bugün

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=181205

http://www.milliyet.com.t...5/03/07/siyaset/asiy.html
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=212755
ermeniler katliam yaptı mı sorusuna verdiği; ufak tefek şeyler oldu ama öyle abartıldığı gibi 500bin filan değil diyerek tarafsızlığını! göstermiş değerli! bir öğretim üyesidir. karşı tezler için:
(bkz: sait kofoğlu)
sabancı üniversitesi'nde bir öğretim üyesidir. kendisinin gemilerle alakalı bir kitabı bile vardır.
taraf gazetesi'nde birbirinden güzel makaleler yazan tarihçi. aynı zamanda eski aydınlıkçıdır. her resmi tarih anlayışı karşısında objektif durmaya çalışan tarihçi gibi o da "haindir", "misyoner çocuğudur", "dış güçlerin mihrakıdır", "sorosçudur", daha neler nelerdir.
Sadece ermeni meselesiyle değil, okullardaki resmi tarih öğretimi, türban konusu, ifade özgürlüğü ve modern türkiye'nin tarihi gibi konularda resmi ideolojinin yanıldığı noktaları insanların dikkatine sunmaya çalışan bir bilim adamıdır. bu ve bu sayfadaki gibi bir sürü sayfada birçok hakarete maruz kalmasına rağmen objektif verilere dayandırdığı bilgileri ile bu topraklarda bilim yapmaya ve iş üretmeye çalışmaktadır. Elbette yanılabilir, yanlışlanabilir zira bilimsel olarak fikirleri çürütülebilir; ancak özellikle konuyla ilgili hiçbir dayanaklı bilgisi olmadan insanların ona boş boş karşı çıkmasını ve maalesef hakaret etmesini anlayamıyorum. Üstüne üstlük kendisine hakaret eden "milliyetçi" insanlara nispet, kendisi dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde okumasına ve zekasıyla ve bilgisiyle ABD ve Birleşik Krallık'ta çok rahat akademik kariyer yapabileceği yerde, Sabanci Üniversitesi'nde çalışmaktadır ve bu çalışma azmini gelecek nesillere aktarmaktadır. Bence milliyetçilik eğer samimi olarak gerçek bir duyguysa tanımı da budur.
türkiye'nin yüz akı akademisyen tarihçilerdendir;

taraf gazetesinde seri olarak yazdığı yazılarla türkiye marksist solunun geçmişine panoramik bir bakışla eleştiriler yöneltti. kendini cesurca eleştirmeden yeniden devrimcilik oynamaya çalışanların cirit attığı ortamda eli öpülesi işler yapıyor.

küyerel com sitesinde yazdığı iki yazısı şöyle:

80'lerin sonunda kaçan fırsat: Birleşik, demokratik bir Sol özlemi

Batı Avrupa ve ABD'de 1960'lar, Eski Sol'dan, yani KP'ler geleneğinden bağımsız, çok daha demokratik bir Yeni Sol'un doğuşuna tanık oldu. Türkiye ise farklı bir gelişme gösterdi. Bugün, keşke böyle bir kuşak ayrışması oluşsaydı, diyeceğim geliyor. Onyıllarca bastırılmış eski lider ve çevreler özgürleşip ortaya çıktı -- ve birbirleriyle sadece güncelliğin değil, geçmişin de kavgalarını kaldıkları yerden vermeye koyuldu (bu, 1951-52 tevkifatının "Eski Tüfek"leri gibi, Aybar ve etrafı, Behice Boran ve etrafı, Kıvılcımlı ve etrafı için de geçerliydi). Aynı zamanda (a) Üçüncü Dünya'nın yükselişi reel sosyalizmin iflâsını örtüyordu; (b) yasaklar alanına büyük bir ilgi ve merak duyuluyordu; (c) Türkiye dünyadan bugüne kıyasla çok daha habersizdi, yani geriliği bir de düşünsel azgelişmişlik boyutuyla malûldü.

