materyalisti» diye yaftalamak yerinde bir teşhistir. Zira onun sistemi Allah ve Resulüne inanmanın değil, inanmamanın ve ancak böyle olursa tersinden mantıkî bir tertibe girmesi kaabil bir görüş belirtmektedir ve güneşi kabul edip ışığını kabul etmemek gibi bir akıl hezeyanı içine düştüğü tezat kuyusunu sadece her şeyi inkâr etmek suretiyle kapatabilir ve tezadsız bir küfür olarak kalır. Oysa, en büyük tezad içinde küfür... Allaha, yani gaibe inanan, böylece gaibler ve sırlar âlemine bel bağlayan bir anlayış nasıl olur da ruhu, ruhaniyeti reddeder, Kuran dan başlayarak her şeyi beş hasse plânına bağlar ve yaratıcıyı insan şeklinde robotlaştırır?.
    1 ...
  36. 20.
  37. asıl adı Ebu'l-Abbas Takıyyuddin Ahmed bin Abdülhalim bin Mecdiddin bin Abdüsselam bin Teymiye'dir. harran doğumlu olduğundan dolayı ''harrani'' olarak da anılmıştır. ataları Tebük'de Teym kabilesine mensup olduğundan dolayı genel olarak teymiyye oğlu manasına ibni teymiyye denmiştir kendisine. 1263 ve 1328 yılları arasında yaşamış bir müçtehiddir, mücahittir. Moğol istilası sebebi ile ailesiyle birlikte Şam'a (Dımeşk) gitmişlerdir. O dönemlerde Şam ise islami ve pozitif bilimler açısından merkez denebilecek bir yerdir. Moğol istilaları döneminde doğması ve yetişmesi kendisinin siyasi düşüncelerinde de etkili olmuştur. şam'ın coğrafi özelliğindendir ki islam öncesi antik dönemlerde bile bizans-pers kesişim noktası olmuştur. bir derece şer odağı denebilecek bu coğrafya islam sonrası ali-muaviye çekişmeleri, emeviler; abbasiler ve bir yandan da eski kadim halkları ve inanışlarıyla övünmekten geri durmayan sasani kalıntılası halkları da içinde barındırıyordu.

    ibni teymiyye'nin fikri yaşantısında, bu coğrafyada içten içe velayet ve ya vesayet yoluyla halklar üzerinde ''din perdesi altında'' etki kurmaya çalışan kesimlerin tahribatçı zihniyetleri de etkili olmuştur. sufizm perdesi altında eski ezoterik inançları islam kültürüne empoze eden, bir bakıma müslüman halkları bununla aptallaştıran kesimler ibni teymiyye'nin gözünden kaçmamıştı. nitekim ibni teymiyye genel olarak ilimle meşgul olmuş bir aileden geliyordu. babası dar'ul-muhaddisin'de bir müderris idi. kendisi de ilk eğitimini şam'da almıştır. mantık, metafizik, felsefe; kur'an, hadis, fıkıh; özellikle hanbeli fıkhı başta olmak üzere birden fazla akaid konusuyla ilgilenmiştir. genelde ibni teymiyye'nin felsefe düşmanı, akılcı ekolleri yeren biri olarak bilinir ancak teymiyye'nin eleştirdiği felsefe daha çok başta bahsettiğimiz gibi mistik, ezoterik; islam öncesi kadim inanışların felsefesiydi. bahsettiğimiz gibi şam; tarihsel ve coğrafi olarak eski kültürlerin izini, anlayışını taşıyan bir yerdi. ibni teymiyye'nin felsefeye olan bakışı ''köktenci'' bir red değildir. nitekim kendisi de felsefeyle; özellikle yunan felsefesiyle ilgilenmiş, hint-iran etkisindeki sufist anlayışları tanımış, bunların kur'an'ın temel teolojisiyle çatıştığını açıklıkla dile getirmiştir. o dönemde bu büyük bir risktir ayrıca.

    Özellikle Muhy'id-Dîn ibni Arabi'nin görüşlerine karşı getirdiği eleştiriler dikkate değer ve çoğunlukla haklıdır. çünkü kur'an'ın temel teolojisinden uzak, sufist; batıni teviller ile kur'an'a farklı bir bakış açısı sunmak, ne peygamber'in şeriatında ne de kur'an'ın teolojisinde yoktur. bu bakımdan ibni teymiyye'ye iftira etmenin hiçbir mantığı olamaz. özellikle tek bir muhtasar eserini okuma zahmetine katlanmamış kimseler tarafından.

    Akaid konularında Eş'ariyye karşı çıkan fikirleri de vardır, akli veya felsefe ile mantığa dayanan yorumlardan kaçınmıştı ancak burada çok önemli bir ayrım var ki bu hep atlanır; daha çok naklin sıhhatine inanıyordu, nakil + kıyas yani akıl gibi bir formülizasyonu olan teymiyye; bu noktada eş'ari gruplar karşısında haklı olduğunu söylemek mümkündür. her ne kadar ibni teymiyye'yi, ebu hanife gibi rey ekolü öncüleri olan islam'ın parlak yüzü olan zatlarla bilinçli olarak karşı karşıya getirmiş olsalar da, ibni teymiyye'nin akaide dair metodu; seleften nakil + kıyas ve ya akıldır. nakil, nükuslar açısından, yani dinin temel foklorik öğeleri açısından yeterli ve gerekli bir kaynak olması sebebi ile ibni teymiyye bu noktada doğru bir içtihat etmiştir. tabi sonraları her alanda olduğu gibi bilgi kirliliğine kurban edilen teymiyye'nin aklı tümüyle dışladığı yalanı ortalarda dolaşır olmuştur. nitekim islam tarihinde en çok iftiraya uğrayan alimler önce ebu hanife; ardından ise ibni teymiyye'dir. ibni teymiyye'nin iftiraya uğrama sebebi ise, moğol ajanlığı yapmaktan kafa kaldıramayan, genellikle müslüman halkları terörize eden şer odaklarıyla hem ilmi hem de fiili savaşmış olmasıdır. ayrıca bu dönemde eş'ariyeye bağlı yöneticiler ve kesimleri de karşısına almıştır teymiyye. bu noktada cesur bir alimdir.

    ibn Teymiyye'ye göre, tevhit akidesini Kur'an ve Sünnet'te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. yani Sahabe, Tabiun ve Tebe-i Tabiindir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir ki katıldığım bir görüştür. islam diğer dinlerde olduğu gibi yayılmış, kültürel bir havza oluşturmuştur. bu kültürel havzanın içine bid'at denebilecek unsurların karışması kaçınılmazdır ki, yazılarıma baktığınızda bu durumu göreceksiniz.

