pek takip etmem kendisini ama şans eseri rast geldiğim 7 nisan yani bugün yayınlanan şu yazısını ayakta alkışlamışımdır. gerçi bunları yazan çokta karşı taraf yine aldırış etmiyor ya. basit bu kadar mı karmaşık yapılır? ihtiras, ben merkezcilik bu derece mi zirve yapar? neyse her şey olacağına varır. okuyun; yazı aşağıda !
Şöyle bir hatırlayalım, Yargıtay Başsavcısı iktidar partisini mahkemeye verince neler oldu?
Aydın Doğan'ın adamları zil takıp oynamaya başladılar. "Hükümet yanlısı" basın da karşı yaygarayı kopardı.
TÜSiAD sustu.
Bunun üzerine "niçin susuyor" gibi eleştiriler başladı.
Bunun üzerine de TÜSiAD başkanı olan Aydın Doğan'ın kızı, kapatma davasına "yarım ağız" karşı çıktı. Çıkar gibi yaptı.
Sonra gene sustu.
Hanımefendinin gerek iş ve yatırım politikaları oluşturmada, gerekse genel politik meselelerdeki tavır alışlarında, babasıyla ve kocasıyla "istişarelerde" bulunup bulunmadığını bilemeyiz.
Dolayısıyla kendisini "babasına sordu" falan diye suçlayamayız. Koskoca TÜSiAD başkanı böyle şey yapar mı?
Ancak, "tırstığı" için suçlarız. Yüksek ve laik burjuvazinin, daha doğrusu "istanbul büyük sermayesinin" organı olan TÜSiAD, korkak davranmıştır. Tavır almakta geç kalmış, gelişmeleri beklemiş, neden sonra da yarım ağız bir eleştiriyle yetinip "sütre gerisine" çekilmiştir.
Hani sanki "maçı kimin kazanacağını bekler" gibi bir hali vardır!
Azıcık malumatfuruşluk edelim: Talleyrand'ı bilir misiniz, ünlü Fransız devlet adamı, daha doğrusu her devrin adamı...
1830 ihtilalinde, sokak çarpışmaları başlayınca, Talleyrand konağının penceresinden bakmış... (Paris gezginleri bilecekler: Rivoli Sokağı'nın, hani Benlux'ten ucuz parfüm aldığınız sokak var ya, onun en başındaki bina, Concorde Meydanı'na çıkarken.)
"Yaşasın, biz kazandık!" demiş. Sekreteri, "biz hangi taraf oluyoruz" diye sormuş.
Talleyrand, "onu," demiş, "çarpışmalar bitince söylerim!"
istanbul sermayesi, iş merkezlerinin pencerelerinden seyrederek, bürokrasihükümet çarpışmasının sonucunu bekliyor.
Kazanana "biat" etmek üzere...
Bu sınıf gerçekten bir burjuva sınıfı olsaydı zaten ne darbe olurdu bu memlekette ne yol kazası...
Karl Marx, 1840'lı yıllarda ingiltere ve Fransa'ya bakmış bakmış, "günümüzde," demiş, "iktidarlar burjuvazinin işlerini halleden birer komisyona dönüştüler" ...
Bizde ya bürokrasi sultasını sürdürmekle yükümlü komisyonlardır (şu meşhur ara dönemler, 1960, 1971, 1980), ya da halkın derin tepkisini yansıtan ve kafa göz yaran bir çeşit "devrim konseyleri" ... (1950, 1965, 1983, 2002 halk devrimleri)... Biri gelir, biri gider...
Bu kavgada Türk burjuvası seyircidir, çünkü burjuva değildir, yalnızca zengindir.
Ah hanımefendi ah, sizler iktidarda olsanız, sıkı mı sizin hükümetinizi mahkemeye versinler? Muhterem pederiniz de alt tarafı bir inşaat ruhsatı alabilmek için memleketi bu kadar vahşice gersin, değil mi efendim?
Bu ülkede doğru dürüst, akılcı kapitalist, çağdaş, özgürlükçü, liberal bir burjuva sınıfı doğduğunu göremeden öleceğim, mezar taşıma öyle yazsınlar.
kendisini;
'şabalak milletiyle uğraşmaktan yorgun düşmüş bir garip.'
'50 yılda beş binden fazla kitap okumuş ve dokuz tane de kandisi yazmış yüz karası bir türk.'
