Hind'e, Sind'e gider ve oradan getirdiği ipekleri Anadolu'da satarmış.
Bir gün yine Hind'e gidecek olmuş.
Yol hazırlığını yapmış ve Hane halkının tamamıyla helalleşmiş.
Hikaye bu ya, adamın bir de dudu kuşu varmış kafeste. Konuşurmuş dudu kuşu.
Adam, ailesiyle helalleşip de yola çıkmak üzereyken, duvarda asılı kafesin içindekini dudu kuşunu fark etmiş.
Hemen kuşun yanına koşup onunla da helalleşmek istemiş.
Dudu kuşunun yanına yaklaşmış ve
"Dudu kuşum, hakkını helal et, ben gidiyorum. Belki gelirim belki gelemem. Var mı oralardan bir isteğin?" demiş.
Dudu kuşu da
"Hakkım helal olsun. Benim senden bir isteğim var. Hindistan'a ulaşıp işini bitirdiğinde, Dehla şehri yakınlarındaki ormana git. Orada benim kardeşlerim var. Onlara benden selam söyle. Eğer selamımı alırlarsa onlara, bana iletmek istedikleri bir mesajları olup olmadığını sor. Mesajları varsa bana ulaştır. Senden, başka bir isteğim yok."der.
Adam, Hind'e varır. Ticari işlerini tamamlar.
Döneceği sırada aklına dudu kuşunun isteği gelir ve o şehre yönelir.
Şehri ve ormanı bulur.
Ormana girdiğinde gözlerine inanamaz.
Binlerce, belki de milyonlarca dudu kuşu, ağaçtan ağaca uçmakta, şarkılar söylemektedir.
Adam ortada bir yerde duru ve bağırır:
Ey dudu kuşları!
Beni dinleyin bir dakika!
Ben Anadolu'dan geliyorum ve benim de sizler gibi bir dudu kuşum var. Onu çok seviyorum. O kardeşinizin sizlere selamını getirdim.
Bunun üzerine bütün dudu kuşları hep bir ağızdan "Aleykümselam" derler.
Adam "Ona iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?" der.
Der fakat dediğine diyeceğine pişman olur.
Çünkü adamın öyle demesiyle birlikte tüm dudu kuşları ölür ve yere serilirler.
Eşekler köydeki semerciden çok şikâyetçilermiş. Semerci hiç iyi semer yapamıyormuş.
Eşeklerin sırtları kanlı yaralarla doluymuş.
Eşekler toplanıp yeni bir semercinin gelmesi için dua etmişler.
Hikâye bu ya duaları da kabul olmuş ve gerçekten köye yeni bir semerci gelmiş.
Ne var ki bu semerci de eşekleri rahatlatacak semerler yapamıyormuş yaralar azalacakken artmaya başlamış.
Eşekler yine toplanıp köye yeni bir semerci gelmesi için dua etmişler.
Ve gerçekten mevcut semerci köyden ayrılmış yerine başka bir semerci gelmiş. Eşekler her semerci değişikliğinde olduğu gibi yine çok sevinmişler.
Ama çok zaman geçmeden yeni semercinin de çok farklı olmadığını semerlerin gittikçe daha da kalitesizleştiğini yaralarının ise kötüleştiğini görmüşler...
Semerci gitmiş semerci gelmiş.
Her seferinde eşekler yeni semerci gelmesi için dua etmişler.
Bu sekilde kaç semerci değişene kadar böyle devam etmiş bilmiyorum.
Nihayet bir gün eşekler toplanıp eski semerciden kurtulmak için değil de eşeklikten
kurtulmak için dua etmeye başlamışlar.
Vaktiyle bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister.
Onun eline iri bir pırlanta verip:
"Oğlum" der "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir."
Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu alır mısınız?" diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der. Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur.
Üçüncü olarak semerciye gider: "Buna ne verirsiniz?" diye sorar
Semerci şöyle bir bakar,
"Bu" der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."
Mürit en son olarak bir kuyumcuya gider.
Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar.
"Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?"
Mürit sorar: "Siz ne veriyorsunuz?"
"Ne istiyorsan veririm."