    kültürel bir havza oluşturan islam akidesi, birincil kaynaklardan öğrenilme zorunluluğu doğurmuştur. o dönemde yukarıda da bahsettiğimiz gibi, şam; kufe vb. noktalar birden fazla dinin, meşrebin; anlayışın hakim olduğu islam öncesi kültürün hatta ve hatta batıl kültürün hakim olduğu bir coğrafya olmak sebebiyle, ibni teymiyye zamanın ihtiyacı olan şekilde içtihat etmiştir. kimi zaman 4 ehli sünnet alimini tenkit etmiş, kimi zamanda görüşlerine açıklık getirmiştir. bu noktada teymiyye'yi eleştirmek ise gayet mantıksızdır çünkü içtihat kapısı her daim açıktır. genel olarak hanbeli'nin izini süren teymiyye'nin fikirleri geniş ölçüde yankı bulmuş(zira ibni kesir, zehebi gibiler onun metodunu izlemiştir) ve bir o kadar da kendine düşman çekmiştir. tabi bunun siyasi sebepleri de vardır, mesela satılmış moğol ajanı sahtekar alimler diyebiliriz bunlara.
    ayrıca teymiyye'nin diğer alimler gibi bir mezhep kurma amacı olmamıştır. mezhep dediğimiz olgular, bu alimlerden sonra fikri birlik esasına göre oluşmuştur.

    ''ibn Teymiyye nin Uç Görüşleri'' olarak ele alınan konular ise, teymiyye'nin açıkladığı şekilden farklı olarak lanse edilmiş, hatta tahrip edilmiştir. nakil ve aklı birbiri içinde tutarlı bir şekilde kullanan teymiyye; naklin sahihliği hususunda akla gerek olmadığını; naklin hiçbir şekilde vuku bulmadığı cüz'i noktalarda aklı ön plana çıkarmıştır. dengeli bir anlayış geliştirerek; esasen geçmiş dönemdeki uygulamaları, islam'ın içine sokulmaya çalışılan sufist; belli oranda ezoterik fikirlere karşı korumuştur. çünkü başta da söylediğimiz gibi akaid nakille gelir, akıl ile kur'an'a tevcih olur. işte teymiyye bu noktada bir ebu hanife gibi, bir şafii gibi davranmıştır.

    ayrıca teymiyye'nin görüşlerinin islam'da yeri yok diyen ve başta da dediğim gibi muhtasar tek bir eserini dahi okumamış olanlara rağmen, imamı azam ebu hanife fıkhu'l ekber adlı kitabında bu akımı yani selefin önemini savunmak için yazmıştır yani teymiyye'nin metodunu. şu bir gerçektir ki kendisinin ilmi yöntemi gayet derecede akılcı ve olması gereken biçimdedir. zaten teymiyye bu yüzden daha yaşadığında şeyh'ul islam ünvanını almıştır. kendisi islam'ın saf ve muhammedi biçimde yaşanması taraftarıdır. yeniliklere belli oranda kapalı olduğu doğrudur. özellikle kur'an'ı felsefi(ezoterik felsefe) batıni teviller ile yorumlama gayretinde olan ibaha zihniyetine karşı tutumu gayet serttir ama haklı olarak.

    daha mühim bir konu var ki teymiyye'yi devrin koşullarından(belli oranda, siyasi, teolojik, tarihsel olarak bahsettik) bağımsız değerlendirmek bir cehalet bir garabettir.

    kendisinin siyasi önderliğine gelince, hicri 702 yılında moğolların şam önlerine kadar gelmesi ile birlikte insanları cihada teşvik etmiş, bizzat fiili olarak o dönemlerde islam dünyasını ciddi oranda tehdit eden moğollara karşı savaşmış, savaşmayı teşvik etmiştir, islam coğrafyasının onurunu korumak için elbette. ayrıca o dönemde ''mardin cihad fetvası'' olarak ünlenen eserini yazmış; müslüman halkları satılmış alimlere yöneticilere, müslüman olmayan unsurlara; moğol yıkımına karşı bir olmaya davet etmiş ve büyük oranda bu çağrı karşılık bulmuş, moğollara karşı ciddi bir direniş, ibni teymiyye öncülüğünde gerçekleşmiştir.

    ibn teymiyye moğol saldırılarının yanında; Fatımî devleti yıkılmış olmakla beraber, onların bir nevi devamı olan Hâkimiye, Nusayriye, ismailiye yaşıyordu. bu tip batıni/sufist ve kendini ''şia'' olarak tanıtan unsurların moğollarla el ele verip müslümanlara karşı birleşmeleriyle de uğraşmıştır. nitekim abbasi halifesi mutasım zamanında da aynı olay cereyan etmiş, bir ''şii'' olan Nasıruddin Tusi ve veziri ibn-i Alkami'nin hülagü ile işbirliği yapması sonucu tam 800.000 müslüman bağdat'ta öldürülmüş, Bağdat'a giren Moğollar kütüphanedeki milyonlarca cilt islâm eserlerini tahrif edip yakmıştır, yazma eserlerin üzerini örttüğü Dicle nehri günlerce mürekkebe boyanmış olarak akmıştır. ibni teymiyye bu konuya Minhac'üs-Sünne ve Mecmu'ul-Fetâvâ adlı eserlerinde değinmiştir ve tarihi bir gerçektir. bu sebebten ibni teymiyye rafıziler hakkında;

    --spoiler--
    hum muteşeddid min nasran, hum muteşeddid min yehud!
    --spoiler--

    yani;

    --spoiler--
    onlar hristiyanlardan ve yahudilerden daha zalimdirler!
    --spoiler--

    demiştir. ilmi sebepler başta olmak üzere rafızilerin moğolların yanında yer alması, müslüman halkları sırtından vurması; ibni teymiyye'nin rafızileri çok sert şekilde eleştirmesine neden olmuştur. tarihten bu yana gerek fatımi, gerek buveyhi ve gerekse ismaili ekollerle, yani batıni ezoterik ekollerin tahribatları bilinen bir gerçek olmakla birlikte, ibni teymiyye dönemin siyasi çalkantılarını iyi okumuş, yaşadığı dönemdeki toplumun gerçeklerini iyi tespit etmiş, toplumun hastalıklarını anlamış, ilmini ve bedenini insanlar içinden hayırlı bir ümmete kavuşmak için sarf etmiştir. bu noktada hem kalemle, gerektiğinde kılıç ile karşılarında durmaktan geri durmamış, müslüman ''yığınları'' zulme ve iki yüzlülüğe karşı uyandırmış; sezai karakoç'un diriliş neslinin amentüsü'ndeki tabirine binaen bir ''diriliş eridir''.