'karta kaçmış bir emekli televizyon yıldızı.'
olarak tanımlayan yazar kişisi.
Nihat Genç ile birlikte akşam gazetesinde yazarken nihat genç'e ayar vermeye çalışmış polemik ustası. Nihat genç bu ayarı yememiş ve gazeteden istifa etmiştir.
bilgisini görgüsünü beğendiğim gazeteci yazarlardan. çok kültürlü. onu okudukça kendimi cahil hissediyorum.
deniz gezmiş hakkında yazıyor bu aralar genellikle. genellikle de katılıyorum görüşlerine. ama sanki yönlendiriliyor, özellikle yazması isteniyor o da yazıyor gibi gelmeye başladı.
haklıysam ben ve benim gibi birçok insanın saygısını da kaybedecektir.
seksenli yıllarda çıkardığı kitaplardaki uslübü fena halde attila ilhan'ı anımsatan sabah gazetesi yazarı. o geçmiş yazılarındaki tadı şimdikilerde bulmak zordur.
hele o kitapların birinde mavi yüreğiyle adlı bir yazı vardır. yannis ritsos'a yazılmıştır. enfestir. bir içim sudur. neden şimdi bunları yazmıyorsun ağabey diye sorası gelir insanın.
bugünkü yazısıyla cumhuriyet dönemi mimari anlayışıyla alakalı ezberi bozmuş, tabuyu yıkmış ulu yazar.
Balon
Abdülhak Hamid denilen adamın birbirinden kelek, ucuz, pespaye dizelerini bilir misiniz? "Yılan mı yedim, peri mi yuttum" falan...
Hani o "Finten" adlı saçmasapan oyununda sahnede fırtına kopar da dalgalar bir kayığı kaldırıp geminin güvertesine atarlar... içinden Davalaciro çıkar:
"Öyle bir şidde-ti tasmim ile çıktım ki yola, karşıma çıksa seng-i mezarım dönmem" ...
Ya da Aristo ile Büyük iskender tartışıyorlar:
"Risto! Bu nedir?"
"Zafer veya hiç!"
"Müverrih-i şer!"
"Mucip ne hakarete apansız? Tarihi yazan benim, yapan siz!"
Fakat kime sorsanız, size bu adam için "şair-i âzam" diyecektir.
Neden öyle diyecektir? Çünkü öyle duymuştur. Birileri ona öyle demiştir, o da Hamid'den hiçbir şey okumadan öyle kabullenmiştir.
Türkiye'de böyle çok balon vardır.
Örneğin bütün siyasi hayatı bir başarısızlıklar ve yetersizlikler zincirinden ibaret olan merhum Erdal inönü için utanmadan "siyaset dehası" yazanlar da gördük!
Geçen gün okudum, Sedad Hakkı Eldem'in yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla bir sergi açılmış. Eldem'in "geleneksel Osmanlı mimarisinden" yararlandığı falan söylenegelmiştir.
Eldem, dik çizgiler ve kunt bloklarla, "masif" ve "kolosal" havasıyla, sert "fasadlarla", Osmanlı değil, otuzlu yılların "Nazi mimarisini" ülkemize uygulamış adamdır.
Gidin bakın, Laleli'de, yanan Zeynep Hanım Konağı'nın yerine yaptığı Fen ve Edebiyat Fakültesi'ne... Gidin bakın, Sultanahmet'teki Adliye Binası'na... Zeyrek'teki SSK yapılarına... Ankara'ya gidin, başbakanlığa bakın... Dışları da, içleri de ürkütücüdür. Ortak özellikleri soğuk ve sevimsiz olmalarıdır. Hele uygulanmamış bir TBMM tasarımı yapmış ki, sanki Reichskanzlerei...
Eh, bu da bazı Ankaralı dostlarımızın ruhlarına ve "cumhuriyetçilik" anlayışlarına pek uygundur tabii!
Nedir bu? Mis gibi Albert Speer etkisi! isterseniz Paul Ludwig Troost ve Peter Behrens isimlerine de bir bakınız.
Ama zenginlere yaptığı yalılar falan, diyeceksiniz...
Ne yazık ki, cumba taklidine kepenk yapıştırmakla Osmanlı mimarisi "yeniden üretilmiş" olmuyor, yapılan hem mimarın hem de müşterinin "özentilerini tatminden" ibaret kalıyor.
Yoksa biz rahmetli için "statik bilmezdi, mukavemet bilmezdi, betonarme bilmezdi" demedik tabii.