Mürit, "Hayır veremem" der ve taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:
''Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.''
Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.
Şeyh sorar: "Bundan ne anladın?"
Müridin verdiği cevap çok doğrudur: ''Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.''
Şeyh ilave eder:
''işte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme.
Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler''
Bir Zen ustası nehir kenarında meditasyon yaparken yanına genç birisi gelir ve ona der ki :
"Senin öğrencin olmak istiyorum"
"Neden ?" diye sorar Usta
"Çünkü TEK'i bulmak istiyorum" diye cevap verir genç adam.
Usta aniden ayağa fırlar ve bu genç adamı ensesinden sertçe tutarak kafasını suyun içine daldırır.
Genç adam ne kadar çırpınsada suyun altındayken kafası kurtulamaz ve böylece 2-3 dakika suyun altında kalır .
Sonra usta genç adamın kafasını sudan çıkarır.
Genç adam yutmuş olduğu suyu öksürerek çıkartır ve son anda boğlulmaktan kurtulan biri olarak nefes alabilmek için bir süre çaba gösterdikten sonra kendine gelebilir.
Usta sorar :
"Başın suyun altındayken en çok neyi istedin ?"
"Hava..." diye yanıt verir genç adam.
Usta :
"Peki, öyleyse git evine ve Tek'i de "hava" kadar istediğin zaman gel bana" der.
Bir zamanlar bir Hintli aziz tarafından davet edildim.
Bir hata olmalıydı, çünkü benim düşünce yolum hakkında bir fikri yoktu.
Ama beni davet etmişti, neşelendim, 'Bu iyi bir fırsat' dedim ve oraya gittim.
ilk olay birbirimize tanıştırıldığımızda başladı.
Hintli aziz, altın bir tahtta oturuyordu, yanındaki daha küçük bir tahtta ise başka bir Hintli rahip oturmaktaydı.
Diğer rahipler ise yerde oturuyorlardı.
Hintli aziz bana şöyle dedi:
"Benim yanımdaki ufak tahtta kim oturuyor, merak ediyor olmalısın. O yüksek mahkemenin baş hakimiydi. Fakat öylesine manevi bir insan ki, bu görevinden vazgeçti, dünyadan, yüksek maaşından, statüsünden ve gücünden vazgeçti. Benim öğrencim oldu. Öylesine alçakgönüllü ki, hiçbir zaman benimle eşit düzeyde oturmadı."
Ben dedim ki:
"Çok alçakgönüllü olduğunu görebiliyorum.
Sizden daha ufak bir tahtta oturuyor, ancak diğerleri de yerde oturuyor!
Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, yere bir çukur kazmalı ve orada oturmalı,
tabii ki gerçekten alçakgönüllü ise.
Ama bu durumda, o sadece size karşı alçakgönüllü, diğerlerine karşı ise çok kibirli."
Gözlerinden öfke kıvılcımları çıkıyordu.
Her ikisi de çok kızmıştı, bir süre ne diyeceklerini bilemediler.
Ben devam ettim:
"Alçakgönüllüğünüzü görüyorsunuz, ikiniz de kızdınız.
Bu adam da hala yerinde oturuyor.
Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, tahtına yapışmasın, aşağı insin ve hemen bir çukur kazsın.
O zaman tabii ki yeni bir rekabet olacak.
Diğerleri daha büyük ve derin çukurlar kazacaklar.
En alçakgönüllü olan en derin çukura girmeye çalışacak."
Daha sonra Hintli azize şöyle dedim:
''O, sadece senin ölmeni bekliyor, ölür ölmez senin yerine geçecek.
Şu anda yarı yolda.
içinden şöyle dua ediyor, 'Yaşlı bunak , dilerim en kısa zamanda ölürsün!'
O zaman başka birisi ufak tahta oturacak ve böylece o, bu kişiyi alçakgönüllü olarak tanıtacak.
Bir de şu var, eğer ufak tahtta oturan alçakgönüllü ise, sen nesin?
Sen ondan daha yüksek bir tahtta oturuyorsun!
Eğer mesele yüksek veya alçak yerde oturmaksa, tavandaki örümcek ne olacak?
