bugün

Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
avuçlarımda camdan bir parça gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya,
çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
- Seni seviyorum,
ama nasıl?
kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beşyüz
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
- Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana...
Ve artık
biliyorum:
Toprağın
Yüzü güneşli bir ana gibi
En son, en güzel çocuğunu emzirdiğini...

Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olanın parmaklarına
başımı kurtarmam kâbil
değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak...

Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...

Kadın sustu.

SArıldılar.

Bir kitap düştü yere.
Kapandı bir pencere.

AYrıldılar.

Nazım hikmet.
yalnızlığı hiç bilmeyeceksin. 
kuytular, tanrılarındır. 
çağlar ve sınırlar ötesinden 
sana hep seslenecek can çekişen kurbanlar. 
hangi ıssızlığa varsan 
çağrışan açlar bulacaksın 
başaklar sallanırken tâ uzaklarda 
altın ve hayırsız, 
yaşamak yorgunu açlar 
bir kapkara iman gibi davet edecek 
seni görkemli beraberliğine.

yalnızlığı hiç bilmeyeceksin 
korkular, tanrılarındır. 
bir ülkü uğruna kurban düşen yiğitler var: 
can yoldaşı, kan kardeşisin onlar için 
bir yaman türkü söylüyorlar sana. 
tarih 
kahraman sesleri hep boğmuş bir cellat 
dün, bugün ve yarın 
en uzak güneşlere türküler yakanlar, 
bir coşkulu isyan gibi davet edecek 
seni görkemli beraberliğine.

yalnızlığı hiç bilmeyeceksin. 
tenhadaki lanetli sular, tanrılarındır. 
ve bilir belki yaşlanan ırmak
gölge olmak değil onun yazgısı, 
baş eğmemek, yiğitçe haykırmak; 
gölden göle, dağdan denize 
özgür akarak bentleri kırmak… 
kör kuyular, tanrılarındır. 
bilge olmaktır ırmağın yazgısı, 
sormağı bilmek yanıtsız soruyu. 
susmağı bilmek ve coşup durmağı. 
köhnemiş dağlara, ham meyvalara 
taze bir ses taşıyıp bir yeni çağ açtırmak.
akıp giden bir akıldır ölüm, 
bilir bunu su. 
toprakta hep ezilse de aşkın uğultusu, 
çağıldayan o ölümsüz pınarlar, ummanlar 
davet edecek 
seni görkemli beraberliğine.

yalnızlığı hiç bilmeyeceksin. 
aşkı sönük uykular, tanrılarındır. 
sen öyle soylu ve günseviler yarattın ki 
sevgililer, tek bir ağaç olmağa 
can atan güçlü bir orman gibi davet edecek 
sen görkemli beraberliğine.

yalnızlığı hiç bilmeyeceksin 
bin gözle bakıp okşadığın 
açlar ve yiğitler, yoksullar ve sevenler 
sönmek diye bir yazgıya başkaldırarak, 
susarken yaman türküler söyleyen 
güneşler gibi 
davet edecek 
seni görkemli beraberliğine.

/talat sait halman.
Ayrılık diye bir şey yok. 
Bu bizim yalanımız. 
Sevmek var aslında, özlemek var, beklemek var. 
Şimdi neredesin? Ne yapıyorsun? 

Güneş çoktan doğdu. 
Uyanmış olmalısın. 
Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi? 
Öyleyse ayrılmadık. 
Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz. 

Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. 
Önce beklemekten. 
Ömür boyunca ya bekliyor ya bekletiyor insan. 
ikisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın. 

Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, 
Sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini... 
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, 
Kanunlara saygı göstermesini, 
insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. 

Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun. 
Ya o? Ya o? 
insanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, 
Çocuklarından saygı ve bir parça huzur bekliyor, 
Saadet bekliyor yaşamaktan. 

Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık. 
Aradıklarının çoğunu bulamamış, 
Beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak 
Göçüp gidiyor bu dünyadan. 

işte yaşamak maceramız bu. 
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak 
Ve yaşayıp beklerken ölmek! 

Özleme bir diyeceğim yok. 
O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası. 
O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı. 
O tek güzel yönü bekleyişlerimizin. 

insanlığımız özleyişlerimizle alımlı, 
Yaşantımız özlemlerle güzel. 
Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin. 
Bir kokusu var bütün çiçeklere değişmem. 
Bir ışığı var, bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz. 

Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam; 
Seni özlediğim içindir. 
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni; 
Seni özlediğim içindir. 
Yaşıyorsam; içimde umut varsa, 
Yine seni özlediğim içindir. 

Seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki!

Ümit Yaşar Oğuzcan -Beşinci Mektup
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmıyan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın.

Atilla ilhan.
"Beni güzel hatırla
Çünkü sevdim seni ben, her şeyini
Sana sırdaş oldum, dost oldum, koynumda ağladın
Yüzüne vurmadım hiçbir eksikliğini
Beni üzdün, kınamadım
Alışıktım vefasızlığa, el oldun, aldırmadım"

Okan savcı
Vapur gürültüsüz ayrılır limandan
Cümle hatıralar beraberimdedir.
Feriköy’de bir tramvay durağı,
Bir kış günü pastacıda, unutulmaz
Bir sandal gezintisi ki; Sarıyer’de
Fotoğrafları hâlâ iç cebimdedir…

Ömrümüz böyle olmamalıydı, Elâgözlüm
Bir vakitsiz meyve dilemeliydik Tanrı’dan
Uzun hasretlerin arifesinde
Ellerim böğrümde kalmamalıydı.

Şimdi akşam olur, sular buruşur
Bir yastığa baş koyarım güvertede.
Hangi dilden olursa, bir şarkı isterim
içimde kırık dökük besteler dolaşır.
Kalbim avucumdadır artık,
Bir sahilden sesler gelir, kaybolur
Uzun uzun nefes alır sular
Uzun uzun ağlamak isterim.

Gözlerimde bir yağmurlu gün başlar;
Vakit ikindidir Eyüp sırtlarında
Bulutlar vardır, pembeden, beyazdan
Mevsim sonbahardır sessiz ve taze.
Nemli otlar, çekirgeler, solgun yüzün
Bir gülüş, bir mahzun bukle saçlarında
Bir eski çiçeği andırırsın yazdan.
Ve bir şarkı başlar kahvelerin birinde
Bizi ömrümüzden alır götürür,
Bir şarkı, faslı hicazdan.

Vapurlar gelir geçer Haliç’ten.
Sonra yağmur hafifler, Elâgözlüm
Sonra yağmur hafifler,
Sonra hisarlar, yollar, ikimiz
Sonra…

Hasret bir şey değil, Elâgözlüm
Ömrümüz böyle olmamalıydı
Hep aşkta durmalıydı çağımız.
Sevdayı mısra mısra değil
Ömrümle yaşamalıydım.
Sonra, sonra gene böyle olmalıydı
Tadına varmadan çiçeklerin
Şehirde bir sen, bir de ben, yalınız.
Yeşil yaprak, alaca gölge, düşen yıldız
Bir gün en büyüğü karşısında gerçeklerin
Maceramız yarıda kalmalıydı…

Turgut Uyar
büyümek, kaybetmeyi fark etmek simdi,
geride yalnız kördüğümler bırakmışım,
yorulmuşum ki, ne kadar,
düşünmekten bile kaçıyorum,
gebecereğim susuzluktan, ama içmeye sebebim yok
gözlerimde kavuşmayı bekleme çabası,
yoksun diye, uyumuyorum...
Nush ile uslanmayanı etmeli tektir,
Tektir ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Yine aklımda bugün sen varsın,
Yine derdinle hayalim hasta.
Bürüsün kalbimi derdin sarsın; 
Bir ümit var bu tükenmez yasta.

Bir yaram var! Ona merhem vurman,
Bir hayaldir ki gönülden taşıyor.
Ayırırken bizi yollar ve zaman,
Sana kalbim daha çok yaklaşıyor.

Nerde bilmem o geçen günlerimiz? 
Artık onlar yeniden gelmeyecek.
Nerde kırlar, uzayan yol ve deniz,
O öten kuş, o güzel pembe çiçek?

Göklerin ziyneti mes’ut kuşlar
Ötüşürlerdi yağarken yağmur.
Şimdi onlarda melul olmuşlar,
Çünkü artık ne ışık var, ne de nur.

Dinledik rüzgarı sessiz sessiz
Okuyorken bize bir gamlı kitap.
Suya çizmişti gümüşten bir iz,
Yükselirken gece dağdan mehtap.