Bu koşullarda, aslında hayli taşlaşmış bir Komintern Marksizmi, taze bir rüzgâr gibi esip yayın hayatında öne çıktı. Keza "Eski Tüfekler" bu zeminde, başta TiP olmak üzere bütün sol akım ve örgütler nezdinde bir hak ve ispat-ı vücud mücadelesine girişti. Etkili de oldu. O kadar ki, o günlerde bir arkadaşım (ikinci Yeni şiirine atfen) "biz ikinci Eski'yiz" demişti, genç MDD'ciler için. Espri nefisti de... içeriği canımı yakıyor, şimdiki kafamla. 1970'lerde hepsinin üstüne, yurtdışındaki TKP'nin artan nüfuzu ve kâh Sovyetlerin, kâh Çin'in, kâh Arnavutluk'un, kâh Küba'nın ve Tricontinental'in "temsilciliği" rekabetleri bindi.

Önemli ölçüde bu aidiyetler yüzündendir ki, SSCB'nin çöküşüyle birlikte, (Batı'da Yeni Sol bir ölçüde yaşayabilirken) Eski-Eski Sol öldü, bitti Türkiye'de. 1980'lerin sonunda hâlâ zaman ve mekân (Birleşik Sosyalist Parti süreci) varken, bu son fırsatta dahi basiretli davranıp kendini dürüstçe yenilemeyi başaramadı. Bir yanda TKP önderliği, gene benmerkezcilik yaptı; birleşmeden önce sırf kendi özel muhasebesiyle yetinecek yerde, bir bütün olarak Marksizmin özeleştirisini herkesten önce ve tek başına yapmaya (ve bunun ardına sığınmaya) kalkıştı. Buna karşılık TKP'den nefret eden bütün diğer gruplar, çok kısa vâdeli ve dar kafalı bir intikam oportünizmine saplandı. Nisbeten tecrübeli liderleri vardı gerçi. Ama nedense hemen herkes, "hah işte bak, gördünüz mü, Marksizmi terk etmek suretiyle gerçek yüzlerini gösterdiler" ucuzluğunu tercih etti. Zaten bazı kötü niyetli capoistorico'lar da son çare olarak "reformculuk" şantajına başvuruyordu. BSP'de toplanmaya başlayanların önemli bir bölümü bu tuzağa düştü; samimiyetten uzak bir "devrimcilik" pozuna girdi. "Devrim-reform" fantezisi, bir kere daha Solu bölmeye (veya bölünmüş tutmaya) yetti. Ciddi bir devrim projesi mi vardı ortalıkta? Ne gezer! Marx'ın dediği gibi, ilk seferinde gerçek bir trajedi olarak yaşananlar, 89-90'da bir farce, sahte ve yapay bir komedi olarak sahnelendi. Ankara konferansında bir konuşmacının kullandığı anlamlı ifadeyle "Yeni'nin militanlığı" yeşeremedi. Bazıları ruhsuz bürokratlık yaptı. Bazılarının "devrimcilik" fiyakası, adam gibi bir birleşmenin gerektirdiği derin ve topyekûn angajmandan kaçıp eski klişelerle idare etmenin gerekçesine dönüştü.

Sonuçta, fraksiyonel örgütlenmesinin son demlerindeki bu Sol, parçalanmışlığından yeni bir sentez çıkartamadı. BSP dahi böyle bir sentez olamadı, çünkü sosyalizmin 150 yıllık teorik mirasının elbirliğiyle, canıgönülden revizyonu süreci idare edilemedi. Güvenilir bir cazibe merkezi, uğrunda tekrar fedakârlıklara katlanılabilecek bir proje oluşmayınca, aydınların siyasetten kaçışı büsbütün hızlandı. Meydan vasatlığa (mediocrity) kaldı. Ufuk Uras gibi birkaç istisnayla ÖDP, Eski-Eski Solun belki hep vasatlığı simgelemiş bileşeninin eline geçti. Maoculuk, tarihselliğini yitirip mutlaklaşmış, genel bir dış dünya fobisine dönüşmüş bir "anti-emperyalizm" üzerinden, nezih bir tanım arayışı içinde ulusalcılık dedikleri, düpedüz faşizan bir neo-nasyonalizme katıldı.

