bugün

babası 42 yaşında hayatını kaybettiğinde beş yaşında bir çocukmuş. bu nedenle dedesinin matbaasında kağıt kokusu ve baskı makinelerinin çıkardığı homurtularla büyümüştür. büyürken birçok yazarla ve kitapla bu matbaada tanışma fırsatı yakalamış.. bu matbaaya, "bir çeşit akademiydi." demesinin nedeni de budur.

eğitim bursuyla gittiği almanya'da zatürreye yakalandığı için eğitimini (siyasal bilimler) yarıda bırakıp istanbul'a dönmüş. iyileşme sürecinde önce okumuş sonra da yazmaya karar vermiş.

her gün yirmi sayfa yazma kuralını getirdiği daktilosunun başından bu sayfa sayısı dolmadan asla kalkmazmış. yazmayı o kadar severmiş ki bir gün bakkaldan alınacakları bile daktilosuyla yazdığını arkadaşlarına anlattığında hepsi sağlam bir kahkaha patlatmış. bu sevdası nedeniyle yirmi üç daktilo eskitmiş.

edebiyat dışında en çok ilgilendiği şey; futbolmuş. futbola yeni taktikler, vuruş teknikleri ve yorumlar getirmiştir. öyle ki,
yalıda sabah kitabındaki öykülerinden birinde "nizamettin bolayır" adlı karaktere üç çeşit penaltı attırmış, bunlardan birine "falsolu vuruş" demiş ve bu vuruşun nasıl yapılacağını anlattıktan sonra temeli aldatmaya dayanan bu vuruşun "kalleşçe" olup olmadığını sormuş. bu soru, radyolarda "falsolu vuruş mubah mı?" tartışmalarının yapılmasına bile neden olmuş. *
ve tabii ki keşanlı ali destanı...
bebek'te doğmuş, almanya'da eğitim görmüş, moda'da oturmuş ve devrin en nezih mekanlarına gidip gelen haldun taner'in, bir gecekondu mahallesini ve orada yaşayanları nasıl bu kadar ayrıntılı ve gerçekçi yazdığını kimse anlayamadı. bazı dedikodulara göre altındağ'da bir gecekondu kiralamış ve kılık değiştirerek bir süre orada yaşamıştır. bu dedikodulara yanıt vermeyen haldun taner'in içten içe güldüğüne eminim.
Aklıma Keşanlı Ali destanını getiren yazar.1964 yapımı Fatma girip ve Fikret Hakan ın filmini izlemenizi tavsiye ederim.Sağlam uyarlama olmuş.
"On ikiye bir var" hikayesiyle bana ilaç olmuş yazarımız.

Bu hikayeyi okumadan önce zaman nehrinde sürüklenirken, artık gücüm Yettiğince kulaç atmaya çalışıyorum. Artık onun cismaniliğini hissedebiliyorum.
Epik tiyatromuzun kurucusudur.

Hikaye: yaşasın demokrasi, tuş, Şişhaneye yağmur yagiyordu, on ikiye bir var, konçinalar, ayışığında çalışkur...

Tiyatro: Keşanlı ali destanı, fazilet Eczanesi, gözlerimi kaparim vazifemi yaparım, vatan kurtaran şaban, zilli zarife...

Fıkra-gezi-söyleşi: düşsem yollara yollara...
Müze Evi 103. yaş gününde açılmıştır.