O daha yüce olmalı, çünkü senden daha yüksekte.
Veya gökyüzünde uçak kuşlara ne demeli?
Aslında siz bu yolda hiçbir şeyden vazgeçmiş değilsiniz.
Hala yeni isimlerle eski aptallıkları taşıyorsunuz.
Sadece isimler değişti, ama eski rüyalar hala devam ediyor, eski arzular, eski egolar hala güçlü bir şekilde sürüyor.
Herhangi bir tapınağa gidebilirsiniz, ama aynı rekabet orada da olacaktır.''
Not : Bu öykünün tarzı cok hosuma gitti.
Anlatan sanki amak ı hayal deki Aynalı baba gibi geldi.
Bu arada amak ı hayal isimli romanın tamamını pc ye indirmek veya online okumak için
Çin'de Chi Chang adında bir adam vardı ve dünyanın en iyi okçusu olmak istiyordu.
Ona Vei Fei diye bir ustadan bahsettiler,ne var ki adam çok uzaklarda bir diyarda oturuyordu.
Chang uzun yolculuk meşakkatlerinden sonra Fei'yi buldu.
Fei Usta, Chang'e evvela gözlerini hiç kıpırdatmadan uzun zaman durmak gerektiğini söyledi.
Chang evvela eşinin dokuma tezgâhı altına uzanarak gözünden birkaç milimetre ötede işleyip duran mekiklere rağmen irkilmemeyi öğrendi.
iki yıl sonra göz adalelerine öyle hakim olmuştu ki,günün birinde küçük bir örümcek kirpiklerinin arasına ağ kurdu.
Chang bunun üzerine piştiğine hükmederek artık ustasının yanına gitmeye karar verdi.
Fei, çırağına "aferin" bile demedi,
"bu daha işin başlangıcı" dedi ve ondan eşyaya bakmasını öğrenmesini istedi;
"çok küçük olan bir şey sana küçük,küçük olan bir şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel" öğüdünü verdi.
Chang evine döndü, gözle zor farkedilen küçük bir böcek bulup, onu bir ot parçasının üzerine koyarak uzaktaki pencerenin kenarına yerleştirdi, tam üç yıl boyunca o böceğe baktı ve günün birinde o küçücük böceği bir at boyundaymış gibi görebildiğini farketti.
Hemen ustasının yanına koştu.
Usta Chang'in azmine şaştı, "aferin" dedi.
Artık çok uzaktaki hedefleri bile istediği yerinden vurabiliyordu.
Ustasının huzurunda yay çektiği koluna su dolu bir bardak yerleştirmek suretiyle yüz tane oku,yüz adım ötedeki bir ağaca ard arda fırlattı.
Attığı her ok bir öncekinin arkasına saplanıyordu ve böylece yüzüncü ok fırlatıldığında,kendisine doğru uzanan oklardan yapılmış bir ip hâsıl oldu.
Ustası yine "aferin" dedi.
Chang artık çok iyiydi ama en iyi değildi.
Ustası Vei Fei yaşadıkça en iyi olmasına imkân yoktu.
Yeniden Fei'nin yanına yollandı ve onu uzaklardan gördüğünde yayına bir ok koyarak fırlattı.
Ustası durumu farkedip mukabil bir okla okunu havada ikiye böldü.
Sadaktaki bütün oklar bitinceye kadar oklaştılar ama yenişemediler.
Neticede birbirlerini kucaklayıp barıştılar ve Fei,öğrencisine çok uzaklarda Ho dağının doruğunda yaşayan Kan Ying ustaya gitmesini söyledi.
Ancak ondan ders alabilirse dünyanın en iyi okçusu olacaktı.
Chang hemen yola koyuldu,aylarca yol yürüdü, Ho dağının tepesine tırmanabilmek için ayaklarını kan içinde bıraktı.
Neticede Ying Ustayı buldu.
Bu çok yaşlı,kamburu çıkmış,tatlı bakışlı bir ihtiyardı.
Ona durumu anlattı ve ne kadar başarılı olduğunu göstermek için çok yükseklerden uçmakta olan göçmen kuşları sürüsüne ok fırlatarak beş tanesini düşürdü.