Sonuçta, siyaset sahnesinin sol yanına, 1960'lar, 70'ler ve 80'lerden, anlamlı bir örgütsel devamlılıkla birlikte, geniş ve özenli bir demokrasi vizyonu da intikal edemedi.

Sol ve demokrasi (9) :

Bugünkü Türkiye'den kesitler

Halen bir Sol var mı, veya nerede? Küçük parti kırıntılarının fikir hayatına etkisi sıfır. Buna karşılık basında ve sivil toplumda çok ciddi bir demokrasi birikimi söz konusu. Ama bu ikisi artık apayrı dünyalarda yaşıyor.

21. yüzyıl başında en temel iki sorun, demokrasi ve milliyetçilik. Üstelik ikisi tamamen iç içe. Sırasıyla 1912-22, 1925-27 ve Büyük Bunalım dönemlerinde şekillenen ulus-devletin dayanakları, öncelikle bu iki açıdan sorgulanıyor. Ulusalcılığın yükselişi hepimize çok şey öğretti. Milliyetçiliği geriletmek, özgürlükleri iğneyle kuyu kazarcasına genişletmeye bağlı. Egemen Sünni-Türk milliyetçiliğinin "öteki"lere bakışını değiştirmeden, daha büyük demokrasi hamleleri olanaksız.

Kaç seçim geldi geçti; ÖDP "şimdi sosyalizm" istemek veya "sokak süpürmek"ten uyanacak da böyle bir stratejik tesbit yapacak diye galiba boşuna bekliyorum. Canalıcı mücadeleler: kuruluş efsanelerimiz; Kürt sorunu; Ermeni soykırımı; Kıbrıs çıkmazı; 301. madde; devletin kamusal alanı yutması; derin devletçi YÖK başkanları; üniversitelerde hem bilim, hem kılık kıyafet özgürlüğü; azınlık vakıfları; patrikhanelere baskı; çeteler; darbecilik; Hrant cinayeti; Malatya katliamı; Nokta baskını; Susurluk rezaleti ve Şemdinli fiyaskosu; hukukun hukuksuzluğu; homofobinin kırılması; vicdanî red… etrafında dönüyor. Hepsinin başını, eleştirel aydınları, köşe yazarları, öğretim üyeleri, liberal ve sol-demokratları, Baskın Oran'ın yokluktan fışkıran seçim kampanyası, sair "platform"ları, "imza" ve "insiyatif" grupları, internet listeleri ve web siteleriyle örgütsüz Sol çekti. Buralarda, eski "proleter enternasyonalizmi"nden çok daha içten ve kapsamlı bir evrenselcilik de çiçek açıyor.

Buna karşılık örgütlüler "eski teori" bataklığında boğuluyor. Cumhuriyetin 85. yılında, bazıları (kâh emperyalizmin, kâh irticaın) "karşı-devrim"ine karşı hâlâ Kemalist Devrimi "sürdürmek" iddiasında. Kendini ya 1919-20'de (Sevr) ya 1925-27'de (Takrir-i Sükûn) zannediyor. "Her şeyi mübah" görüp "TSK'nın silâhları"na sığınıyor.

Başka grupçuklar otoritarizme iltihakın değişik yollarını buluyor. Ergenekon'un çözülmesine, yalnız güzide yazarı Veli Küçük'ten mahrum kalan nasyonal sosyalist işçi partisi değil, yeni TKP de (liberaller haklı çıkacak diye) hayıflanıyor. Jose Marti Derneği, Ufuk Uras'ı ha Che tişörtleri, ha türban dediği için kınıyor. Ellerine üç kuruşluk iktidar geçse, bir "Guevara'nın anısına hakaret" yasası da onlar çıkaracak. Uras'ın geçmişte "Küba demokrasisi"ni eleştirmeye yeltendiğini ayrıca hatırlatmışlar (ve ben bu satırları yazarken ajanslar, Raul Castro'nun "oybirliğiyle" cumhurbaşkanı seçildiğini, böylece iktidarın aynı Platonik yaşlılar oligarşisi içinde 81 yaşındaki ağabeyden 76 yaşındaki kardeşine "demokratik" biçimde geçtiğini duyuruyor).

