En güzel deniz:
Henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğum sözdür...
bu dilden firar eden her söz, yaydan çıkmış ok gibi
sözler bazen bir hazine bazen dermansız bir dert tipi
geçmiş dünden bahsetmek lezzetsiz
gelmemiş yarından hep mi şikayetçiyiz biz
aklımın ipinin ucu da kaçmış, timsah katreleri boşalsın
bir iki damla hiç degersiz
hüzün ve kaderin pençesinde bir dev nam-ı değersiz
gece-gündüz ömürden yontar dünya dönmez yarensiz
bugün ömür yarım gün, serbest kalsın fikrim
senin tozlarını silemez tenimden ellerim
varlık ruhu terk eder gözün gözümden ayrilinca
bendeki ask altın misali ağırlığınca
sensiz benlik yokluk demek kalbim sana emekçi
aşk denen illet çorak arazide tilki misal kurnaz bekçi
başım sarkık bir mahalsiz cümle yolumun önüne taş
dudaklarınla kaderi nikah eden çakır keyif dertdaş
gören der ki sel ağzına bina yapmak aptal işi
yel eserse kırmaz dişimi, kalp bir körse görmez bir şeyi
saniyeler dakikalarla yapar alişverişi
saatler seni alır benden korkarım olamaz gelişi
hasret gözümün ışıklarını söndüren alçak misafir
afitap sönük bir mum ayrılık hain bir zehir
melek yanımda yüzünü saklar felek yüzüme kaş çatar
bir tek bu hüznü sen boğarsın ipek tenin derime batsın
rüzgar saçını süpürse mest olur bakışlarım
adınla uyanır kulaklarım, yüzünle açar göz kapaklarım
en güzel şiirlerimde kaleme adını sayıklatırım
odamın hayaletisin sessizliğine aşığım
derdime çare baytarım yok
dengeme destek tut ki durayım
safak güneşin fermanı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı
ama melek bir yandan, şeytan bir yandan
başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem
kafamı duvara yasladım omuzların yanimda yok
ahbaplar maymun istah sahibi benim içim senle tok
yok ki gücüm belki devler ülkesinde bücürüm
sessizliginle gelir hüznüm yoklugunda gömülü ölüyüm
bu devranin binlerce sevgi müsterisinden biriyim
yalnizligima küfrederim sensiz halden müstekilim
ilelebette dönmez olsam bil ki yalniz nöbetteyim
hatalarima savas açtim her gün farkli kefendeyim
hayat günlük defter yapragi hazan gelir dökülür
gelirken ne getirilir ki giderken ne götürülür
dertle anlas deva bul üzüntü kalbi sömürürür
yüzüne baktigim her an cennetten bahçe görülür
gülüşle şen degil gönül bucaklarinda harabeler
bu hilekar tavirla geçer fena saatler
seni içeren masallarim anlatılacak kadar kısa değiller
aşk ilinde bir tarafta cüceler diğer yanda devler
derdime çare baytarım yok
dengeme destek tut ki durayım
safak güneşin fermanı geçer acı tatlı sayılı zamanın sancısı
ama melek bir yandan, şeytan bir yandan
başım zindan yokluk var bu kaçıncı şikayetim bilmem
...
şiirden daha siyah bir şey olmalı kelimelerde
yoksa küfür kafiyeli söylenecek şehirde
...
bakmanın sonu yok gözlerinin nereye yetişebilir
dünyada yalnızca körlerin gözleri temiz kalabilir
...*
...
"içinden gül geçerse, gül olursun" diyor Sadi,
içimden sana geçen şeyleri ancak başkası yazabilir
...*
...
Güzeldim de galiba,bunu nasıl söylesem
Eline sağlık Tanrım, Leyla çok güzel olmuş
Tanrım eline sağlık, dünya da güzel olmuş
Keşke biraz ölmesem...*
...
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların
...*
...
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu*
fuzulînin en güzel eserlerinden olan su kasidesinin 13. beyiti.
dest bûsı ârzûsıyla ger ölsen dôstlar
kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su.
türkçesi:
dostlar!eğer onun elini öpme arzusuyla ölürsem,
toprağımdan testi yapın ve onunla sevgiliye su verin.
Gözlerin diyorum
yüzyılın en iyi on şarkısı arasına girmiş
ilk üçü soruyorsan onlar intihar etti
dilimde kışın ortasında bestelenmiş gözlerin
arabesk desem değil jazz desem olmaz
ritmi kendinden menkul..