https://www.cnnturk.com/v...in-103-yas-gununde-acildi
https://www.youtube.com/watch?v=ZAdQntPG-ks
gözlem gücü ve izlenim yeteneği onu diğer yazarlardan sanatçılardan apayrı bir yere taşımıştır.
Kimi zaman inceden kimi zaman bariz mizahını konuşturduğu dili özgün olabilmesi için yeterli olmuştur çoğu zaman.
Basit olayları basitlikten uzaklaştırabilme maharetine sahip müstesna sanatçılarımızdandır.
bugün ölüm yıl dönümü olan usta isim. evet.
Keşanlı ali destanı adlı eseri bir çok ülkede sahne almış, çevrileri yapılmış yazar.
Devekusu kabareyi türk tiyatrosuna kazandirmis büyük yazar.
şuanda koyma akıl, oyma akıl kitabını okuduğum yazar. görüşlerini aktarış biçimi çok iyi olup toplumumuzun durumunu özetlemesiyle beğendiğim yazarlardandır.
not: koyma akıl oyma akıl kitabı yazarın 1971- 1985 ılları arasındaki gazete yazılarından oluşmaktadır.
Tiyatro'ya gönül vermiş mükemmel yazar. Kadıköy'de sahnesi vardır. Arkadaşlarla buluşma yerimizdir. Bu yüzden Haldun Taneri çok severimdir.
buyuk yazardir.
Rahmetli zamaninda iyi söylemiş: "Ortama bir Türk kafasının kapasitesi: Spor toto, at yarışları, siyaset, biraz da Yeşilçam dedikodusu"
üstattı. Türk tiyatrosunun gelişmesine büyük katkıları olmuş oyuculardan biriydi. Galatasaraylı'ydı. (bkz: galatasaray lisesi)
Gucunu gozlem, mizah ve yergiden alan; epik tiyatroda öncü, yasasin demokrasi, sishaneye yagmur yagiyordu, kizil sacli amazon adli oykulere sahip modern turk tiyatrosunun kurucusu diyebilecegimiz yazar.
1960 darbesiyle görevinden uzaklaştırılan 147 üniversite hocasından biridir.
(bkz: 147 ler)
ölürse ten ölür canlılar ölesi değil kitabını tk dersi için okuyoruz şu sıralar.
bir kitap bu kadar sıkıcı olamazdı sanırım.
beni etkileyen tek bölümü oldu. bir adamı anlatıyordu, şöyle bitirdi:

öldüğünde 42 yaşındadır ve cebinden 75 kuruş çıkmıştır.
bütün bu ayrıntıları nereden mi biliyorum?
kendisi babamdır da ondan..
hayata dair,insanları güldürürken düşündürmeye iten oyunlar yazan,nadide sanatçılarımızdandır.
türk öykücülüğünün ve tiyatrosunun en büyüklerindendir. bertolt brecht'in "epik tiyatrosu"nu türk tiyatrosunun geleneksel köy seyirlik oyunuyla harmanlayıp "keşanlı ali destanı"nı yazmıştır.
HALDUN TANER ÖYKÜCÜLÜĞÜ: BiR HAYAT PROJESi OLARAK MUTLULUK

http://tosunnecip.blogcu....-olarak-mutluluk/10366218

Haldun Taner (1915-1986); öykülerini, hayat ve doğa yüceltimi, içtenlik ve dürüstlük övgüsü ama hepsinden daha çok insan sevgisi üzerine kurar. Yaşama coşkusu, mutluluk arayışı ve derin bir hümanizm öykülerin arka planını oluşturur. O, hayat projesi olarak yalın ve sade yaşamı savunur. Mutluluğun gösterişsiz, yalın bir hayat sürmekle mümkün olabileceği görüşündedir. Öykülerinde ''beğenilme'' arzusunun insanı hep yanlışa götürdüğünü vurgular. insanın doğallıktan, sadelikten uzaklaştığında mutsuzlukla baş başa kalacağını düşünür. Hedef büyütme, insanı insanlıktan çıkararak bencil, egoist yapar ve insan buna ulaşamayınca da mutsuz olur. Aynı şekilde hayatı atlayarak, gereksiz bilgi yüküyle yüklenmenin de insanın mutluluğunu engellediğini düşünür. Böylece öykülerde ''yaşamak mı üstün, bilmek mi'' karşılaştırılması yapılır ve yaşamanın üstün olduğu sonucuna varılır. Ona göre mutluluğun yolu, insanın ''kendi'' olmasıyla mümkündür. Bilgi, özellikle hayata değmeyen bilgi, insana faydadan çok zarar getirir. insani eylemler, durumlar doğal bir şekilde yapılmadığında, insana sorun olarak yansıdığını düşünür. Bu arızaların başında kadın-erkek ilişkileri gelir. Bu ilişki doğru dürüst sürdürülemediği için hayat boyu süren bir problem olarak kalır. Onun bütün sorunlara önerdiği şey, ''hayat''tır; onu gereği gibi, doya doya yaşamaktır. Ama insanlar ne yapar eder bu güzelim armağanı koydukları kurallarla kendilerine çekilmez hâle getirirler.