Şimdi hülyaya gömülmüş ölüyüm; 
Ne gelen var, ne giden var, ne soran.
Iztırap yaylasıyım gam çölüyüm; 
Esiyor sadece gönlümde boran.

Bir hayal alemi ardında; uzak,
Sisli iklimlere sürdüm, gittim.
Varlığım burda sönüp kaybolacak...
Belki ben şimdiden öldüm... Bittim.

/nihal atsız.
23 Sentlik Askere Dair
Mister Dallas,
sizden saklamak olmaz,
hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
koyun eti,
Ankara'da 23 sente,
yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
elli santim kefen bezi yahut,
yahut da bir aylığına
yirmi yaşlarında bir tane insan
erkek,
ağzı burnu, eli ayağı yerinde,
üniforması, otomatiği üzerinde,
yani öldürmeye, öldürülmeye hazır;
belki tavşan gibi korkak,
belki toprak gibi akıllı,
belki gençlik gibi cesur,
belki su gibi kurnaz,
(her kaba uymak meselesi)
belki ömründe ilk defa denizi görecek,
belki ava meraklı, belki sevdalıdır.
Yahut da aynı hesapla Mister Dallas,
(tanesi 23 sentten yani)
satarlar size bu askerlerin otuzbeşini birden
istanbul'da bir tek odanın aylık kirasına,
seksen beş onda altısını yahut,
bir çift ıskarpin parasına.
Yalnız bir mesele var Mister dallas,
herhalde bunu sizden gizlediler.
Size yirmi üç sente sattıkları asker,
mevcuttu üniformanızı giymeden önce de,
mevcuttu otomatiksiz filan,
mevcuttu sadece insan olarak,
mevcuttu,
tuhafınıza gidecek,
mevcuttu
hem de çoktan mı çoktan
daha sizin devletin adı bile konmadan.
Mevcuttu, işiyle gücüyle uğraşıyordu,
mesela Mister Dallas,
yeller eserken yerinde sizin New York'un,
kurşun kubbeler kurdu o,
gökkubbe gibi yüksek,
haşmetli, derin.
Elinde Bursa bahçeleri gibi nakışlandı ipek.
Halı dokur gibi yonttu mermeri
ve nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına
ebem kuşağı gibi attı kırk gözlü köprüleri.
Dahası var Dallas,
sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz
zulüm gibi,
hürriyet gibi,
kardeşlik gibi sözlerin,
dövüştü zulme karşı o,
ve istiklal ve hürriyet uğruna
ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek
ve yarin yanağından gayri her yerde,
her şeyde,
hep beraber
diyebilmek için,
yürüdü peşince Bedrettin'in;
O, tornacı Hasan, köylü Memet, öğretmen Ali'dir,
Kaya gibi yumruğunun son ustalığı,
922 yılı 9 Eylül'üdür.
Dedim ya, Mister Dallas,
Herhalde bütün bunları sizden gizlediler.
Ucuzdur vardır illeti.
Hani şaşmayın,
yarın çok pahalıya mal olursa size
bu 23 sentlik asker,
yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim,
her millet gibi büyük Türk milleti.

Nazım Hikmet Ran
bir şey var aramızda
senin bakışından belli
benim yanan yüzümden
dalıveriyoruz arada bir
ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki
gülüşerek başlıyoruz söze
bir şey var aramızda
onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
fakat ne kadar saklasak nafile
bir şey var aramızda
senin gözlerinde ışıldıyor
benim dilimin ucunda..
nahit ulvi akgün
acılar çekebilecek yaşa geldiğim zaman
acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim.
ismet Özel
sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul'a
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan.
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım.
senin için şiir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?