Fakat ona "Osmanlı etkisinde" diyeceksek, Kemalettin Bey'in, Vedat Bey'in, Arif Hikmet Bey'in eserleri ne oluyorlar, Arap mimarisi mi?
Bu iki apayrı ve hatta birbirine zıt mimari anlayışı, cumhuriyetin "yirmiler dönemiyle otuzlar dönemi" arasındaki "radikal farkı" da pek güzel anlatır. Faşistler cumhuriyete el koymuşlardır! "Yeniden üretim arayışı" ve "hem Türk hem modern bir üslup" peşinde koşan mimarlarımız kenara itilmişler, totaliter rejimlerin sanat anlayışı kopya edilmiştir. Anıtkabir'in mimarisi de bundan başka bir şey değildir! Öyle bir binadır ki bu, Speer onu Berlin'e dikip içine de Hitler'i yatırmaya kalksaydı kimse yadırgamayacaktı!
Çünkü Emin Onat ve Orhan Arda da aynı yolun yolcularıdır, Milli Şef inönü yolunun.
"Sonra döndüm gazetelerde okudum, bu adamın "biz kaç kişiyiz" diye sordukları, "bir milyon kişiyi biraz geçiyormuş"...
Eh, o da kabaca yirmi milletvekili eder. Oldu otuz.
Internet Cafe'de sivilcelerini sıkarak gazozunu yudumlayıp siteleri dolanan ve buralara "tıklayan" çoluk çocuğun da seçmen olduğunu varsayarsak"
bakiyorum bakiyorum...anlamıyorum.
ben mi baglantıyı kuramıyorum yoksa bu adam komik mi ?
acaba neden boyle salak salak $eyler yazıyor?
mustafa kemal ataturk; "gencler,istikbal sizlerin eseri olacaktır" sozuyle nasil cumhuriyet gencligine duydugu guveni , umudu a$ilayip, nasil cumhuriyetin genclerine deger veriyorsa;
$i$man da ayni cumhuriyet genclerine "sivilcesini sıkarak gazozunu yudumlayanlar" diyerek a$agilayabiliyor.
ben mi bu kadar sinirlenmedim hic,
yoksa bu ya$li metalci $i$man cidden a$$agilik adamin teki mi?
him?
mangalda kul birakmayan, onune gelene dayilanan, hakaret iceren sozler kullanmayi pek seven yazar. ancak, emekli orgeneral huseyin kivriklioglu kendisine sert bir mektup yazinca hemen sinmis ve dansoz gibi kivirmaya baslamistir. asagida generale yazdigi aciklama vardir:
Sayın Orgeneralim,
Elime çok geç ulaştığı için ancak şimdi yayınlayabildiğim mektubunuz beni çok üzdü. Adı geçen yayın organını izlemediğim için meseleden haberim de olmadı ve dolayısıyla tekzip de edemedim.
Ben o yazıyı, belirttiğim gibi, tamamen bazı yayın organlarında gözüme ilişen bazı söylentiler üzerine yazmıştım. HK rümuzuyla ne sizi ne de bir başka değerli subayımızı kastetmiş değilim. Kaldı ki, yazımda bu tür rümuzlu kişilerle ilgili olarak hiçbir şekilde "general" ya da "paşa" kelimesi de geçmiş değildir.
HK kimdir? Böyle bir kişi gerçek midir? Varsa, rümuzu bu mudur? Şerefim üzerine yemin ederim ki, bilmiyorum. Bilmem de mümkün değildir.
Ergenekon soruşturmasında şu anda tutuklu bulunan ve yargılanmayı bekleyen şaibeli bir şahsın bu konuda benim yazıma atfen yaptığı ve yapacağı "spekülasyonları" ne kadar ciddiye almak gerekir, onu da takdirlerinize bırakıyorum... Size atılmış olan bir iftira varsa, ilgili şahsın bunun hesabını da mahkemede kendisi vermesi gerekir. Benim yazıma herhangi bir atıfta bulunmaya ve yazımı "kullanmaya" hiçbir şekilde hakkı yoktur!
Sayın Orgeneralim, sizi tenzih eder, amacımın hiçbir kötü niyet taşımadığına lütfen inanmanızı rica ederim.