Haldun Taner'in öykü serüveni uzun bir döneme (1949-1983) yayılmıştır: Yaşasın Demokrasi(1949), Tuş (1951), Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu (1954), Ayışığında ''Çalışkur''; (1954), On ikiye Bir Var (1954), Konçinalar (1967), Sancho'nun Sabah Yürüyüşü (1969), Yalıda Sabah (1983). Bütün Öyküleri Bilgi Yayınları'nca, Kızıl Saçlı Amazon (1983), Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu (1983), On ikiye Bir Var (1983) ve Yalıda Sabah (1983) kitaplarında toplanmıştır.

Haldun Taner, uzun zamana yayılan öykü serüveninde her zaman dönemsel akımlara, yazınsal gruplara mesafeli olmuştur.

Haldun Taner ise, hem ''entelektüel hikâye tarzı''nı hem de sosyal gerçekçileri tasvip etmez. Çünkü o kendi deyimiyle '';herkesin anlayabileceği halkçı bir üslup'' peşindedir. Sanatını gruplaşmanın, grup dayanışmalarının dışında tutmak ister. Batı özentili gruplaşmalar olarak nitelediği edebî grupları eleştirir. Taner, modern öykünün geldiği yeri, imkânlarını iyi bilmesine karşın geleneksel anlayışa sıkı sıkıya bağlıdır. Ne biçimsel anlamda yenilik arayışı içerisinde ne de dilde bir gerilim, şiirsellik peşindedir. Çoğunlukla düz, sade bir anlatımı yeğler. Öykülerinde nakilci tavır baskındır. Bu anlamda onun öykücülüğünü bağımsız, özgün bir adacık olarak nitelemek gerekir. O, seçkinci edebiyat anlayışının dışında, halka inen, çok okunan bir edebiyatın peşinde olmuştur. Hiç şüphesiz ''hikâyeci-gazeteci'' yazar kuşağındandır. Bu, dergi kanallarına mesafeli, daha çok okunmayı amaçlayan bir yazarlık tutumunu tanımlar. Açıkça ''üç bin satan bir edebiyat dergisinde öykü yazmaktansa elli-altmış bin satan gazetelerde öykü yayımlamak'' istediğini belirtir. Bunun için de biçimsel arayışlara girmez. Onun öykülerinde kahvede, eczanede, istasyon büvetinde bir araya gelen insanlar, memleket meselelerini konuşurlar.

Mizah, hiciv, ironi Haldun Taner'in temel anlatım tercihleridir. Özellikle insanın tutarsızlıklarını, ikiyüzlülüklerini ortaya sererken gülünçlüğü yakalar. Öykülerinde bürokratik açmazları, toplumsal/siyasal ortamı, kendini beğenmişlikleri hicveder.

Haldun Taner toplumsal/siyasal eleştiri yapmakla birlikte ağırlıklı olarak insanın küçüklüklerini, zayıflıklarını, tutarsızlıklarını gündeme getirir. Başka bir deyişle ideolojik tutum onda belirleyici değildir. Toplumsal yergiden çok, bireysel yergi peşindedir ve insan odaklı bir mizah anlayışından yanadır. Bu nedenle eleştirileri sınıfsal değildir. Ama elbette ülke gerçeklerinden de kopuk bir mizah anlayışını benimsemez. Yolsuzlukları, bürokratik açmazları, sömürüyü, burjuvazinin yozlaşmasını o da anlatır. Ancak insanlık durumları onu daha çok cezbeder.