Ellerin diyorum
en iyi üç kompülsifimin arasına girmiş
ilk ikiyi sorarsan henüz obsesyon aşamasında
dokundum ellerine
bir dokunun katmanlarından en dibe iner gibi
sinir uçlarımı dezenfekte edip sana tertemiz sinyaller gönderir gibi
bir fahişenin düz kaslarını perma yapıp refleks bir buluşmada
sana sununca acilen öpüşmemiz gibi dokundum ellerine
ellerin ufaktı tam yanağıma göre evirilmişti
hiçbir parmağın taşmıyordu yanağımdan
ne sevdiğinde ne vurduğunda...
Bileklerin diyorum
hiçbir bileklikle ödüllendirilemeyecek kadar ürkütücü
şimdi toplam dört bileğin ikisi benim olsun
ikisi senin
sol bacağındaki yanık içinde yazı tura atalım derim
bileklerimizi birbirine bağlayan bir kelepçe vardı
senin yüzük dediğin
nikâh salonunun terasında beş yüz kere evet dediğimiz
bir mikrofon vardı şimdi
benim Akdenize doğru sensiz küfür bastığım
ki bel altı küfürleri hep tuzda bekletip ağızda gargara yaptıktan
sonra sallamayı yeğlerim.
Bir de nikâh masası vardı üstünde sevişirken senin "Ahhh evet" dediğin..
Sözlerin diyorum
ipek gibi boynuma dolanırken
önce genital organlarım tutuklanırdı
sonra dilim tutulur
çıkarılır yerinden
üstünde son cümlem yapışıktır
kezzapla temizlenir bütün kelimelerden
dahili ve harici bir düşman yılanı gibi sözlerin
beynimin kıvrımlarında süzülünce
sensizlik suyunu içerken artık hiçbir hayvanın dokunuşu
tenimi rahatsız etmiyordu
konuş benimle
sorgu odasında ifadesi alınan bir ölümsüzün gördüğü işkenceleri
evinde yakınlarına sergilerken
yaşadığı travma gibi..
Sözlerin diyorum
en çok onlar dikti beni tıpkı açtığı yaralar gibi..
saçların diyorum
onlar için henüz bir şey diyemiyorum
düzleştirmişsin duyduğuma göre
ölmem pardon görmem gerek..
erkek kadına dedi ki:
-seni seviyorum,
ama nasıl,
avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya
çıldırasıya...
erkek kadına dedi ki:
-seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz.
kadın erkeğe dedi ki:
-baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.
ve ben artık
biliyorum:
toprağın
yüzü güneşli bir ana gibi
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini
fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil
değil!
sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak
sen
yürümelisin,
beni bırakarak.
kadın sustu.
sarıldılar
bir kitap düştü yere
kapandı bir pencere
ayrıldılar.
masalın camından içeri doğru sızan gözbebeklerimden bahsediyorum.
dokunabilir misin kahve koyusu yalnızlığıma ?
ya da sesimin teline vurulup, çıkarabilir misin göğüs kafesimden nefesini ?
avuç içlerim sönüyor..
socrates'in sakalına zehir katın..
beyaz tellerine kaldırın kadehlerinizi... şerefe..!
doğurulan bütün piçleri bırakın sokağa!
eflatun yaprakların damarlarından düşüyorum masalım.
bir sonbahar alışkanlığı daha sona eriyor..
mum alevinde yitiriyorum solgun benizli istasyonları..
ve seni,
üçüncü perdede asıyorlar...
yalınayak düşlerin, cam kırığı öpüşlerin ve yapışkan alışkanlıkların ortasında izliyorum olanları...
socrates'in kaderini isa'ya kopyalayın!
bütün çarmıhları yakın olvsat meydanında!
dökülen aforizmaların zehrini dikin iliklerinize!..
mavi gecenin samanyolu kesişmelerinde başlıyor aşk..
sabaha dek süren ikili sevişmeler yaşıyorum..
rüzgâra karşı ağlayan yağmurda boğuluyor düşlerim..
tut gözlerimden.. tut yoksa düşerim.
tut ellerimden.. tut yoksa ölürüm..
masalın canımdan içeri doğru sızan gözbebeklerimden bahsediyorum diyorum!
dokun kahve koyusu yalnızlığıma..
ya da sesimin teline vurulup çıkar göğüs kafesimden nefesini.
avuç içlerim yanıyor..
socrates'in sakalına zehir kattılar.
beyaz tellerine kaldırdılar kadehlerini.. şerefe ..!
doğurulan bütün piçleri bıraktılar sokağa..
eflatun yaprakların damarlarından tutundum masalım..
karlı kış'ın kapısında sayıklıyorum adını..
mum alevinde ısıtıyorum senli bekleyişlerimi..
ve seni,
dördüncü perdede öpüyorum dudaklarından..