Derin saygılarımla...
son yazısı, biçim olarak ironik ögeler barındırmasına rağmen öz olarak çevir gazı yanmasın modundadır. şöyleki:
sayın orgeneralim, şerefim üzerine yemin ederim ki, sizi tenzih ederim, derin saygılarımla gibi ifadeleri aslında askerler karşısında hazır ola geçen yahut geçecek zihniyete karşı göndermelerle doludur. ona göre, paşadan gelen mektup karşısında bu hitap biçimlerini kullanacak, ben ettim sen etme diyecek tonlarca muharrir bulunmaktadır ve iş bu köşe yazısıyla onlara ne olduklarını göstermek için ayna vazifesi görmüştür.
öz olarak ise, bir gazetecinin elinde inandırıcı kanıtlar olmadan, sadece orada burada duyduğu söylentiler üzerine birilerini zan altında bırakmasının, hatta mesleği gereği kamuoyu üzerinde bu doğrultuda düşünce oluşturmasının yanlışlığını hesaba katarak, yapılmış bir u dönüşüdür. gönül isterdi ki, sağlam delillere dayanarak yazı yazsaydı da kendi kendini tekzip etmeseydi.
akp hükümetinin değerli hizmetlerini kamuoyuna duyurma ve türban demokrasisinin yılmaz savunuculuğu misyonunu başarıyla yürütmekte olan sabah gazetesinde altın çağını yaşayan yazar.
umarım değerli(!) yazılarının maddi karşılığını alıyordur. tarih önünde hesaba tutulduğu gün kemikleri çok sızlayacak gibi de, hiç olmazsa ruhunu şeytana bedavaya kaptırmış olmasa.
bugun ki yazısıyla tamamen anlaşılmıştır ki dünkü yazısında hüseyin kıvrıkoğlu'na karşı sergilediği "saygıyla yalarım paşam" tavrı ironi falan değildir.Zaten öyle bir şey sezilmiyordu ama yinede umut fakirin ekmediğidir hesabı, bugun bombayı patlatır diye ufak bir beklenti vardı.
Engin Ardıç kendisi de, satır aralarında defaetle belirtiği üzere bu tip durumlarda çok tırsak, hatta korkak birisidir.Asla dava adamı falan değildir, ufak işlerle, ufak kişilerle uğraşır, laf lokuşturur ama zoru görüncede işte böyle olur.
Birşey de dememek lazım adam gelmiş 55'ine güzel bir düzeni, keyifli bir hayatı var, kim bunun yerine diklenip, ensesinde bir kurşun deliğiyle boylu boyunca yatmayı isterki.
kendisi ciddi anlamda bir eleştiriyi hak etmeyen ve yarım akıllı yarı cahil insanın nasıl tehlikeli olduğunu gösteren kimse. neden bilgisizlik değil de, yarım yamalak bilginin paçavrasal değeri olduğunun canlı, somut kanıtıdır kendisi.
bugünkü yazısında akp karşıtlığı yaparak ülkede gerilimi tırmandıranlara sıkı bir ayar * vermiş yazar. psikolojik iç savaş başlıklı yazısını şöyle bitirmiştir:
--alıntı--
Bu kadar kıskançlık, bu kadar çekememezlik, bu kadar nefret size yarar getirmeyecek, küçüldüğünüzle kalacaksınız "eski arkadaşlar" ... Ama bilin ki bu gidiş iyi gidiş değildir ve iç savaşlarda, bir kazanan bir yenilen görünse bile, aslında ülkenin bütünü kaybeder.
Psikolojik iç savaş çıkardığınız için torunlarınızdan utanacaksınız.
--alıntı--
kendisi süzme bir dallama olsa da aşağıdaki yazısı ile gerçekten önemli şeyler söylemiş olan yazar.
Fetih kutlamaya gerek var mı?
Gene bir 29 Mayıs, gene "trafiğe kapalı bazı yollar", gene mehter, gene Ulubatlı Hasan falan. idrak ettik. Beş yüz elli beşinci yıldönümü...
Elbette artık işe teknoloji de karışıyor, bizim Hasan, minibüsleri ve kaldırım satıcılarını yara yara surlara bayrak dikmeyecek de (Gungadin misali otuz sekiz ok yiyip bir türlü yere düşmez), Topkapı'dan şehre girişimiz Topkapı'da panorama gösterisiyle canlandırılacak: Otuz sekiz metre çapında kubbe, on bin figüran... Artık böyle kutlanacakmış, müze yapıyorlar... Artık surlardan hoplaya zıplaya geçmek için sütçü beygiri bulmaya gerek kalmadı.