    ibni teymiyye'yi meşhur kılan en önemli eser ise; şii ibnul Mutahhar-el-Hilli'nin imamiye ekolünün delilleri için yazdığı ''Minhac'ul istikame fi isbati’l-imame'' isimli eserine karşın kaleme aldığı ''Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye'' (minhacüs'sünne olarak bilinir) adlı reddiyeyi kaleme almıştır. bu eser ile adeta şiileri fetrete sokmuştur. çünkü hilli'nin getirdiği zayıf ve batıni tevillere karşı gayet mantıklı, kur'an'i ölçüde cevaplar vermiş, kur'an sünnet ve akıl çizgisinde bir yöntem izleyerek hilli'nin ve imamiye'nin fikirlerini çürütmüştür. denilebilir ki akli ve nakli delillendirme ve tafsilatlı olması bakımından imamiye Şiilerine karşı reddiye olarakt bu kitabın bir benzeri islam tarihinde yazılmamıştır.

    teymiyye'nin çağdaşı Şii bir alim olan ibn Mutahhar el Hilli hizmetinde bulunduğu Moğol padişahı Evlice Hudabende için Şiiliği ve imamiyeyi anlatan, Sünniliği ve halifeliği reddeden büyük bir kitap yazmış, adına da “Minhac el Keramet fi Marifeti’l-imamet” demişti. Bu kitap Şam’a ulaşmış ibn Teymiye de bu kitabı incelemiştir. Şiiler bu kitapla çok övünmekle birlikte Minhac u’s-Sünne, hilli'nin iddilarını siyasal, sosyal, tarihsel, kur'an'i anlamda çürütmüştü. nitekim teymiyye'nin belki de en çok savaş açtığı batıl akım olan ''batıni tevil'' anlayışı hilli'de çoklukla görülmekle birlikte, teymiyye gayet ilmi bir nazariye ile hilli'nin ''saçmalıklarını'' yerle bir etmiştir diyebiliriz. hilli'nin ve teymiyye'nin iddialarını okumanızı tavsiye ederim, teymiyye'yi biraz tanımış olursunuz. hatta bu eser islam dünyasında o kadar yankı uyandırmış ufuk açıcı bir çalışmadı ki, ibni teymiyye'nin takipçilerinden olan ibn kesir şu ifadeleri kullanmaktadır;

    --spoiler--
    hilli, Minhacu’l-kera'e adlı eserinde akli ve nakli delilleri birbirine karıştırmıştır. istikametin dışına çıktığı için hedefe nasıl yöneleceğini bilememiştir. Şeyhülislam imam, Allame Takıyyüddin ebu’l Abbas ibn Teymiyye ona karşı birkaç ciltlik bir reddiye yazmıştır. ibn Teymiyye bu eserinde güzel ve mazbut delilleri ileri sürerek akılları durgunlaştırmış, gözleri kamaştırmıştır. Bu reddiye çok muazzam bilgilerle doludur.(ibn Kesir Tarihi cilt 14 s. 212-213)
    --spoiler--

    hatta günümüz değerli alimlerinde abdülaziz bayındır'ın yazdığı risale i nur eleştirilerinde konu şu şekilde ele almıştır;

    --spoiler--
    ibn Teymiye, Havaric, Mutezile, Kaderiye, Cehmiye, şia ve Bâtıniye hakkında doğru bilgilere sahiptir. Bu mezheplerden çoğuna dair eserler de yazmıştır. Yaşadığı çağda Fatımî devleti yıkılmış olmakla beraber, onların bakiyeleri olan Hâkimiye, Nusayriye, ismailiye yaşıyordu. Ayrıca imamiye ve Caferiye Şiîlerini de çok iyi tanıyordu. Melik Olcayto Hüdabende’yi imamiye Şiîliğine davet için imamiyenin tanınmış âlimlerinden ibnul Mutahhar-el-Hillî (v.726/1325) Minhac'ul istikame fi isbati’l-imame isimli bir eser yazmış, bu eserde elinden geldiği kadar Sünnî islâmlığını karalamış, imamiye Şiîliğini ise yegâne hak mezhep olarak göstermiştir. ibn Teymiye, Rafızî saydıği ibn Mutahhar’ı reddetmek için Minhacüs-Sünnetin-Nebeviyye fi nakdi kelamiş-Şîati vel-Kaderiyye isimli dört ciltlik eserini kaleme alarak imamiye Şiîliğinin esaslarını tarumar etmiş, bu mezhebin sonraki asırlarda ne gibi dinî ve içtimaî amillerin tesiriyle çeşitli kaynaklardan aldığı unsurlarla nasıl teşekkül ettiğini gayet açık bir şekilde gözler önüne sermiştir. Sünnîlerin imamiye Şiîliğini tenkit için yazdıkları en teferruatlı ve en başarılı tenkit budur.
    --spoiler--

    bu açıklamaya tümüyle katılmamak için ilimden yoksun olmak gereklidir. ibn Teymiye; Cehmiye, Mutezile ve Havaric gibi mezheplere karşı da aynı derecede başarılı reddiyeler yazmış ve insaf ölçüsünde belli oranda doğru tespitler yapmıştır. bu noktada ibni teymiyye'nin ilmi kişiliğini eleştirebilmek için öncelikle eserlerini okumanız gerekmektedir. gayet kur'an'i ve akılcı bir metod izleyen teymiyye'ye isnad edilen;

    --spoiler--
    bir gün şam'da zehrini ürettiği demlerde minberden bir iki basamak iner ve şöyle der!.. "işte allah, benim bu minberden indiğim gibi yere iner!"
    --spoiler--

    türünde ibni teymiyye'nin hiçbir eserinde yer almayan iftiraların esasen hiçbir aslı ve astarının olmadığı görülecektir.
    ibni teymiyye'nin bu kadar iftiraya uğramasının bir diğer sebebi de, hatta çoğunluk sebebi; moğollara karşı giriştiği fiili mücadeleler ve ilmi bakımdan şii alimleri adeta yerle yeksan etmesi yatmaktadır. tabiri caizse tarihten bu yana şia akidesinin canına kim okuduysa o mutlak surette ''kafir, sapık, mülhid'' olarak adlandırılmıştır, öyle lanse edilmiştir. ama bir gerçek var ki, ibni teymiyye'nin ilmi yetkinliği, toplumsal önderliği, hayranlık uyandıracak derecededir.