Türban tartışmalarında bir kısım solcu, "materyalizm doğru, din yanlış, öyleyse türban talebi de yanlış, öyleyse türbana serbestlik tanınmamalı" mantığının dışına çıkamıyor. Bianet sitesindeki Selim Evren imzalı yazı, "postmodern özgürlük dini"ne saldırıyor. "Lenin'in 'burjuva demokrasisi' dediği biçimsel özgürlük sahnesi"ne aldanmamamızı talep ediyor. "Belirlenmiş koşullar içinde seçme serbestliği özgürlük değildir" buyuruyor. "Bizzat bu koşulların seçilebileceği konum" olarak "komünizm evresi"ni "gerçek özgürlüğe kapı" sayıyor. Peki, oraya nasıl geleceğiz? Gene "proletarya diktatörlüğü"yle mi? Ama orada da bir başka tür [parti tarafından] "belirlenmiş koşullar" söz konusu değil mi? Örneğin Küba'da, her koltuğa tek aday gösterilebiliyor. Öyle ya, "biçimsel" değil "gerçek" özgürlük! Pardon, halk asıl bu "sınırlı seçme serbestliği"ni reddederse ne yapacağız? Çavuşesku gibi, orduya ateş emri mi verelim? Devamında yazar, "özgürlüğün teolojik bir kategori olmadığını" vurgulayarak sorunu çözdüğünü sanıyor.