Öykülerinde ''yazarlık'' kurumuna ağır eleştiriler getirir. Hayatın doğal yanıyla yazarlığın kurgu yanını karşılaştırıp yazarların insana tepeden bakan duruşunu hicveder. Bu bölümlerde bir anlamda sanat görüşünü ifade ederken, beğenmediği, onaylamadığı yazarlık tutumlarıyla da hesaplaşır. Bencil, egoist, benbilirimci tutumu bütün öykülerinde eleştirirken, bunun en somut örneği olarak yazarlığı görür.

1956 yılında yazdığı ''Salt insana Yöneliş''; öyküsü, onun edebiyat anlayışının manifestosu gibidir. Döneminin akımlarıyla, kendine yöneltilen eleştirilere bu öyküyle cevap verir. Öyküde, kendi yazınsal görüşleri ve sanatçı duruşlarını seçememiş, hep başkalarının ağzına bakan, etraftaki yönlendirmeyle ve Batı'dan öğrendiklerini taklitle sanatını sürdüren sanatçıların parodisini yapar. Öyküde, her şeyi ilk kendilerinin keşfettiğini sanan, her şeyin en iyisini, en güçlüsünü, en görülmemişini kendilerinin yapacaklarına inanan edebiyat odaklarını eleştirir. Grup davranışlarının, sanatçı özgürlüğünü kısıtlayıp nasıl taklitçi bir zihniyete sürüklediğini vurgular. Grubun etkin elemanı, ortaya bir yazar adı atar, bunun üzerine herkes bu yazarı taklit eserler üretmeye başlar. Tam bu arada yeni bir yazarı piyasaya sürer, herkes bu kez de yeni yazarın peşinden gitmeye başlar: ''Sen bir müddet James Joyce'unu yaşa diyordu. Ama tam manası ile. Tekniğini, üslubunu, vokabülerini didik didik ederek... Bir zaman sonra; yeter artık diyordu, şimdi biraz Faulkner'i yaşa. Ve Sungur bir müddet de Faulkner'ini yaşıyordu. O bitince Samuel Becket'ini, Albert Moriva'sını, Dos Passos'unu yaşıyordu. Ve her yaşayış devrinde o aradaki örneğinin damgasını taşıyan hikâyeler yazıyordu.'' ''Grupta bir ara Kafka'nın karmaşıklığı, bir zaman sonra da Çehof'un lirik karamsarlığı tutuldu. Sonra bir ara folklora, yersele dönüldü. Halk sanatı, halk müziği, halk oyunları festivali göklere çıkarıldı.'' Görüldüğü gibi Haldun Taner, öyküde dönemsel akımları ve yazarları taklit eden yerli yazarları hicveder. Böylece, bu yazın akımlarına niçin mesafeli olduğunun ipuçlarını verirken bir yandan da kendine yöneltilen eleştirilere bu öykü aracılığıyla cevap verir.

Haldun Taner, insan ve insanlık hâllerine dayalı bir öykü anlayışı benimsediği için öykülerinde çok geniş bir konu çeşitliliği vardır. Mutluluk algısı, kadın-erkek ilişkileri, siyaset kurumu, doğa sevgisi belli başlı temalarıdır.''Sebati Bey'in istanbul Seferi'', ''Ases'', ''Yalıda Sabah'', ''Küçük Harfli Mutluluklar'', ''Onikiye Bir Var'', ''Eller'', ''Sancho'nun Sabah Yürüyüşü'', ''Ayışığında Çalışkur'', ''Yaprak Ne Canlı Yeşil'', ''Tuş'' onun en başarılı öyküleridir.