    bilginin en tehlikeli olanı nedir biliyor musunuz? ikinci el kaynaktan; ve tahrif edilerek getirilmiş, sunulmuş olanıdır. işte teymiyye hakkında atıp tutan ve başta da söylediğim gibi bir eserini dahi açıp okumamış insanların kendisini, ''ingiliz uşağı''? ki bu çok gülünçtür, -nitekim moğollarla işbirliği yapmaktan geri durmamış kesimler bunu dile getiriyor- ingiliz uşağı, ajan, kafir ilan etmeleri ciddi bir hazımsızlığın belki de içten içten yüzyıllardır aktarılmış kinin göstergesidir. çünkü teymiyye dinin tahrif hareketleri karşısındaki kur'an'i konumunu, diğer mezhep imamları gibi korumuş, korumaya çalışmıştır. elbette kendisinin katılmadığım görüşleri vardır ve olmalıdır da, çünkü kendisi tabi olduğu imam hanbel'i dahi eleştirmekten geri durmamıştır.

    bir de ibni teymiyye'nin sıkı bir tasavvuf düşmanı olduğu ortalarda dolanır. bu da ezberci zihniyetin ürünüdür. ibni teymiyye, irfanı kur'an'i ölçüde mutasavvıflardan daha yoğun biçimde işlemiş, aktarmış, yorumlamıştır. misalen ibni teymiyye'nin Emrazu'l-Kalb ve Şifauhu (Kalbin hastalıkları ve şifası), Tezkiyetu'n-Nefs, et-tevbe adlı eserlerini okumuş olsaydınız, hakiki irfan ile tasavvuf riyası arasındaki farkı anlamış olacaktınız. dediğim gibi ikinci elden gelen ve hasımlardan gelen bilgi zehirden farksızdır. Bunlar Arapça nüshalardır Türkçeleri maalesef yoktur. umarım temin etme imkanınız olur, faydalanma niyetinde iseniz şayet. ayrıca teymiyye'nin ilmi irfanına dair talebesi ibn Kayyım el-Cevziyye'nin Medaricu's-Salikin adlı eseri de sizlere ''teymiyye'nin tasavvuf düşmanlığı'' yalanı hakkında bilgi verebilir. türkçesini temin edebilirsiniz, tercüme edilmiştir.
    teymiyye'nin Fetva's-Sufiyye ve'l-Fukara adlı eserini okuma imkanınız olsaydı, kendisinin eleştirdiği ve günümüz anadolu islam algısını sulandırmış olan ''tasavvuf'' anlayışının ve ehlinin iç yüzünü görmüş olacaktınız. bundan başka kıyas risalesi'ni okursanız size teymiyye ve tasavvuf hakkında bilgi verebilir.

    kendisinin ardından ibn kayyım, ez zehebi, ibn kesir gibi çok büyük düşünürler, alimler yetiştirmiş olan ibni teymiyye'nin akaide, usule fıkha dair onlarca eseri vardır. bundan başka çeşitli konularda risaleleri bulunan ibni teymiyye'yi tanımak adına eserlerine müracaat ediniz. tekrar ediyorum, ikinci elden ve genellikle ibni teymiyye'nin ilmi olarak canına okuduğu sahtekarlar eliyle gelen bilgi hiç hükmündedir.

    uzun yazımızın kısaca özeti ise; ibni teymiyye islam aleminin yetiştirdiği esaslı bir alim, hakperest bir müçtehid; islam aleminin onurunu korumak da gerek kalemi, gerek kılıcını kullanmaktan geri durmamış, satın alınmamış, dünyaya meyletmemiş dürüst bir alim, mücahid olduğu gerçeği anlatılmalı ve ibni teymiyye'yi tanımaya çalışılmalıdır. allah rahmeti kendisinin üzerine olsun.

    not: teymiyye hakkında bir yazı daha kaleme alacağım. ayrıca direkt vehhabi/selefi yakıştırması yapılması, yapan kişilerin cehaleti, belki de necis maksadının tezahürüdür. yazımda genel olarak teymiyye düşmanlığının iç yüzünü verdim. buyrun araştırın.
    5 ...
  38. 21.
  39. --alıntı--

    ibn-i Teymiyye, Miladi 1263 senesinde Şanlıurfa’nın Harran kazasında doğdu. Künyesi; Ebu’l Abbas, lâkabı Takiyyüddin’dir. Şam’da Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi idi. Ailesi ile birlikte Moğolların zulmünden kaçarak Urfa’ya yerleşti. Birçok ünlü âlimden ders aldı. Yirmi yaşında tahsilini tamamladı. 1282 yılında babasının vefatı üzerine yerine müderris tayin olundu. ilmi gerçekten çok idi. Lakin ibn-i Teymiyye, ilminin çokluğuna aldanarak, babasının ve hocalarının yolunu terk etti. Allâme ibn-i Haceri Mekkî, ibn Teymiyye hakkında şunları söyledi: “Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep ettiği kimsedir.”

    Ehl-i Sünnete aykırı söylemleri sebebiyle 1305’te Kadıl Kudat Zeynüddin-i Mekkî başkanlığındaki bir heyet, ibn-i Teymiyye’yi imtihana tabi tuttu ve suallere cevap veremeyince hapsettiler. iki sene sonra tevbe edince bırakıldı. iyi tahsilli, çok kitap okuyan ibn Teymiyye, Hanbelî müderrisliği gibi yüce bir vazifeyi ifa etmişti. Hatta Şiileri ve Yunan filozoflarını tenkit eden kıymetli kitaplar yazdı. Lakin ilmi ona gurur vermeye başladı. itikadî ve amelî konuda kendi fikirlerini Ehl-i Sünnetin üstünde görmeye başladı. Raşid halifeleri, Eshab-ı Kiramın ileri gelenlerini ve Muhyiddin Arabî (k.s.), Sadrettin Konyevî (k.s.) gibi tasavvuf yolunun büyüklerini tenkide ve hatta onlara hakarete kalkıştı, onları küfürle itham etti. imam Eş’ari ve imam Gazalî’ye dil uzattı. Bozuk itikatlarına dayanan fetvalarını yaymaya çalışması sebebiyle Şam kalesinde kendisine bir oda tahsis edilerek hapsedildi. 1328 yılında vefat etti. Vasıta, Kitab’ül Arş, Minhâc-üs Sünne, Es-Siyaset-üş Şer’iyye, Ziyaret’ül Kubur, Fetevâ, Felsefe-i ibn-i Rüşd iktizau Sırat’ül Müstakim, El Furkan, ibn-i Teymiyye’nin eserleri arasındadır.