Kendimi bunun bir şaka, bir dogmatizm hicvi olabileceğine inandırmaya çalışıyorum. Değilse? Sırf bu yazı, realiteye ve topluma sırtını dönüp kendi "teori"sinin tabutuna kapanmış bir Solun mezar taşı gibi duruyor.
dün itibariyle taraf gazetesinde yakın tarihimizle ilgili yazı dizisine başlamış tarihçi. türkiyenin son 30 yılının fotoğrafını çekmekten ziyade; boyasını, tuvalini alıp kendi imgeleriyle bu dönemin resimini yapacaktır. nitekim daha ilk makalesinde bunu açıkça belirtiyor. yakın tarihimizi bir de onun fırçasından görmek isteyenler kaçırmasın bu yazı dizisini...
sabancı üniversitesinden ayda 30000$ maaş alan modern zaman heredotu.
kendisi orta okulu Bornova Anadolu Lisesi'nde okumuş daha sonra lise öğrenimini Robert de tamamlayarak üniversite öğrenimi için Yale e ekonomi okumaya gitmiştir(daha sonra doktorasını tarih alanında yapacaktır). Kendi anlattığına göre o yıllarda uçak bileti 3000$ olduğundan daha ucuz bir ulaşım şekli olarak gemi ile gidip gelmek zorunda kalmıştır. Gemi 4 günde portekize 21 günde de atlas okyanusunu geçerek amerikaya ulaşmaktaymış. işte Halil Berktay'ın denizcilik hakkındaki engin bilgisi bu yolculuklar ve bu yolculuklardan etkilenerek okuduklarından ileri gelmektedir. Yine kendi cümleleri ile üniversitede olduğu dönemde "okuma hastalığı" na yakalanmıştır. Okudukları ile kendini geliştirmiş ve kimsenin inkar edemeyeceği bir bilgi seviyesine gelmiştir. Kendisinin dedesi çanakkale savaşındaki batırdığımız(itilaf devletlerinin gemisinin bazıları mayın bazıları darbe sonucu batmıştır)gemilerden birini batıran asker grubunun komutanıdır.
Bunların dışında soykırım veya başka bir şeyi savunan yazıları olduğu iddia edilse de, iddia sahiplerinin 99% u kesin ne dediğini okumamıştır, gazeteler yazdı vurun kahpeye mantığı ile ağır hakaretlere maruz kalmaktadır. Herkesin tarihi lise kitaplarından ve sabah sabah seda sayan gibi programlardan öğrendiği bir yerde(örnek: 1)türk bayrağının nerden geldiği sorulduğunda herkes sakarya savaşında şehit kanının üzerine düşen ay ve yıldız gölgesi olduğunu iddia edecektir ki, şu anki türk bayrağı 1897 de çekilen fotoğraflarda boğazdaki kayıkların arkasında asılıdır 2)1940 ların tarih kitaplarında o zamanın ünlü türk düşünürlerinden kofüçyus diye bir cümle geçer 3) hala 2. murattı sanırım bir sırplı tarafından yaralı askerler arasında dolaşırken haince öldürülmüştür diye okuruz(bu sadece bizim tarih kitaplarında böyle yazar gerçeği osmanlı ile işbirliği yapacağını iddia edip padişahın çadırına giren sırp ölümü göze alarak padişahı bıçaklar.)4)tüm çağları türkler açıp kapattı ama ne hikmetse batı romanın 2 ye bölünmesi, matbaa nın bulunması veya amerikanın keşfi başka bazı ülkelerde çağ açıp kapatan olaylar olarak ele alınır ibaresi yoktur)
özet olarak halil berktay sanıldığı kadar kötü bir adam değildir, soykırımı bence de yapmadık o ayrı konu.
(bkz: abi yeter vurma adam öldü)
(bkz: erdoğan berktay)
sabancı üniversitesi'nden aldığı 30000 bin dolarlık maaşının hakkını vermek için düğmelerini ilikleyip, ceketinin önünde ellerini birleştirmiş bir vaziyette güler sabancı'nın poposunun dibinde; güler hanım, güler hanım, şimdi, şöyle izah edeyim, diye koşuşturan kişi. bir koşucu için fazla yaşlı ve maliyetlidir. *
yusuf halaçoğlu'nu tarihçi olmamakla, avukat olmakla, iki yüzlü olmakla itham edip, halaçoğlu'nun telefonla söz sende programına katılarak kendisiyle seviyesiz bir tartışmaya giriştiği, ülkemizdeki tarihçilerin ne durumda olduğunu görmemize vesile olan tarihçi. yusuf halaçoğlu bu kişiyi bir yerlerden para alarak tarihçilik yapmakla itham etmiş iddiasına göre, ama halaçoğlu "neden bunu ispatlamıyorsun?" şeklinde basit bir soru soruyor ve eeııeeeııı dışında başka bir ses duymuyoruz kendisinden. akp hükümeti için de; "son 40 yılın en iyi hükümeti" diyen kişi.
yusuf halaçoğlu gibi bir duayene gerçek bir biliminsanına dil uzatan patatesten tarihçi.
http://www.halilberktay.com/
namussuz tarihçilikte kimse eline su dökemez. yazıları da genelde türkçe'nin ırzına geçme şeklinde vücut bulur.
uzun süre boğaziçi üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmış ve şu anda sabancı üniversitesi'nde öğretim üyesi olan tarih akademisyenidir. özellikle yakın türk tarihi ve ortaçağ avrupa tarihi üzerine uzmandır.
bi kaç yazıdır osmanlı'daki köle ticaretine dikkat çekiyordu. iyi ediyordu. bugunkü yazısı da bu konuyla ilgili. sonunu da çok güzel bitirmiş. http://www.taraf.com.tr/h...e-kolelikten-turkluge.htm

ayrıca ona meydan okuyan erhan afyoncu olsun cicişler. erhan afyoncu ha.. ha-ha.
bu dinciler o müslümanlara benzemiyor adlı kitaptan :