''Yalıda Sabah'', onun öyküde yapmak istediklerini en iyi şekilde yansıttığı öykülerinden biridir. Sabahın ilk saatleri, bozulmamışlığın, safiyetin ve dingin bir hayatın simgesi gibidir. O suskunlukta, doğayla iç içe oluşta bir dinginlik, bir huzur vardır. Anlatıcı sabahın ilk saatlerini, gündelik hayatın karmaşasından, sürüp giden haksızlıklardan, insanlığa sığmayan davranış ve eylemlerden bir kaçış ve sığıntı olarak görür. Bu yüzden sabahın ilk saatleri, onun saltanatıdır; her ânını yudum yudum tadar. Çünkü birazdan gün başlayacak, insanların telaşı, klakson sesleri her yanı kaplayacaktır. Doğa ile insanları karşılaştırır. insanlar niye birbirine yabancıdır, niçin birbirlerinin uzağına düşerler sorusunun yanıtını arar. ihtiras, bencillik ve kişisel çıkarları, insanı kendi doğasına yabancılaştırmaktadır. Bu duyguların insanı güzellikten ve iletişimden uzaklaştıran en büyük engel olduğu görüşündedir. Oysa doğa her şeyi çözmüştür. insanın mutluluğu da buradan geçer. Tıpkı bir kaplumbağa gibi sadece yaşamak. Ahkâm çıkarmadan, yorum yapmadan, dünü, evveli, bugünü, yarını, öbürgünü takmadan. Sadece yaşamak. Öykünün sonunda, insan mutluluğunun, kıyının, doğanın verdiği bu ekolojik dersi uygulamaktan geçtiği önerisi yapılır.

''Küçük Harfli Mutluluklar''da, sade, yalın bir hayatın idealize edilişini görürüz. Küçük küçük ilkelerle, hayatın karmaşasına dalmadan yaşamanın, sanıldığının aksine insanı pekâlâ mutlu edebileceği hikâyeleştirilir. insan ne geçmiş acısı, ne gelecek kaygısı duymalıdır. içinde bulunulan âna teslimiyettir mutluluk. Sağlıklı olmak, günde iki defa dışarı çıkmak, yaz kış denize girmek, yararlı olmak, sıcak bir ev, mutluluk için yeterlidir.

''Yaprak Ne Canlı Yeşil''de, kitaplara gömülüp entelektüel ilgilerle hayatı kaçıran yazarın; hayatı, mutluluğu ve kadını keşfedişi anlatılır. Toplumsal koşullandırmalar, yazar özentileri, bilgi peşinde koşmalar onu hayatın bizatihi kendisinden uzaklaştırmış, hayata yabancılaştırmıştır. Yazar, kendisini mutluluğa götürdüğünü sandığı duyguların sahte olduğunun farkına varır. Öyküde, bir yığın bilgiyle donanmış entelektüel bir insanın, doğal yaşamı kaçırabileceği, bilgiden körleşebileceği vurgusu yapılır. Kitap yüklü bu insanlar, asla sadece kendileri değildir. Pek çok kişidirler, kalabalıktırlar. Hiçbir zaman kendileri kalamadıkları için özgür değildirler.

Yazarlık tutumunu ''açık seçiklik, sadelik yazarın birinci nezaket borcudur'' diye açıklayan Haldun Taner, yine kendi deyişiyle ''düzayak, ayrıntısız, okunmaya, kolayca anlaşılmaya yatkın öyküler'' yazar. ''Cambazlığı, fazla ustalığı, soyuta fazla kayışı''tasvip etmez.