ağrı -didem madak
yalnızlıklar

(...)
Göze alacaksınız kendinizi.
Kendinden başka düşman yoktur çünkü.
Severken de
dövüşürken de
kendinden daha çok yaralayamaz hiç kimse ve hiçbir şey bir insan zihnini…
Verdiğiniz onca açığa ve gösterdiğiniz bütün zayıf noktalarınıza, içinizden çıkmış hainlerin topuğunuzdan vurulacağınızı bildiklerini bilmenize rağmen yola çıkacaksınız.
Sırtınızdaki bıçak kesiği soğumaya başladığında emin olun en çok o zaman acı duyacaksınız.
Ama bildiğiniz gibi iyileşecek yaranız.
Sokaklardan arabalar geçecek,
mevsimler dönüşecek,
yeni şarkılar söylenecek,
birileri ölecek,
birileri doğacak…
Ama en çok o zaman seveceksiniz kendinizi…
Hiçbirinin bir önemi olmadığını anladığınız anda…
Ne düşman sandıklarınızın
ne de aynı yanda olduğunuz savaşçıların
ne de sebeplerinizin yani…
O idrakin başlama noktasında bitecek telaşınız…
Siz de biliyorsunuz aslında…
Nedenleri, niçinleri, zayıfları, çürümüşleri…
Hepsini…
Hepsini…
(…)
Bilinmesin;
yalnızlık biraz da,
her şeyi bilmenin ta kendisidir.

Hasan Ali Toptaş
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncayadek..
(Adnan yucel)
Şükrü erbaş - bağbozumu şarkıları.

Gecikme

Aşkı bir gövdeden doğuran dünya
Sen koydun bu kalbi bu güzelliğin önüne
Ayrılığa bırakma beni
Ölüm bir gün nasılsa sürecek hükmünü...
Uykuların kaçar geceleri
Bir türlü sabah olmayı bilmez
Dikilir gözlerin tavanda bir noktaya
Deli eden bir uğultudur başlar kulaklarında
Ne çarşaf halden anlar, ne yastık
Girmez pencerelerden beklediğin aydınlık
Kapanır yatağına çaresizliğine ağlarsın
Onun unutamadığın hayali
Sigaradan derin bir nefes çekmişcesine dolar içine
Sevmek ne imiş bir gün anlarsın.

Ümit yaşar oğuzcan.
Bir aşkı paylaşmak için çok geç, bir paylaşıma aşık
olmak içinse erken... Beni sevda yerimden vurdu yine
zaman... Şimdi sana söylenecek tek cümle:

Bende sana yetecek kadar ben kalmadı...

tamamı http://www.youtube.com/watch?v=6hwCin_0b1E
Bir gün gelir de unuturmuş insan
En sevdiği hatıraları bile
Bari sen her gece yorgun sesiyle
Saat onikiyi vurduğu zaman
Beni unutma

Çünkü ben her gece o saatlerde
Seni yaşar ve seni düşünürüm
Hayal içimde perişan yürürüm
Sende karanlığın sustuğu yerde
Beni beni unutma

http://www.youtube.com/watch?v=gs-VnW1bIB4
Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan;
Gözlerinden, kollarından öpersin, ve kalbin
Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman,
O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

Kendi aleminizdesiniz ikiniz de.
Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin;
Sırlarınız daima, daima içinizde;
Ey deniz, nerde senin iç hazinelerin?

Ama işte gene de binlerce yıldan beri
Cenkleşir durursunuz, duymadan acı, keder;
Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi,
Ey hırslarına gem vurulmayan kardeşler!

Charles Baudelaire
''Ne demişti Ramiz Dayı,
'''Dön bak arkana yeğen..''
''Gitmez'' dediğin kaç kişi yanında?''
Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bşr anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını etkileyen ve bizi geçen bir ben kurmuş oluyorduk ki,
O zaman da diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?

Edip cansever.
Seni elinden tutmuştum...yaz geçiyordu
Yaz geçiyordu, biz geçiyorduk
Yazı elinden tutmuştuk

Birazdan geleceksin, bakışacağız
Bakışacağız, hem var hem yok gibi
Hem var hem yok gibi öpüşeceğiz

Aramızda söylenmemiş sözlerin uzaklığı
Aramızda yaşanmamış şeylerin uzaklığı
Yakın ayrılıkların sezgisi tenimizde

Hayat geçiyor biz geçiyorduk
Bir denizin üzgün kıyısında
Güz bir hastalık gibi ilerliyordu

Olgun ışığıyla güz
Ve biz yaklaşan ayrılıkların önünde
Kış duygularına bürünmüşüz

Dışardan ağlayışı geliyor çocuğumuzun.

Ataol Behramoğlu
Bilmiyorum ne vardı saçlarında
Rüzgar mı delice eserdi
Gözlerim mi öyle görürdü yoksa
Saçlarının her hali hoşuma giderdi.

(bkz: Özdemir Asaf)
"sen istesen de taş yürekli olamazsın lili/sen daima güzeller güzelini bulursun lili".