    GÖRÜŞLERi
    ibn Teymiyye’nin görüşlerinin başında tecsimcilik ve teşbihcilik gelir. Yani Hz. Allah’ı cisimlere, mahlûkata benzeterek, sıfat-ı zatiyye’den olan Muhalefet’ün Lil-Havadis’i (sonradan olanlara hiç benzememek) inkâr etmektir. Vehhabilerde var olan bu görüşün temelini atan ibn-i Teymiyye’dir. Herkes tarafından bilinen şu olay ibn Teymiyye’nin nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlamak için yeterlidir: Şam’da Emevi Camiinde hutbe okuyan ibn Teymiyye: “Allah benim indiğim gibi şöyle yukarıdan aşağıya iner.”[i] demiş ve bulunduğu basamaktan bir basamak aşağıya inmiştir. Bunu, kaynak olarak aldığımız Ebu Hamid Bin Merzuk’tan başka, camide olaya şahit olan ibni Batuta da ifade etmiştir. ibn-i Teymiyye, cihet anlayışı hakkında da şunları söylemiştir: “Allah’ın kitabını başından sonuna kadar, keza Resulünün sünneti evvelinden ahirine kadar, bütün sahabe ve tabiinin ve müctehitlerinin sözleri nas halinde açık seçik bir şekilde Allah’ın arşın üstünde, her şeyin üzerinde, semanın üstünde olduğunu beyan eden ifadelerle doludur.” Bu görüşüne de Fatır Sûresi 10. ayeti delil gösterir. Hâlbuki ulemanın ittifak ettiği görüş şudur: Bu ayetteki “çıkmak” kelimesi cisimlere isnat edilir ve yüklem olursa cihet olabilir. Lakin “çıkmak” kelimeye nisbet olmuştur, yani cismani değil manevidir. “Çıkma” kelimesinin bu ayetteki manası “kabul olmak”tır. işte Fatır Sûresi 10. ayet: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki, izzet tamamiyle Allah’ındır. Hoş (güzel) kelimeler O’na yükselir, onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları hep darmadağın olur.”

    Açıkça görülmektedir ki bu ayet-i kerimede, “yükselme” kelimesi “ulaşma” manasında kullanılmıştır. ibn Teymiyye, bu manadaki aykırı görüşünde kendinden önceki tüm müctehitlerin ve âlimlerin ittifak halinde olduklarını yazmıştır. Evet, ittifak halindedirler ama ibn Teymiyye’nin görüşünün aleyhine ittifak halindedirler.

    ibn-i Teymiyye’nin ‘istiva’ hakkındaki görüşü malumdur. Görüşünü temellendirmek ve sağlamlaştırmak için imam Malik’in sözlerini de istediği gibi yorumlamıştır. imam Malik Hazretleri’nin istiva hakkındaki görüşü şudur: “istiva malum, keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vacip, üzerinde durmak, sual sormak bidattir.” işte bu güzel açıklamayı ibn Teymiyye şöyle saptırmıştır: “Allah’ın arşın üzerinde olduğu malum, fakat nasıl olduğu meçhuldür.”[ii] Hâlbuki “istiva” cihet manasına gelmez. ibn Teymiyye, Allah’a cihet isnat etmek için Kur’an’da “istiva “ kelimesinin olduğunu bildiği halde, “istiva” kelimesi yerine “fevk” (üst, yukarı) kelimesini kullanarak Kur’an’da olmayan bir kavramla açıklama yapmaya çalışmıştır.

    ibn-i Teymiyye daha da ileri giderek Tevhid’i ikiye ayırmıştır. Rubûbiyet Tevhidi, Ulûhiyet Tevhidi diye isimlendirmiştir. Bu terimler de yine ilk defa ondan duyulmuştur. ibn-i Teymiyye’nin Fetvaları kitabında bakın ne yazıyor: “Tevhid iki kısımdır: Tevhid-i Rubûbiyet, Tevhid-i Ulûhiyet. Tek tek zikredildiği zaman her ne kadar ulûhiyet rububiyeti içine alıyor ve rubûbiyet ulûhiyeti gerektiriyorsa da, bir arada zikrolunduklarında “Kul euzü birabbinas”da olduğu gibi ayrı ayrı manalarına gelir. ilah; ibadete müstehak ma’bud, Rab; kuluna sahiplik eden demektir.”[iii] ibn-i Teymiyye bu açıklaması ile Hz. Kur’an’a ters düşmüştür. Bunu anlamak için şu mealdeki ayete bir bakınız:

    “Ey nas! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet ediniz.” Bu ayet-i kerime, rubûbiyeti ve ulûhiyeti ayrı ayrı gösteren ibn-i Teymiyye’nin iddiasının yanlışlığını şöyle ortaya koyuyor: Ayetten anlaşılacağı üzere Rab ibadet edilendir. ibn-i Teymiyye, mantık ilminin haram olduğunu söylerken; “Ulûhiyet rubûbiyeti tazannun eder, rubûbiyet ise ulûhiyeti müstelzimdir.”[iv] diyerek kendisi de mantık ilmine ait kavramlar kullanmıştır. ibn-i Teymiyye tevhidi ikiye ayırarak Bakara Sûresi 21., isra Sûresi 23. ayetlerine karşı çıkmıştır.

    ibn Teymiyye, mümtaz islam âlimlerine de saldırmıştır. Kelam ulemasının Kur’an’daki aklî delilleri anlamaktan aciz olduklarını söylemiştir. Minhacü’s Sünne adlı eserinde: “Kelam uleması Ulûhiyet tevhidini bilmedikleri ve Esma-i ilahiye’nin hakikatlerini ispat edemedikleri için Allah’tan başkasına tapmışlar.”[v] diyerek bilcümle ulemayı şirkle suçlamış ve kâfir demeye getirmiştir. Bu dediklerinin sonucunda ise Sıfat-ı ilâhiyenin ispatını yapamayan herkesin kâfir olacağı çıkıyor. Yine iddiasına şöyle devam ediyor: “Yalnız Rububiyet tevhidini bilmek kafi gelmez, küfürden kurtarmaz.”[vi]

    ibn-i Teymiyye Fetvası’nda şunlar yazılıdır: “Peygamberler ve veliler ile tevessül eden, sıkıntılı anlarda onlara nida eden kimseler onlara tapıyorlar demektir. Ve böylece onlar putlara, melaikeye, isa’ya tapanlar ile aynı derecede kâfir olmuşlardır. Aynı durum ruhaniyetlerinden istimdat ve tevessül maksadı ile kabir ziyaret edenler için de mevzuu bahistir.”

    ibn-i Teymiyye herkesi acımasızca ve pervasızca kâfir ilan etmiştir. Tevessül ibadet etmek değil, bir şeyi aracı kılmaktır. Zira birine ilah edinmeksizin secde etmek dahi kâfirlik sebebi değildir. (Günahtır) Hâlbuki eski şeriatlerde tazim ve saygı için secde serbest idi. Yüce Peygamberimizin (s.a.v) islam’ı getirmesiyle bu fiil kaldırılmıştır. Zira melekler de Hz. Âdem (a.s.)’e secde etmişler, Hz. Yakup’un oğulları da Hz. Yusuf’a secde etmişlerdi. ibn Teymiyye’nin tevessül ve kabir ziyareti ile alakalı görüşlerini Vehhabiler de delil kabul etmişlerdir.