Waterloo Müzesi'nin panoramasından çok daha görkemli olacağı muhakkak. (Kubbeli müzeyi gezmek kolaydı da, savaş alanını yukarıdan görmek için arslanlı tepeye çıkana kadar anam ağlamıştı... Hougomont tarlasının çamuruna saplanınca da Napoleon'un niçin yenildiğini anlamıştım.)
Lakin, olayın üzerinden beş yüz elli beş sene geçmiş yahu, beş yüz elli beş...
Bu kadar zaman sonra hâlâ onu "almakla" mı övüneceğiz?
Süleymaniye'sinden Topkapı Sarayı'na, yedi tepesine öyle bir damga vur ki dost düşman parmak ısırsın, sonra da "aslında burası benim değildi" de...
Ele güne "burayı biz kurmadık, sonradan, hem de şiddet kullanarak ele geçirdik" mesajını ısrarla ver... Gözüne sok, hatırlat...
Ki, bundan da, "aldığımız gibi bir gün verebiliriz de haa" anlamı da çıksın!
Yunan faşistleri de bu hülyayla kendi kendilerini okşamaya otursunlar...
Eee, iğreti mi yaşıyoruz yani biz burada?
Korkmayın ihvanlar, nüfusu da on iki milyona vurdu, artık onu bizden kimse geri alamaz. Bütün Yunanistan'da toplasan o kadar kişi yok.
Eşeklik edip yeni bir dünya savaşına girmez ve de yenilmezsek, müttefik donanması da gelmez, korkmayın.
Dostun düşmanın gözüne "buranın temelini biz kurmadık, üstüne birşeyler kondurduk" diye bağıra bağıra sokmanın âlemi yoktur.
Sarsmayın. Burası bizim. Asla geri dönülemez şekilde bizim.
Bunun için azınlıkları da kovalamadık mı? Bize "dışarlıklı" olduğumuzu hatırlatmasınlar diye? Bunun için bin yıllık isimleri değiştirmedik mi, örneğin Tatavla'yı Kurtuluş, Samatya'yı Koca Mustafa Paşa yapmadık mı? Olmadı, ağzımıza uydurmadık mı, Stenia istinye, Therapia da Tarabya olmadı mı?
ille yıldönümü seviyorsak, niçin Karlofça Antlaşması'nı imzaladığımız (26 Ocak 1699), yani ilk kez toprak kaybettiğimiz günü "milli matem" ilan etmiyoruz, 10 Kasım gibi?
O kötü bir anı... Peki o zaman, niçin Malazgirt muharebesini kazandığımız günü (26 Ağustos 1071) milli bayram yapmıyoruz? (Unutmadan söyleyeyim, birinin adı Karlowitz, ötekinin adı Manzikert'ti aslında.)
Bunlar Selçuklu ve Osmanlı olayları... Onları dedelerimiz değil uzaylılar yaşamışlar... Biz cumhuriyeti tanırız.
Öyleyse niçin kara kuvvetlerimizin kuruluş tarihi kimine göre 1363, kimine göre de MÖ 209 olarak kabul ediliyor ve de törenlerle kutlanıyor?
işimize geldiği zaman Osmanlı oluruz, canımız çektiği zaman Mete Han'dan ineriz, keyfimize göre Ergenekon'dan çıkarız, duruma göre de cumhuriyetten başka kuş tanımayız.
Tamam, tamam, kutlayın da, ikide bir "başka yerden geldiğimizi" hatırlatmayın kefereye! Sarkozy gibileri bu açıkları kolluyorlar.
star'da yazarken, patronuyla uğraşanlar için, 'dört yanım puşt zulası... vurun ulan vurun ben kolay ölmem,' mealindeki ahmet arif şiirini layık gören; patron devrilince de, geçim derdine düşüp, dün puşt dedikleriyle aynı saflara geçen mümtaz insan, şarapsever arkadaş
liberal kesmin olsa olsa demogogu sıfatına yaklaşabilecek bir kimse. türkiye'de liberalizme dair bir şeyler okunmak istenirse açılır murat belge'ye, hatta gene aynı kökenden de gelse gene daha solda durmayı başarmış ahmet insel ve ömer laçiner'e bakılır. kendisi maalesef belli çizgilerin ve ezberlerin dışına çıkartamayacak bir kimsedir, engin ardıç.