çırılçıplak düşlerin, cam arası öpüşlerin ve kırılgan alışkanlıkların ortasında sarılıyorum saçlarına..
son perde..
pedagoji uyurken, pedagog doğar sokaklarda..
ve düş'ü asarlar masalın dar ağacında..
socrates ölür, masala aşk kalır elde avuçta...
aydınlık neyin oluyor senin
gökyüzü akraban filan mı
beni bulur bulmaz gözlerin
şimşek çakıyorum yalan mı
yüzünde yalazını gezdirdiğin
saçlarından tutuşmuş orman mı
akla ziyan bir şey elektriğin
ayışığı mavisi dudaklarından mı
o ışık zenginliği mi giyindiğin
uzay tozları mı yıldızlardan mı
elime dokunduğu an elin
güneşler açıyorum sahi ondan mı
aydınlık neyin oluyor senin
Gözlerine bakarken umurumda değil mevsimler
Gülüşün hep deniz kenarı bana
Sen bir adım attığında göreceksin
Elinde balonlarla bekleyen o adam benim
Aldığım en derin nefessin sen
Dudaklarının dudaklarımdaki işgali hala yüreğimde
Nefes alıyorum ama hala bulamadım seni
ben sana yanarken şimdi...sen kim bilir nerede
üşüyorsun
Asrın yeni bir umdesi var, hak kapanındır.
Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır.
Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca,
Kürsî-i liyakat pezevenk, puşt olanındır!
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum.
ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski istanbul mudur?
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun.
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu.
fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben sana mecburum sen yoksun.
belki haziranda mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
belki yeşilköy'de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışşın tüylerin ürperiyor
belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
kötü rüzgâr saçlarını götürüyor.
ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin..
...
vurulmuşum
dağların kuytuluk bir boğazında
vakitlerden bir sabah namazında
yatarım
kanlı, upuzun...
vurulmuşum
düşüm, gecelerden kara
bir hayra yoranım çıkmaz
canım alırlar ecelsiz
sığdıramam kitaplara
şifre buyurmuş bir paşa
vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız..
ağlasam sesimi duyar mısınız,
mısralarımda;
dokunabilir misiniz,
gözyaşlarıma, ellerinizle?
bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce.
bir yer var, biliyorum;
her şeyi söylemek mümkün;
epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
anlatamıyorum.
(bkz: orhan veli kanık)
artık kalbim yok ağladığımda sana
düşündüğümde seni artık kalbim yok
seni anlatırken birilerine atmıyor kalbim
atmıyor kalbim seni gördüğümde rüyalarımda
istediğin gibi yaptım; artık kalbim yok !
küçük bir velede verdim onu, oyuncak niyetine
fırlattım attım doyursun karnını diye bir sokak köpeğine
suda sektirdim bir kiremit parçası gibi
ve bekledim batmasını
bekledim batmasını yanan bir gemi
nasıl ağlayarak denize dökülürse
istediğin gibi yaptım; artık kalbim yok!
artık kalbim yok baktığımda eski resimlere
özlediğimde seni
arta kalmış bir kalbim
yok!
sanma sahim /herkesi sen /sadikane /yar olur
herkesi sen /dost mu sandin /belki ol /agyar olur
sadikane /belki ol /alemde bir /serdar olur
yar olur /agyar olur /serdar olur /dildar olur
suya attım bi taş,
çıkardı bi ses faş faş.
kafama biri vurunca,
gözümden geliyor yaş.
hüsniye hüsniye
beni döndürdün deliye.
istersen beni sor veliye,
diyecek ki 10:30'da binecek hüsnü gemiye. *
--spoiler--
Kürde fırsat verme ya Rab, dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın, asla iflah olmasın
Vur sopayı al ekmeği, karnı bile doymasın
Ol çeşmeden gavur içsin, Kürde nasip olmasın!
--spoiler--