    Vehhabiler Hz. Resulullah (s.a.v.)’ın hatıralarına en edepsiz hareketleri bu görüşlere dayanarak icra ettiler. ibn Teymiyye’den sâdır olan bir görüşe göre; Resulullah Efendimize (s.a.v.) salât ve selam getirmek şirktir. Hâlbuki Sahabe-i Kiram efendilerimiz, Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.); “Anam babam sana feda olsun.” derlerdi. Peki, şimdi –hâşâ- ashab-ı kiramın şirke düştüğünü, Resülullah Efendimizin (s.a.v.) de buna müsaade ettiğini mi düşüneceğiz? Elbette hayır.

    ibn Teymiyye’nin mezhep imamı, imam Hanbel’in Müsned’inde Ubeydetu’s Selmanî Hazretlerinin şu sözü vardır: “Resul-i Kibriya’nın mukaddes vücudundan ayrılan bir tüy, benim nazarımda yeryüzünde açıkta olan ve yer altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir.”

    Bu bir tazim değil midir? Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) “seyyid” kelimesi kullanıldığı halde Teymiyyeciler, bu kelimenin kullanılmasına da karşı çıkmışlardır.

    ibn Teymiyye, Fetavası’nda şöyle söylemiştir: “Çoğu kimseler bir halif
    eyi, bir âlimi yahut bir şeyhi, bir emiri öyle severler ki –her ne kadar biz onu Allah için seviyoruz deseler de- onu Allah’a denk tutarlar. Bir kimse Peygamberden başkasının emirlerine uymak, nehiylerinden kaçmak hususunda –Allah ve Resulünün emirlerine muhalif de olsa- ona itaati gerekli sayarsa Allah’a şirk koşmuş olur. Çoğu kere bu sevgi ve itaat, Hıristiyanların Hz. isa’ya yaptıkları gibi olur; ona dua eder, ondan imdat bekler, onun dostları ile dost, düşmanları ile düşman olur, onun helal dediğine helal, haram dediğine haram der ve adeta onu Allah ve Resulünün yerine koyar. Bu ise: ‘insanlardan öylesi vardır ki, Allah’tan başka tanrılar edinirler de onlara Allah sevgisi gibi bir sevgi ile bağlanırlar. iman edenlerin Allah sevgisi daha üstündür.’ (Sure-i Bakara/ 165) ayet-i kerimesinde beyan edilen şirktendir.”[vii]

    Şefaat ve tevessül konusunda Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerini eserlerinde zikretmeye şöyle devam eder: “Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve onun duası, şefaati gibi fiilleriyle tevessülün meşrutiyetinde Müslümanların icmaı vardır.”[viii] Bu sözlerin az ilerisinde şunları söyleyerek derin çelişkiye düşer: “Tevessül, ‘iksam alellah’tır. Allah üzerine yemin vermektir. Bu ise caiz değildir. Melekler, peygamberler veya başka kimseler adıyla Allah üzerine yemin edilmez.”

    ibn Teymiyye’ye göre Allah’tan başkasının adına kurban kesilmesi küfürdür. Bu iddiasına cevap olarak Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab’ın kardeşi Şeyh Süleyman bin Abdülvehhab şunları söylemiştir: “Şayet ibn Teymiyye nezdinde, mezkûr nezirde bulunan kimse, kâfir olsaydı, ‘Nezrettiği şeyi sadaka etsin!’ diye adama emretmezdi. Zira kâfirin sadaka vermesi kabul olunmaz. Böyle olsaydı ibn Teymiyye, kendisine Allah’tan başkasına yaptığı nezir dolayısıyla islamiyetten çıktın, diyecek ve ona islamiyeti tecdid etmesini emredecekti.”

    ibn Teymiyye: “Bu günde yapılan şeylerden hiçbiri sünnet değil, bilakis bidattir. Resulullah (s.a.v.) onu meşru kılmadığı gibi, ne O ne de O’nun sahabeleri bunu yapmamışlardır.” diyerek Aşura gününün ve o günde yapılan faaliyetlerin de bidat olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Resülûllah Efendimiz (s.a.v.): “Kim Aşura günü ehl-i beytine nafakayı geniş tutarsa Allah da ona senesinde genişlik verir.” buyurmuştur.

    ibn-i Teymiyye hakkında Müslümanların içindeki materyalist fikrin öncüsü diyebiliriz. Bu fikrini şu sözlerinden anlarız: “Kur’an ayniyle noktası noktasına, zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’an’da; arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve O’nu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebeb yoktur. Allah; “Benim elim her elin üstündedir.” buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el’de bildiğimiz insan elidir.”

    Es-Sıratü’l Müstakim adlı eserinde ibn-i Abbas (r.a.) gibi büyük sahabeye kâfir demiştir.
    ibn Teymiyye, bir eserinde Hariciler gibi, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri Müslümanlar için kullanmıştır.[ix]

    El Minhacü’s Sünne adlı eserini, Şiilerden ibn Mutahhar’ın Minhac el-Kerame adlı eserine reddiye olsun diye yazmıştır. Lakin Ehl-i Sünnete mugayir pek çok söz vardır: “Allah u Teâlâ’ya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiç kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahu Teâlâ’ya havale edecektir. Allah’ın mekânı için de had vardır. Allah Arş’ının üzerinde, göklerin üstündedir. işte bu iki durum, O’nun haddidir.”[x]

    Gördüğünüz gibi burada, Allah için hem mekân tayin ediliyor, hem de mekânının sınırlılığı kabul ediliyor. Mekânı ve sınırı olanın da cisim olacağı aşikârdır. Bu da bu iddiadaki tenakuzu gösteriyor.