Ying Usta, "demek sen hala oksuz yaysız isabet ettirmesini öğrenemedin" diye çıkıştı ve görünmeyen bir yaya görünmeyen bir ok yerleştirir gibi hareketler yaparak çok uzaklarda uçan bir akbabaya nişan aldı ve görünmeyen okunu fırlattı;akbaba hemen taş gibi yere düştü.
Chang kendisinde neyin eksik kaldığını anlamıştı.
Ying Usta'nın yanında dokuz yıl daha kaldı ve orada neler öğrendiğini kimse bilemedi.
Dokuz yıl sonra dağdan indiğinde eski saldırganlığından, iddialı hallerinden ve heybetinden eser kalmamıştı.
Eski Ustası Fei,onu görünce "tamam" dedi, "artık ben bile ustalıkta senin eline su dökemem".
Evine dönen Chang'i ondan sonraki yıllarda hiç kimse elinde ok ve yayla görmedi;yalnızlıktan hoşlanan,evinden çıkmayan,konuşmaktan hazetmeyen sakin bir ihtiyardı artık.
Kırk yıl böyle yaşadı.
Kendisine niçin ok ve yaya el sürmediğini soranlara şöyle cevap veriyordu :
''Hareketin en yüksek kertesi,hareketsizliktir.
Belâgatin en yüksek kertesi hiç konuşmamaktır.
Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi hiç ok atmamaktır!''
Günün birinde eski bir arkadaşını ziyarete gitmiş ve konuşma esnasında dostuna, masada duran şeyin ne olduğunu sormuştu.
Ev sahibi evvela işi şakaya vurdu,cevap vermek istemedi ama sual üçüncü kere tekrarlanınca durumu anladı;
"Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen, muhakkak.Bir yayın ne olduğunu , ne işe yaradığını unutmuşsun çünkü!"
Yine rivayet ederler ki, bu hadiseden sonra
ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi çöplüğe attılar;
çalgıcılar sazlarının tellerini kopardılar;
dülgerler âletlerini çalışırken görülmesin diye köşe bucak sakladılar
Aç tavuk rüyasında, kendini darı ambarında görürmüş misali bizim Yoksul'a da rüyasında:
-Ey ömrü yoksulluklar içinde geçmiş olan!.
Kalk, komşun olan kâğıtçıda; şu şekilde, şu renkte bir kağıt var, onu bul ve kimsenin olmadığı yere giderek orada oku.
Sakın başkalarına gösterme.
Bir define kağıdıdır o.
iş yayılır, ortalara düşerse bile gamlanma. Senden başka kimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan.
Elde etmen uzarsa sakın ümitsizliğe düşme. Her an: "Allah'tan ümit kesmeyin" ayetini hatırla.
Müjdeci bunları söyledikten sonra, elini adamın göğsüne koydu:
-Haydi, yürü, zahmet çek!. dedi.
Yoksul kendine gelince sevindi, içi içine sığmıyordu.
Hemencecik kalktı, giyindi, dışarı fırladı.
Doğru kâğıtçının yolunu tuttu.
Dükkandan girdi, aradığının farkına varılmasın diye bir müddet başka kağıtları karıştırdı, bulacağını ümit ettiği tarafa yöneldi...
-Aman Allah'ım!... işte o. Tüm alametler var üzerinde... şekli, rengi... hepsi tas tamam uyuyor tarife... Diye bağırmamak için zor tuttu kendini.
Fark ettirmeden sokuşturarak bir tarafına, gizledi kağıdı ve:
-Hayırlı pazarlar olsun usta... Diyerek ayrıldı dükkandan, kimselerin bulunmadığı bir tarafa yöneldi,
içinden de:
-Bu değerli kağıt onca başka kağıdın arasına nasıl girdi?.. Meşk kağıtlarının arasında, hazine tarifi.
Allah Allah!... Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah, birilerinin bir şeyler aşırmasına müsaade eder?
Bütün ovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allah istemedikçe ondan bir arpa tanesi dahi alamazsın..
Yüzlerce kitap okusan; Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz,
Amma...