doç. dr. halil berktay, genel olarak taraf gazetesi'nde kaleme aldığı yazılarını, weimar türkiyesi adlı kitapta topladı.
kitabı okuduğunuzda ilk dikkatinizi bir isim çekiyor : doğu perinçek ! nasıl hasan cemal'in bir ilhan selçuk saplantısı varsa, kitabı okurken halil berktay'da da bir doğu perinçek kompleksi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz.
doğu perinçek'e ağır ithamlarda bulunurken, sanki o dönemlerde yanında kendisi yokmuş gibi yazıyor.
örneğin bu zat dediği doğu perinçek'in dergisinde 1980lerin ikinci yarısından sonra pkk'ya övgüler dizildiğine dikkat çekerken (sf 15 ) sanki kendisinin 2000'e doğru'nun yayın kurulu üyesi ve ankara temsilcisi olduğunu unutmuşa benziyor.
sadece bu değil, örnek olaylar çok.
1968 1971 yılları arasında proloter devrimci aydınlık dönüşümünün sorumlusu olarak salt perinçek'i görüyor. okurken " acaba halil berktay hafıza kaybına mı uğradı ? " diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. akademi solculuğunu aydınlık hareketine sokup abd'den (yale üniversitesi'nden) getirdiği sovyet sosyal emperyalizmi teorisiyle hareketi bölen halil berktay ( ve düşünsel yoldaşı şahin alpay) değil miydi ?
abd'den maocu labour party'nin ateşli ve dogmatik taraftarı olarak türkiye'de dönen, h. berktay değil miydi ? 1969 çin komünist partisi 9. kongresinde lin biao tarafından sunulan raporu ingilizce'den türkçe'ye çevirip sovyetler birliği'ne en ağır sözlerle saldıran h. berktay değil miydi ? ( türkiye sosyalistlerini bölen abd destekli maoculuk, araştırma konusu olmalıdır) peking review'u elinden düşürmeyen halil berktay, bugün dünü unutmuş gibi yazıyor, sanki orada değilmiş gibi kalem kıvraklığı yapması da ayrı bir hüneri galiba.
h. berktay kitabında, perinçek'in tiikp'sine de ağır sözler ediyor. tiikp savunmasından, mamak yargılamalarından alıntılar yapıyor. bunları okuyan, h. berktay'ın aynı örgütün önemli teorisyenlerinden biri olduğunu düşünemez bile.

12 mart 1971 askeri darbesi öncesi, h. berktay aydınlıkçılara bir el kitabı yazıp dağıttı : bir devrimci işkencede nasıl tavır almalıdır ? ( poliste ve işkencede ihtilalci tutum ). " gerekirse işkencede şerefiyle ölebilmelidir. " diye yazdı.
sonra darbe oldu, h. berktay gözaltına alındı ve örgüt hakkında polise en çok bilgiyi o verdi.
poliste çözüldüğü için perinçek ve arkadaşları h. berktay'ı örgütten kovdular. insan düşünmeden edemiyor, acaba h. berktay o günlerin intikamını mı alıyor ?

sayfa 284 - 285.
tarhle ilgili yazdığı yazıları genelde beğenirim. hele kılıç ali'nin olduğu yazı baya eğlenceliydi. ama bide "aydın ve partisel yalan" başlıklı yazısını okuyunca.. tamam hatasız kul olmazda kendisi biraz abartmış gibi geldi.
bu adama sokakta rastlasam saati bile sormam. nasılsa doğru zamanı söylemeyecek. o kadar yalancı biri.
tarihçi akedemisyen. bir zamanların hızlı komünistlerindendir kendisi. şu aralar liberal takılıyor.
Şu anda habertürk'te yandaş kanalda hazır fırsat bulmuşken Türkiye Cumhuriyeti'ne bir tekme de ben atayım demektedir.
kürşat bumin, murat belge bir de bu...

kendimizi daha fazla nasıl rezil ederiz diye adeta yarışıyorlar...

altan biraderleri, nazlı ılıcak'ı, nagehan'ı, rok'u falan bile geçtiler.

ne tatlıymış amk. şu paranın yüzü...
gündem hakkında bazı fikirlerini belirtmiştir.

http://www.haberturk.com/...-akademikler-fazla-siyasi