insanın fıtratında olan, bana göre aslında hep içimizde taşıdığımız ama zaman zaman kendini gösteren, bir nevi bir cilt altı sivilcesidir. yeri geldiğinde ucunu gösterip hayatını zindana da çevirir. ama bana kalırsa hüzün benim için daha olumlu, her zaman tadı ağzımda olan bir kavram. mutluyken de hüzünlenmesini bilirim, üzgünken de. adeta ben bile olabilir bu hüzün denen şey. hani bir de bazı şarkılar vardır, saf hüzün kokar. dinlediğinizde içinizi buram buram hüzün kaplar.
monica salmaso - ültimo desejo
miss kenichi - who are you
lana del rey - ride
bunları dinlediğimde içimi hoş bir hüzün kaplıyor. hüznü seviyorum, hüzne boğulmayı seviyorum, hüzün ile yaşamayı seviyorum.
bana göre en mutlu anlarımızda da hüzne ihtiyacımız var, içimiz burukken de, uğruna savaştığımız insanlar bizi o yangının ortasında, ellerimizde yanıklar yüzümüzde, dizlerimizle yaralarla öylece bıraktığında da ve biz o yangının ortasında oturup "ben şimdi ne yapacağım" diye uzun uzun düşünüp kendimizi ağlarken bulduğumuzda da. hüzün hep hayatın içinde olmalı ki her şeyi, her duyguyu dozunda yaşayabilelim.
çok mutlu olduğumuzda hüzün bize mutsuz olduğumuz günleri de hatırlatsın. hatırlatsın ki dozu aşmayalım, bir ihtimale kapılıp, sürüklenip kendimizi koca bir ihtimaller denizinde bulmayalım. en mutsuz anlarımızda da bizi bulup, daha üzgün anları hatırlatsın. hatırlatsın ki kendimizi bir karadeliğin içinde savrulurken bulmayalım. hatta "daha iyi günlerim olmuştu ama daha kötü günler de gördüm" diyip kendimizi orta şekerli bıraktığımız durumlarda da bulsun bizi. bir silkelesin, desin ki kendine gel, sen bihter ziyagilsin, aptallık etme. ama yine de bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. yine bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim. hüznüm de burada devreye giriyor işte. benimle büyüyor, benimle coşuyor, benimle üzülüyor. ben gidersem, gidecek olursam, gitmeyi düşünürsem, benden geriye sadece hüznüm kalacak.
sözümü de yine hem melodik olarak hem de sözleriyle hüzünlü olan, hüzünlü hissettiren bir şarkı ile bitireyim madem.
hüzün olduğunda, tek başına ise zaten baş başa kalınan , üzücü bir olay sonucunda da topluca hüzün hakim diye bir cümle kurulduğunda bile, o buruklukla sanki tek başına mücadele ediyormuşsun gibi gelen his. öyle oluyor öyle de olmalı. hüzün demek bırakılan demek gibi. yani yarım kalmış gibi demeyeyim ama , sen varsın o yok , o var sen yoksun gibi. hep bir şeyler kalıyor yine de.
Naif bir kelime. Ne ağlamak kadar can yakıcı, ne de mutsuzluk kadar olumsuz. Sanki insanın en mutlu anında bile içinde bir yerlerde saklanıyor ve tekrar açığa çıkacağı anı bekliyor.
Tanımlaması en zor duygulardan biri olup insanın içinden 'yalnızlığın bir diğer adıdır belki de ' demek geliyor.
gırgır, magazin, malayani işlerle tıka basa dolu bir dünyada hüzün hastalık değil bir mükafattır.
Bir hüzün hastalığıdır, şiir, devası,
gözlerine vurulmuş bir adamın
kağıdı sevmesidir.
yüreğe bir kez girdi mi bir daha kolay kolay çıkmayan
hani bir ok bir mızrak gibi
ama saplandığı yerde kalan, çıkarsa öldüreceğini bildiği için içerde kalmayı tercih eden
aslında yokluğunda da kendini özleten garip bir duygudur.
Nadiren kesişiyoruz. Bir gün açılacak bana biliyorum. Ama cesaret edemiyor. Yıllardır platonik bana. Hepte öyle kalacak. Hüznü hep küçümsedim ve devam da edecek.
~Kim demisti hatirlamiyorum, ask varligin degil, yoklugun acisidir diye. Belki de bu yüzden ilk gençligimde, o yogun âsik oldugum yillarda, gözüme uyku girmez, dudagimda bir islikla bütün gece sehri, o karanlik, o hüzünlü sokaklari dolasir, insanlari uykularindan uyandirmak isterdim. Uyanip, içimde derin bir siziyla uyanan o derin sancinin acisina ortak olsunlar diye…
Ask çok eski bir seydir sevgili. Onun içinden o çileli çocuklugumuz geçer. Sevdigimiz insanlarin çocukluklari da… Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasiz yatililar geçer. Ve sonra ask bütün bunlari alir, daha da eskilere gider, hep o ilkel aciya, o yaban agriya…~