Allah'a kulluk edersen; bir kitap bile okumadan ağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırır kalırsın da; "bunlar benden mi çıktı?" Diye ,kendinden geçersin.
Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki; gördüğüm rüyadaki kişi erenlerden.. Yoksa eliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?.
Etrafına bakındı, kimselerin olmadığına kanaat getirince, sakladığı yerden çıkardı kağıdı, başladı incelemeye, okumaya:
-"Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya... Hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına (Kuzey kutbuna yakın olan iki parlak yıldız)karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz."
Yoksul bir yay buldu, oku koydu, bütün gücü ile çekerek gerdi yayı ve boşluğu bıraktı oku. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek.
Kazdı kazdı. Nafile, bir şeycikler yok. Kolunda kuvvet, kazma-kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden bir
eser yok. Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok, bir türlü bulamıyor, lakin ümidini de hiç kaybetmiyor, devam ediyor kazmaya.
Daima orayı burayı kazdığından şehirde de dedi kodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar durumu padişaha haber vermişti. "Filan Yoksul bir define kağıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor" diye.
Zaptiyeler söylenen yerde buldular, karga tulumba alıp getirdiler Padişahın huzuruna:
-Bre densiz; benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur? Diye gürledi Padişah.
Yoksul; yoksul ama, akılsız değil ya.. Durumun vahametini fark etti, yalan söylerse merhametsiz Padişahın derisini bile yüzdüreceğini anladı, saklamadan rüyasından başlayarak tüm olan bitenleri bir bir anlattı, defineyi tarif eden kağıdı da koydu Padişahın önüne.
-Hadsiz hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir habbe bile meydana çıkmadı, yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş Padişahım, belki senin bahtın yaver olur da bulursun defineyi... dedi.
Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyor.
Lakin nafile. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define adeta "Anka"ya benziyordu.
ismi var, cismi yok. Her taraf kazılmış, kuyularla dolmuştu etraf.
Günün birinde Padişah Yoksul'u çağırttı, define kağıdını önüne atıp:
-Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âla, helalı hoş olsun, bulamazsan kazar durursun... dedi.
Kağıdı alan Yoksul; düşmanların, hasetçilerin fitnelerinden emin oldu, hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı..
Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmazlar ama haset etmekten de geri durmazlar.
Günler günleri, günler ayları kovaladı.
Yoksul'un bir yerleri kazması günlük hayatlarında en alıştıkları, tabii bir parça oluverdi. Kanıksandı.
Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir halde macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu.
Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yok.
Serap misali; tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller.
Nihayet gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekte iken:
"Neden yardım istemiyorum?. O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?. "Diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini:
-Ey sırları bilen!. Bu define için ömrümü ziyan ettim!. Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım!. Düğümü; bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim!.
Ya Rabbi!.. Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!. Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum: Hüner nerede, ben neredeyim?. Doğru bir gönül nerede?. Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin....
Duaları geceler boyu, günlerce sürdü. Allah'tan ilham geldi, çözüldü müşkülleri.
-Yaya bir ok koy at, dendi.
Yayın zıhını adamakıllı çek mi dendi?.
Yaya bir ok koy at dedi, ta kulağına kadar çek demedi.
Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk hünerini göstermeye çalıştın.
Şah damarından daha yakındır O sana.
Halbuki sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın.
Av yakında sen uzağa düşmüşsün.
Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır.
Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, halbuki isteğin koynunda idi...
koyluler tam maymun yakalamak tan vazgececekken adam tanesine 20$ verecegini soylemis.
tekrar heveslenen koyluler tekrar maymunlari yakalamaya baslamislar.
bir sure sonra da fiyati 25$a cikarmis.
ancak birak yakalamayi ,maymuna rastlamak bile cok zorlasmis.
bunun uzerine adam fiyati 50$ a cikardigini,ancak kendisinin isi oldugu icin sehre gitmesi gerektigini,yardimcisinin onun yerine alim yapacagini soylemis.
o yokken yardimcisi koylulere demis ki; su buyuk kafesteki maymunlar var ya ben onlarin tamamini size tanesi 35$ dan satayim,siz de adam gelince ona 50$ dan satarsiniz.
koyluler butun birikimlerini bir araya toplayarak butun maymunlari satin almislar.
sonra ne adami ne de yardimcisini bir daha goren olmamis.