Yazar (anlatıcı) yansıttığı dünyada anlatımın içindedir. Pek çok öyküsünde yorumlar yapar, kıssadan hisse bağlamında sonuçlar çıkarır. Öyküde vermek istediği duygu ve düşünceleri, metnin içinde bir de kendisi yorumlar. Çıkarılması gereken dersi, öykünün yazılış gerekçesini öyküde açık açık ifade eder. Bu nedenle öyküler hep bir ileti taşır. Öykünün sonu, kimi zaman bir denemeye dönüşür. Onu denemeye yaklaştıran diğer bir belirgin yan ise anlatıcıyla Taner'in kişisel görüşlerinin bire bir örtüşmesidir. Buralarda iyiden iyiye denemenin sularında, hayat ve sanat görüşlerini açıklar. Sonuçta fıkra yazarlığının, denemeciliğinin izlerinin biçim olarak, içerik olarak öykülere yansıdığını görürüz: Tümüyle bir doğrunun ispatı için öznel bakışlar, muhabbet eder gibi içtenlikli dertleşmeler...

Haldun Taner öykülerini, mizah, hiciv ve ironi üzerine bina eder. Bu seçimini ise şöyle temellendirir: ''ironi, galiba daha çok yaşamın kendisinden kaynaklanıyor. Yaşam ve insanlar o kadar çelişkili ve değişken ki, en sıradan kahramana, en önemsiz ayrıntılara bakarken bile bu ironiyi yakalamak güç olmuyor'' Önemli sayılan çok şeyin önemsizliğini, ağırlık sayılan çok şeyin hafifliğini, zorbalığı, fanatizmin, megalomaninin, bilgiçliğin, budalalığın, iki yüzlülüğün, kendini aldatışın, dalkavukluğun, batıl koşullanmaların ipini pazara çıkarıcı, ama bunu bağırganlıkla değil, usul usul yapan ince bir alay.''[1]

''Şeytan Tüyü''nde, ayı postu giyerek hayatını kazanan bir gurbetçinin ironik durumu mektup biçiminde anlatılır. Öykü boyunca Almanya'da herkesin kendisine ilgi gösterdiğini, çok popüler olduğunu söyleyen anlatıcının, sonunda ayı postuyla sokakta dolaşan biri olduğu anlaşılır. Ama gurbetçi bu gülünç işini bile öve öve anlatır. Öyküde çarpıcı mizah anlayışı da sergilenir: ''Neden başın yerde gezecekmiş gafil? Köy okulunda öğrettikleri şarkıyı neden söylemeyon. Türk çocukları Türk çocukları/Gözler ileri başlar yukarı. Öyleyse neymiş? Başın hep yukarıda gezecekmiş emme arada bir önünü gollayacaksın. Kuyu çukur felan varsa düşmemek için.'' ''Küçük Harfli Mutluluklar''da yine ilginç bir söz ironisine rastlarız: ''Nizamettin Bolayır'ın üç çeşit penaltı tekniği vardı. Bir falsolu vuruş. Ayağının burnunu sol köşeye yöneltip burnun sağ yönü ile ağa doğru falsolu vurmak ki, hiç bilmeyen bu gölü muhakkak yerdi. Diyeceksiniz ki, falsolu vuruş kalleşçe bir aldatıştır. Sporcuya yakışsa bile asker adama yakışmaz.''

Sonuç olarak mutluluk algısı, doğa çağrısı onun öykülerini belirleyen temel bir çizgidir. Ancak Haldun Taner öykücülüğünün aurası hiç şüphesiz mizah, hiciv ve ironidir. Türk öykücülüğünde ışıldayan yönleri de burasıdır. Ama ilginçtir, edebiyat iktidarınca zaman zaman görmezlikten gelinmesinin nedeni de budur. Çünkü mizah, yazınsal iktidarın peşinen çizgi dışına ittiği bir anlayıştır. işte Taner, sanat anlayışı boyunca bu seçiminin hem olumlu hem de olumsuz yansımalarını yaşamıştır.