    Yine aynı eserin 194. sayfasında: “Şüphesiz Kur’an ve yaygın mütevatir hadislerde, ilk âlimlerin ve tabiinin ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelamında, Allah’ın yüksekte Arşının üzerinde olduğunun isbatı husunda çeşitli delillerle doludur.”

    ibn Teymiyye’ye göre Cehennem ebedi değildir:
    “… Cehennem’in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve tabiûn ile sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem’de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennemin son bulacağını kastetmiş olabilecekleri gibi, Cehennemliklerin bir gün buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kastetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem’in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kastetmişlerdir.”[xi]

    Bu sapık görüşlere sahip ibn Teymiyye hakkında büyük âlimlerin görüşlerini yazacağız. ibn-i Hacer-i Mekki diyor ki: “Allahü Teâlâ, ibn Teymiyye’yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük islam âlimi Ebu’l Hasenü’l Subkî’nin ve oğlu Tâcuddin-i Subkî’nin ve imam’ul’izbin Cemaa’nın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafiî, Malikî, Hanefî âlimlerinin kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”

    Hindistan’ın büyük âlimlerinden Muhammed Abdurrahman Silhetî, 1882 senesinde basılan Seyfü’l Ebrar adlı kitabında şöyle der: “ibn Teymiyye, Vehhabilerin büyüğü ve öncüsüdür. O şeyhülislam değil, bidat ve asam yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vehhabilerin bozuk itikatlarından ilk konuşan odur. Ve aslında bu bozuk fırkayı ortaya çıkaran odur. Onun zamanından Sultan 2. Mahmut Han zamanına kadar zikri ve akideleri gizli kaldı. Sultan 2. Mahmut Han zamanında, Yemen tarafından Muhammed bin Abdulvehhab isminde biri zuhur etti. ibn-i Teymiyye’nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve islam memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı. Yeni bir din yolu tuttu. Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uymayan bir bidat kampı teşkil etti.”

    Yine Hindistanlı âlimlerden Mevlana Muhammed Fadlurresul 1849 senesinde basılan Tashih’ül Mesail adlı eserinde: “Biliniz ki bu ibn-i Teymiyye yolu kötü, nefsine mağlup, Ehl-i Sünnet’ten hariç kimsedir. ‘Allah u Teâlâ için cihet söylenir’ dedi.”

    ibn Teymiyye’nin çağdaşı olan Ahmed bin Yahya el- Küllâbi diyor ki: “Keşke bilseydim, ibn Teymiyye Fir’avn’un bu sözünden Allah u Tealanın göklerin ve arşın üzerinde olduğunu nasıl anlamıştır? Fir’avn; ‘Musa’nın Allah’ı göklerde’ dememiştir. Haydi, Fir’avn’ın dediğinden böyle anlaşıldığını farz edelim. Peki, ibn Teymiyye, nasıl Fir’avn’ın zannıyla istidlal eder? Demek ki, ibn Teymiyye’nin bu ayetten anladığı mana ve Allah’a cihet olduğuna dair delil, Fir’avn’un görüşüne göredir. Akidesinde itimat ettiği delil Fir’avn’un zannettiği şaz olup o, Fir’avn inancının kurucusudur.” Burada anlatılan olay şöyledir: ibn Teymiyye bir eserde Mü’min Suresi 36-37 ayetinde: “Firavn (şöyle) dedi: ‘Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap, olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa’nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onu (Musa’yı) mutlak bir yalancı sanırım.” geçen ve Firavn’a ait olan: “Allah’ın göklerin ve arşın üzerinde olduğu” kavlini kaynak almıştır. Ve şöyle demiştir: “Şayet Musa, Firavn’a Rabbin, bu kâinatın üstünde olduğunu haber vermeseydi, Kur’an-ı Kerim’de ondan hikayetle: “Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollarına ulaşırım da, Musa’nın tanrısına yükselip çıkarın.’ demezdi.” Aynı risalenin devamında şöyle der: “Muattıla olan Cehmiye taifesinin gerçek kavli, Firavn’ın kavlidir.”[xii]

    Büyük âlim Yusuf Nebhanî Şevahid’ül Hak kitabında diyor ki: “Fir’avniyye ismine hak kazanan, Allah’a cisim nispet etmekte, benzemekte ve yön isnat etmekte Firavn’e müvafık kanaate sahip bulunan Haşviye taifesidir. Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allahu Tealayı bu gibi şeylerin tamamından tenzih eden Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat topluluğu değildir.” Yine aynı kitabının devamında şöyle yazıyor: “ibn Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; bazı zamanlarda da taşları ve midye kabuklarını attığı, pislikleri ve hayvan leşlerini bıraktığı olur.”

    Kadızade Ahmet Efendi, imam Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ, gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehtir. Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir. Allah u Teâlâ cisim ve cismani olmaktan münezzehtir. Bir tarafta olmaktan da münezzehtir. ibn Teymiyye ve yolundakiler; “Allahu Teâlâ üst taraftadır” dediler.”[xiii]

    Hafız ibn-i Hacer El Askalânî, Ed-Durarü’l Kamine isimli kitabında, ibn Teymiyye’nin sahabenin büyükleriyle alakalı sözleri hakkında âlimlerden bazı nakiller yapmaktadır: “ibn-i Teymiyye, Ömer bin Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali’ye de on yedi meselede Kur’an’ın nassına muhalefet etti diye isnatta bulunmuştur. ‘Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak Müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken islamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun islamiyeti sahih değildir’ demesi ve yine Hz. Ali hakkında ‘kendisi Ebu Cehil’in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır’ demesi üzerine âlimler ona münafıklığı isnat etmişlerdir. ibn Teymiyye, Hz. Osman (r.a.) hakkında ‘Osman malı severdi.’ demiş ve ‘Peygamber’den istigasede bulunmazdı’ dediği için ona zındıklık isnat etmişlerdir.”

    Leknevî, Ecvibe adlı eserinde diyor ki: “ibn Teymiyye, ibnü’l Cevzî gibi hasen hadisleri mekzup, birçok zayıf haberi de mevzu kılmış, hatta zayıf veya mevzu oluşu ihtilaf konusu olan birçok haberin mevzu olmasında ittifak olduğunu iddia etmiştir.”

    imam Ebu’l Hasen Subkî diyor ki: “Resülûllah ile tevessül etmek, yani istigase etmek, ondan şefaat istemektir. Bu ise ne güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki islam âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememiştir. Yalnız ibn Teymiyye bunu inkâr etti. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bidat çıkardı. Bu bid’ati ile Müslümanların diline düştü.”

    Aliyy'ül-Kaarî, Şifa şerhinde diyor ki: “Hanbelîlerden ibn Teymiyye, ifrata kaçmış bulunmaktadır. Zira Resülûllah Aleyhisselam efendimizi ziyaret için yolculuk yapmayı haram saymıştır. Hâlbuki ziyaretin yakınlık sebebi olduğu bilinmektedir. Onu inkâra kalkan üzerine küfür ile hükmolunmuştur. Zira müstehab olduğunda ulemanın icmaı bulunan bir şeyi haram kılmak küfür olur. Bu, mübah olduğunda icma bulunan bir şeyi haram kılmanın da ötesinde bulunmaktadır.”