Bir zamanlar şampiyon bir dövüş horozuna sahip olmak isteyen bir kral vardı.
Adamlarından birine horozu icin en iyi egitimciyi bulmasını ve horozun en iyi sekilde eğitilmesini emretti.
Bulunan eğitici horoza bütün dövüş tekniklerini öğretmeye başladı ve on gün sonra kral sordu:
"Bu horozu dövüşe sokabilir miyim?"
''Kesinlikle hayır'' dedi eğitici.
''Yeterince güçlü ama sürekli dövüşmek istiyor güç tek başına yeterli değil. ''
Bunun üzerine kral on gün daha bekleyip daha sonra tekrar sorusunu yineler.
Ama eğitici yine ''hayır'' yanıtını verir.
''Hala çok vahşi sürekli dövüşmek istiyor.'' diye ekler.
Sonunda on gün daha bekledikten sonra kral tekrar sorar artık dövüşebilir mi diye.
Evet artık öfkeye kapılmıyor duruşu sağlam ve gücü yerinde ona dışarıdan baksanız gücünü ve enerjisini göremezsiniz bile gayet sakin ve hazır.
Dövüş horozu sakin bir horoz haline gelmişti.
teknik eğitimin çok ötesine geçmiş muazzam bir enerjisi vardı.
Ama hepsini içinde saklıyordu.
Bu şekilde diğer güç kendi içinde toplanmış oluyor diğerleri onun sakin özgüveni ve gösterilmeyen gücü karşısında boyun eğmekten başka bir şey yapmıyorlardı.
Gerçeğin yolu kavgadan geçmez.
Onun yolu yaşamın ve ölümün yenilginin ve zaferin çok ötesinde bir yerlerdedir.
'Bana geldiğiniz için teşekkür ederim, ama acelem var bir sonraki köye gitmem gerekiyor, bugün size zaman ayıramayacağım.
Fakat yarın daha fazla zamanım olacak.
Söylemek isteyip de söyleyemediğiniz bir şeyler kaldıysa Sizi yarın dinleyebilirim. Beni bugün için mazur görün' dedi.
insanlar inanamamışlardı.
Bu adam tüm söyledikleri ağza alınmayacak şeylere bir tepki vermeden, sadece dinlemiş, cevap bile vermemişti.
"Bizi duymadın mı? Senin bunlara verecek cevabın yok mu?" diye sordular.
Buda dedi ki:
'Bir yanıt istiyorsan geç kalmış durumdasın.
On yıl önce gelseydin seni yanıtlayabilirdim.
Ama on yıldır başkaları tarafından yönlendirilmeye son verdim.
Artık köle değil, kendimin efendisiyim,
kendime göre davranıyorum, başkasına göre değil.
Beni bir şey yapmağa zorlayamazsın.
Sen yapmak istediğini yaptın, kendini tatmin olmuş hissedebilirsin,
ama benim açımdan baktığında ben bunların hiçbirini üzerime almıyorum
ve almadığım içinde bir anlamları yok.'
''Birisi yanan bir meşaleyi nehre atabilir,
nehre ulaşana kadar meşale yanık kalır,
nehre düştüğü anda ateş söner, nehir onu söndürür.
Ben nehir oldum.
Bana küfür edersiniz onlar ateştir,
bana ulaştıkları anda benim serinliğim içinde ateş kaybolur,
artık acıtmazlar...''
- "Ey padişah bana bunu söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel de öyle konuş. Benim iki kölem var, onlar çok basit oldukları halde her gün sana hükmederler, emrederler?" dedi.
Padişah bundan dolayı kızdı.
- "Ey Şeyh bu sözün hatalı bir söz, kim bana emredebilir, o dediğin kişiler kimlerdir, söyle!" dedi.
Şeyh gülerek cevap verdi:
- "Sana emreden kölelerimden biri kızgınlık, diğeri şehvettir."