[1]Adnan Özyalçıner, ''Haldun Taner ile Öykücülüğü Üstüne'' Hürriyet Gösteri dergisi, Ocak 1984.
Babası Ahmet Selahaddin, Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyesi ve mütareke yıllarında yazıları, dersleri ve nutuklarıyla ülkenin bağımsızlığını savunmuş bir aydındır. haldun taner çocukluk yıllarında, annesinin balkona, babasına işaret amaçlı, ''içerde asker,polis var gelme'' anlamında; çamaşır astığını hatırlar. babasını beş yaşında kaybeder, annesiyle beraber büyükbabasının konağına taşınırlar. buradaki hayat kalabalıktır. bir dayısından yoga yapmayı bir dayısından almancayı öğrenir. annesi onun için çok değerlidir. ondan türkçeyi en güzel biçimde kullanmayı, kadınların inceliğini ve kadınların erkeklerden zeki olduğunu öğrenir.
hayatının dönüm noktası veremdir. bu hastalığa yakalandıktan sonra tedavi döneminde dört yıl dört duvar arasında yaşayınca, kitaplara sarılır ve kendisiyle yüzleşir. dört yıl sonunda veremden kurtulur ve edebiyata, yazarlığa adım atar. tek isteği yazar olmaktır. ancak türkiye'de o dönemde, hakim olan edebiyat klikleri haldun taner'i bağırlarına basmazlar aksine mesafeyle yaklaşırlar. çünkü bu çevrelerdekiler neredeyse 15 yaşlarında yazarlığa başlamışlardır. toplumsal gerçekçiliği savunan, bir kısmı köy kökenli bu yazarlara karşın haldun taner zengin hatta soylu bir aileden gelmektedir.ve 30 yaşındadır. ama taner'in de belirttiği gibi haldun taner yazarlık açısından o çevredekilerden daha geç edebiyata adım atmış olsa da; dünya ve türk edebiyatını okuma ve tanıma konusunda oldukça eskidir. hayatta yapmak istediği şeyi uzun bir hesaplaşma evresi neticesinde belirlemiş haldun taner için hiçbir şey engel değildir. hayatı boyunca tek yapmak istediği iş yazarlık olmasına rağmen maddi koşullar nedeniyle hocalık ve gazetecilik de yapmıştır. ama bunu şöyle yorumlar;''hayatım boyunca yan işlerimi de hep yazıya yakın yerlerden seçtim.''
türkiye'de epik tiyatronun; kabarenin kurucusudur. hayat doludur. insanın hayatda; ''kendisi gibi'' olması gerektiğine inanır.devekuşu kaberesi ile ilgili yakın dostu orhan kemal; haldun taner'e şöyle der; ''bu kabare senin muzip yanını ortaya döktüğün bir iş oldu.''

kısa hikayeye çok önem verir. ''Öyküyü romanın kısası, romanı öykünün uzunu sanmak bence yanlıştır 'öykü'nün , 'roman'ın ayrı özellikleri vardır. Tekniği başka , işleyişi başka ,üslubu başka iklimi başka.'' der. ve ekler; ''kısa hikaye romanın daha konsantre daha özlü halidir. yapısı gereği daha akıcı ve etkileyicidir. bu açıdan şiire benzer...''

çok iyi bir eğitim görmesine ve bu eğitim sayesinde bir çok yüksek göreve gelmesi imkan dahilinde iken hatta zamanında bakanlık dahi kendisine teklif edilmesine rağmen; hayatının işi olarak aslında varoluş biçimi olarak yazarlığı seçmiş ve bunu dünya çapında ödüller alacak; kendi ülkesinde bir çok ilki gerçekleştirip gelecek sanatçılar için sağlam temeller atacak derecede gerçekleştirmiş; hayat, güzellik ve edebiyat aşığı, büyük ve cins yazar.
''Beni kazısanız altından gene ben çıkarım.'' içtenliği, tutarlılığı yapıtlarına yansıtan büyük öykücümüz.
sancho'nun sabah yürüyüşü isimli eseri o kadar evrensel ve başarılıdır ki bir efsanedir. her dönemle ilgili çağrışımlar içersinde bulunabilir.
ferhan şensoy'un 'ustam' dediği duayendir.