    Allame Şerif Takîyûddin Ebu Bekri’l-Hısnî ed-Dımaşkî diyor ki: “ibn Teymiyye’nin dediği kavillerin en kötüsü ve çirkini, tefrika meselesidir. Yani, yalnız Peygamberin (aleyhisselam) hayatında ve huzurunda duasına tevessül etmek caizdir, vefatından sonra türbesinin yanında bile caiz değildir, sözüdür ki, bunu Yahudiler ortaya atmış ve tâbileri de bu fikir üzerinde devam etmiştir.”

    Zamanın sultanının ibn Teymiyye’nin görüşlerinin değerlendirilmesi için gönderdiği emirname:
    Sultan ibn Kalavun’un ibn Teymiyye hakkındaki emirnamesinin sûreti:

    “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Bütün hamdler, her hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahu Teâlâ, “hiçbir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur” (Sûre-i Şura/11) diye buyurmuştur. Kitap ve sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O’na hamd ederim. ihlâsı nedeniyle (kıyamet günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’ın “nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir” (Sûre-i Hadid) buyurduğu ayeti celileye dayanarak yaradanı cihetten tenzih ederek La ilahe illallah, O tektir, ortağı yoktur diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O Resulu ki, Allahın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yolunu göstermiş ve Allahın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun âl, ashabının üzerine salât ü selam eylesin, o âl ve ashab ki imanın alametleri onların himmetleriyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyla haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü.

    Bundan sonra derim ki: Şer’i kaideler, yürürlükteki islami kurallar, imanın ilmi rükünleri ve kabul edilen din mezhepleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terk eden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.
    işte bu nedenle, bu esasların hükümlerin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten müvellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vaciptir.

    Çağımızda ibn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehaletiyle kelamının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelamında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve islam imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilafına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.

    Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risalelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. işte, onun bu fetva ve risaleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülûk ettiklerince açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelamının harf ve savt olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bid’ati inkâr ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve batıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahu Tealanın buyurduğu: “izzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…” (Sûre-i Saffat/180) ayet-i celilesini okuduk. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ Zatında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. “O’nu gözler idrak edemez, O, gözleri idare eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.” (En’am, 103) diye buyurmuştur. ibn-i Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lafızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahu Teâlâ’nın: “Umulmadık bir iş yaptın.” (Kehf, 73) diye buyurduğu ayeti okuduğu, bâtıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnamelerimizi gönderdik.

    Akd ve hall ehli olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, islam kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirayetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delalet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahu Teâlâ’nın buyurduğu: “Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.”[xiv] ayetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. işittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolaysıyla Şer’i Şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.

    ibn Teymiyye’nin bu suçu Mâliki mezhebinin hâkimi huzurunda sabit olunca Şer’i Şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. ibn Teymiyye’nin gittiği bu bidat yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelamının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim hakkında konuşmaktan, akaitte doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden ayrılmaktan veya Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehy eden ve bunu itikad eden eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnamemizin yazılmasına da hükmettik.

    Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! “Önce ve sonradaki iş, Allah’ındır.”[xv] Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden (ibn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmemelidirler. Allahu Tealanın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir.

    Şüphesiz bizler Dımaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmi emir çıkardık: ibn Teymiyye’ye beyan ettiğimiz hususlarda tabi olanları şiddetle nehy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velayet ve şahitlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bidatçinin iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’i sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmi kayıtlar Maliki kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belagatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere cami minberlerinde okunsun. Bu emirnamemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır.” [xvi]

    işte Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebinin büyükleri, ibn-i Teymiyye hakkında bunları söylerken, onun sağlam olmayan fikirlerini Ümmet-i Muhammedin evlatlarına dayatmak, onu tectid hareketinin öncüsü diye tanıtarak kafa bulandırmak istemek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Eshabının yolu olan Ehl-i Sünneti ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Şanı Yüce Allah, Ümmet-i Muhammed’i dâlalet çukurlarına girmekten muhafaza buyursun.

    [i] Ebu Hamid Bin Merzuk, Beraet’ül Eş’ariyyin, sh. 24-25
    [ii] Beraatü’l Eş’ariyyin, sh. 108
    [iii] ibn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
    [iv] ibn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
    [v] ibn Teymiyye, Minhacü’s Sünne, sh. 62
    [vi] ibn Teymiyye, Ehli’s Suffe, sh. 34
    [vii] ibn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh, 271
    [viii] ibn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh. 293
    [ix] ibn Teymiyye, el Cevabü’l Bahir fi Züvvari’l Mekabir, sh.88
    [x] ibn Teymiyye, El Minhacü’s Sünne cilt 2, sh. 29
    [xi] ibn Teymiyye, Er-Redd Alâ Men Kâle bi Fenai’l Cennetî ve’n Nar, sh. 52-57
    [xii] el Furkan Beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş Şeytan, s. 144
    [xiii] Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi
    [xiv] Sûre-i Zuhruf/19
    [xv] Sûre-i Rum/4
    [xvi] Ebu Hamid bin Merzuk, Beraatü’l Eşariyyin, sh. 391-395
    - See more at: http://gercekibniteymiyye....tr/#sthash.M1vFT567.dpuf

    --alıntı--
    0 ...
  40. 22.
  41. 23.
  42. Tüm kitaplarını okudum.bu adamı fazla ovmusler. Kesinlikle deha falan degil. imam azam a ağır eleştirileri vardır.ama Ebu hanife kadar kafanın binde birine sahip değil . moğol istilası sırasında muslumanlarla uğraşmıştır. Allah a el yüz ve mekan atfetmiştir ve bunu mezhep insanlarının laflarını çarpıtarak yapmıştır.
    1 ...
  43. 23.
  44. tüm eserlerini okumuşluğum vardır. tek soyleyeceğim dedikleri kadar var. adam salt kibirden oluşuyor. ve hiçte deha falan değil.

    tevil yapmayacam derken mecazları bile bile yanlış anlamıştır. hemde bile bile. resmen insanları kandırdı.
    1 ...
  45. 24.
  46. Bir çok hatası olabilir. Ama kesinlikle tasavvuf karşıtı falan değildir.

    Bunu dememin sebebi neoselefiler ve vahhabilerin bu adamı kullanarak tasavvuf karşıtlığı sergilemesidir.

    http://populerkulturcoplu...ibn-i-haldun-acsndan.html
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük