düşündüren öyküler

entry77 galeri0
    52.
  1. Vaktiyle saf biri Hz. Hızır'ı görme derdine düşmüş.

    Demişler ki, şu çölü aş, şu şehre ulaş; Hızır da oralardadır!

    Bizimki çölü geçip bitkin halde şehrin pazar yerine varmış. Karşısına çıkan bir adam onun perişan haline bakıp

    "Hayırdır" demiş, "nereden gelir, nereye gidersin?"

    "Hızır'ı arıyorum" cevabını alınca da

    "iyi de, görünce Hızır'ı tanıyabilecek misin?" diye sormuş.

    Bizim saf "Vallahi o hiç aklıma gelmedi" demiş.

    "Üzülme, ben sana tarif edeyim" demiş adam gülümseyerek; "Hızır benim gibi kara kuru bir ihtiyardır."

    adam teşekkur etmiş ve Sonra birbirlerine aksi yönde yürüyüp gitmişler.

    Bizimkinin aklı başına gelmiş, Hızır'la karşılaştığını anlamış...

    Ama Çok geçmiş artık, çok!..
    0 ...
  2. 51.
  3. Eskiden ingiliz gemicilerin, gemilerdeki fareleri yok etmek için uyguladıkları bir metot varmış.

    Bir tane fareyi canlı olarak yakalayıp boş bir tenekeye koyarlarmış. Burada bırakılan fareye günlerce yiyecek verilmezmiş.

    Aradan zaman geçtikten sonra yakaladıkları küçük bir fareyi, günlerce tenekede aç bıraktıkları farenin yanına atarlarmış.

    Açlıktan gözü dönmüş halde tenekede hapsolan fare de hiç düşünmeden küçük fareyi yermiş.

    Gemiciler, her gün küçük bir fareyi yiyecek olarak tenekedekine atma işlemini, onu 'yamyam fare' haline getirene kadar sürdürürmüş.

    Bundan sonra sıra gelirmiş, kendi türünü yiyerek semiren ve güçlenen 'yamyam fare'yi gemiye salıvermeye!..

    Artık o noktadan sonra gemicilerin payına, gemide serbest bıraktıkları 'yamyam fare'nin yaptığı katliamı izlemek düşermiş.

    Diğer farelerin yanına rahatlıkla sokulan 'yamyam fare', düşman olarak algılanmadığı için zorluk çekmeden yakaladığı soydaşlarını afiyetle yermiş.

    Böylece, ingiliz gemiciler az bir zahmetle tüm gemiyi farelerden temizlermiş.
    0 ...
  4. 50.
  5. şifalı bitkiler ve hastalıklarla uğraşmaya on yedi yaşında başlayan Lokman Hekim'in derisi siyah, dudakları da kalınmış.

    Değerli sözlerini duyarak hayranı olan biri bir gün bakmış ki hayalinde büyüttüğü Lokman, siyah yüzlü, kalın dudaklı biri.

    Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Lokman Hekim, adamın içinden geçenleri sezmiş olacak ki, gulumseyerek şöyle seslenmiş:

    – neden öyle şaşkın bakıyorsun?

    Boyayı mı beğenemedin, yoksa boyacıyı mı?
    3 ...
  6. 49.
  7. Adam tüccarmış.

    Hind'e, Sind'e gider ve oradan getirdiği ipekleri Anadolu'da satarmış.

    Bir gün yine Hind'e gidecek olmuş.

    Yol hazırlığını yapmış ve Hane halkının tamamıyla helalleşmiş.

    Hikaye bu ya, adamın bir de dudu kuşu varmış kafeste. Konuşurmuş dudu kuşu.

    Adam, ailesiyle helalleşip de yola çıkmak üzereyken, duvarda asılı kafesin içindekini dudu kuşunu fark etmiş.

    Hemen kuşun yanına koşup onunla da helalleşmek istemiş.

    Dudu kuşunun yanına yaklaşmış ve

    "Dudu kuşum, hakkını helal et, ben gidiyorum. Belki gelirim belki gelemem. Var mı oralardan bir isteğin?" demiş.

    Dudu kuşu da

    "Hakkım helal olsun. Benim senden bir isteğim var. Hindistan'a ulaşıp işini bitirdiğinde, Dehla şehri yakınlarındaki ormana git. Orada benim kardeşlerim var. Onlara benden selam söyle. Eğer selamımı alırlarsa onlara, bana iletmek istedikleri bir mesajları olup olmadığını sor. Mesajları varsa bana ulaştır. Senden, başka bir isteğim yok."der.

    Adam, Hind'e varır. Ticari işlerini tamamlar.

    Döneceği sırada aklına dudu kuşunun isteği gelir ve o şehre yönelir.

    Şehri ve ormanı bulur.

    Ormana girdiğinde gözlerine inanamaz.

    Binlerce, belki de milyonlarca dudu kuşu, ağaçtan ağaca uçmakta, şarkılar söylemektedir.

    Adam ortada bir yerde duru ve bağırır:

    Ey dudu kuşları!

    Beni dinleyin bir dakika!

    Ben Anadolu'dan geliyorum ve benim de sizler gibi bir dudu kuşum var. Onu çok seviyorum. O kardeşinizin sizlere selamını getirdim.

    Bunun üzerine bütün dudu kuşları hep bir ağızdan "Aleykümselam" derler.

    Adam "Ona iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?" der.

    Der fakat dediğine diyeceğine pişman olur.

    Çünkü adamın öyle demesiyle birlikte tüm dudu kuşları ölür ve yere serilirler.

    Tüccar, neye uğradığını anlayamadan etrafına şaşkın şaşkın bakmaktadır.

    Hüzünlü bir şekilde ormanı terk ederek yurduna döner.

    Eve gelir.

    Aile halkı onu güler yüzle karşılar. Onlara aldığı hediyeleri takdim eder. Fakat dudu kuşunun karşısına nasıl varacağını bir türlü hesap edemez.

    Kuşu üzmek istememektedir. Ancak dudu kuşu olanları sezmiştir.

    Adam kafesin yanından geçerken "Ne oldu?" diye sorar kuşcağız.

    Adam üzgün bir şekilde olanları anlatır. Ne kadar acı çektiğini pişman olduğunu söyler.

    Dudu kuşu ise "Sen hiç üzülme, ben her şeyi anladım. Sana teşekkür ederim" der.

    Tüccar, odasına girer ve istirahate çekilir.

    Ertesi sabah uyandığında bir de bakar ki, kafeste dudu kuşu görünmüyor.

    Hemen koşar ve kafesin içine bakar.

    Dudu kuşu ölmüş ve kafesin dibinde yatmaktadır.

    Ne kadar üzülse de artık yapacak bir şey yoktur.

    Dudu kuşunun cesedini avuçlarına alır ve çocuklar uyanmadan atayım da onlar bu manzarayı görüp üzülmesin bari diye pencereye yönelir.

    Pencereyi açıp dudu kuşunun cansız bedenini dışarıya fırlatır.

    Fakat o da ne?

    Dışarıya fırlatılan dudu kuşu canlanır ve uçmaya başlar.

    Adam şaşırmıştır.

    Feryad etmeye başlar,

    "Ah dudu kuşum, ben sana ne yaptım. Ne kötülüğümü gördün de benden kurtulmak için bu oyunu oynadın bana" diye haykırır.

    Dudu kuşu adama yaklaşır ve şöyle der:

    ''Sen bana bir şey yapmadın. Fakat Hindistan'daki kardeşlerimden bana getirdiğin mesajdan ben şunu anladım: Yaşamak için Ölmek Gerek...''

    Mesnevi'den...
    2 ...
  8. 48.
  9. Süleymaniye Camiinin açılışı günü, yurdun birçok yerinden bu muhteşem mabedi görmek için akın ederler.

    O kalabalığın içinden biri, köyünden beraber geldiği eşeğini kaybeder.

    Eşeği, köylünün tek varlığıdır ve dönüşte o kadar uzak yolu nasıl gidecektir ?

    Başlar aramaya ve aradığı yerde de ağlamaya.

    Ne var ki eşeğini bulamaz.

    Camide vaaz veren hocanın yanına yaklaşır ve derdini anlatır.

    Hoca, köylüyü yanı başına oturtarak cemaate döner ve

    ''içinizde, ömrü hayatında hiç sevmemiş biri var mı ?'' diye sorar.

    Cemaat içinde iki kişi kalkar ve

    ''Biz ömrümüzde hiç sevmedik'' derler.

    Hoca tekrar sorar ''Hiç mi sevmediniz'' diye.

    Cevap ''Evet, hiç sevmedik'' olur.

    Hoca, yanındaki köylüye döner ve

    ''Bak sen bir eşek kaybettin, ben sana iki eşek buldum'' der.
    1 ...
  10. 47.
  11. Bir gün bir koyun ve kuzusunun otladığı kırın üzerinde bir kartal aç gözlerle dönüyor ve kuzuya hamle için uygun vakti kolluyordu...

    Tam hamle edeceği sırada bir başka kartal daha peyda oldu...

    Derken kuzu için şiddetli bir çarpışmaya girdiler...

    Aşağıdan bu durumu gören koyun kuzusuna dönerek:

    Ne garip çocuğum şu iki soylu kuş birbiriyle kapışıyorlar...

    Kocaman gökyüzü ikisine yetmiyor mu?

    Dua et küçüğüm dua et ki tanrı kanatlı kardeşlerini barıştırsın...

    Ve kuzu içten dua etti... halil cibran
    0 ...
  12. 46.
  13. Eşekler köydeki semerciden çok şikâyetçilermiş. Semerci hiç iyi semer yapamıyormuş.

    Eşeklerin sırtları kanlı yaralarla doluymuş.

    Eşekler toplanıp yeni bir semercinin gelmesi için dua etmişler.

    Hikâye bu ya duaları da kabul olmuş ve gerçekten köye yeni bir semerci gelmiş.

    Ne var ki bu semerci de eşekleri rahatlatacak semerler yapamıyormuş yaralar azalacakken artmaya başlamış.

    Eşekler yine toplanıp köye yeni bir semerci gelmesi için dua etmişler.

    Ve gerçekten mevcut semerci köyden ayrılmış yerine başka bir semerci gelmiş. Eşekler her semerci değişikliğinde olduğu gibi yine çok sevinmişler.

    Ama çok zaman geçmeden yeni semercinin de çok farklı olmadığını semerlerin gittikçe daha da kalitesizleştiğini yaralarının ise kötüleştiğini görmüşler...

    Semerci gitmiş semerci gelmiş.

    Her seferinde eşekler yeni semerci gelmesi için dua etmişler.

    Bu sekilde kaç semerci değişene kadar böyle devam etmiş bilmiyorum.

    Nihayet bir gün eşekler toplanıp eski semerciden kurtulmak için değil de eşeklikten
    kurtulmak için dua etmeye başlamışlar.
    2 ...
  14. 45.
  15. Vaktiyle bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister.

    Onun eline iri bir pırlanta verip:

    "Oğlum" der "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir."

    Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve "Şunu alır mısınız?" diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın" der. Mürit teşekkür edip çıkar.

    Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur.

    Üçüncü olarak semerciye gider: "Buna ne verirsiniz?" diye sorar

    Semerci şöyle bir bakar,

    "Bu" der "benim semerlere iyi süs olur. Bundan "kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."

    Mürit en son olarak bir kuyumcuya gider.

    Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar.

    "Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. "Buna kaç lira istiyorsun?"

    Mürit sorar: "Siz ne veriyorsunuz?"

    "Ne istiyorsan veririm."

    Mürit, "Hayır veremem" der ve taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:

    ''Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.''

    Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

    Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır.

    Şeyh sorar: "Bundan ne anladın?"

    Müridin verdiği cevap çok doğrudur: ''Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.''

    Şeyh ilave eder:

    ''işte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme.

    Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler''
    0 ...
  16. 44.
  17. Bankei, bir kaç hafta süren meditasyon çekilgisi dönemine girerken, Japonya'nın dört bir yanından öğrenciler akın ederlermiş.

    Bu birleşimlerden birinde bir öğrencinin orada hırsızlık yaptığı görülür.

    Sorun Bankei'ye götürülür, suçlunun kovulması istenir.

    Bankei duymamazlıktan gelir.

    Sonraları bu öğrencinin benzer bir eylemi daha görülür, ama Bankei gene ilgilenmez.

    Öğrenciler içerleyip, hırsızın atılması için bir dilekçe düzenlerler; aksi taktirde toptan çekileceklerini bildirirler.

    Bankei dilekçeyi okuyunca öğrencileri toplayıp şunları söyler:

    ''Sizler aydın kişilersiniz. Doğru nedir, ne değildir, bilirsiniz.

    isterseniz uğraşınızı başka yerde sürdürebilirsiniz.

    Ama bu mutsuz kardeşimiz doğruyu yanlıştan ayıramıyor.

    Ben ona öğretmezsem, kim öğretecek?

    Hepiniz gitseniz de, o burada kalacaktır.''
    0 ...
  18. 43.
  19. Bir Zen ustası nehir kenarında meditasyon yaparken yanına genç birisi gelir ve ona der ki :

    "Senin öğrencin olmak istiyorum"

    "Neden ?" diye sorar Usta

    "Çünkü TEK'i bulmak istiyorum" diye cevap verir genç adam.

    Usta aniden ayağa fırlar ve bu genç adamı ensesinden sertçe tutarak kafasını suyun içine daldırır.

    Genç adam ne kadar çırpınsada suyun altındayken kafası kurtulamaz ve böylece 2-3 dakika suyun altında kalır .

    Sonra usta genç adamın kafasını sudan çıkarır.

    Genç adam yutmuş olduğu suyu öksürerek çıkartır ve son anda boğlulmaktan kurtulan biri olarak nefes alabilmek için bir süre çaba gösterdikten sonra kendine gelebilir.

    Usta sorar :

    "Başın suyun altındayken en çok neyi istedin ?"

    "Hava..." diye yanıt verir genç adam.

    Usta :

    "Peki, öyleyse git evine ve Tek'i de "hava" kadar istediğin zaman gel bana" der.
    0 ...
  20. 42.
  21. Ruhanî hoca ve onun havarileri akşam meditasyonuna başlamışlardı; manastırda yaşayan bir kedi çok gürültü yapıyor ve dikkatleri dağıtıyordu.

    Hoca kedinin akşam duaları esnasında bağlanmasını emretti.

    Yıllar sonra, hoca öldüğünde bile kedi meditasyon esnasında bağlanmaya devam etti.

    Sonunda kedi de öldü.

    Manastıra bir başka kedi getirildi ve bağlandı.

    Yüzyıllar sonra, ruhanî hocanın izinden gidenler meditasyon pratiği esnasında kedilerin bağlanmasının dinsel önemi üzerine ilimsel yazılar yazdılar...
    0 ...
  22. 41.
  23. Bir zamanlar bir Hintli aziz tarafından davet edildim.

    Bir hata olmalıydı, çünkü benim düşünce yolum hakkında bir fikri yoktu.

    Ama beni davet etmişti, neşelendim, 'Bu iyi bir fırsat' dedim ve oraya gittim.

    ilk olay birbirimize tanıştırıldığımızda başladı.

    Hintli aziz, altın bir tahtta oturuyordu, yanındaki daha küçük bir tahtta ise başka bir Hintli rahip oturmaktaydı.

    Diğer rahipler ise yerde oturuyorlardı.

    Hintli aziz bana şöyle dedi:

    "Benim yanımdaki ufak tahtta kim oturuyor, merak ediyor olmalısın. O yüksek mahkemenin baş hakimiydi. Fakat öylesine manevi bir insan ki, bu görevinden vazgeçti, dünyadan, yüksek maaşından, statüsünden ve gücünden vazgeçti. Benim öğrencim oldu. Öylesine alçakgönüllü ki, hiçbir zaman benimle eşit düzeyde oturmadı."

    Ben dedim ki:

    "Çok alçakgönüllü olduğunu görebiliyorum.

    Sizden daha ufak bir tahtta oturuyor, ancak diğerleri de yerde oturuyor!

    Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, yere bir çukur kazmalı ve orada oturmalı,
    tabii ki gerçekten alçakgönüllü ise.

    Ama bu durumda, o sadece size karşı alçakgönüllü, diğerlerine karşı ise çok kibirli."

    Gözlerinden öfke kıvılcımları çıkıyordu.

    Her ikisi de çok kızmıştı, bir süre ne diyeceklerini bilemediler.

    Ben devam ettim:

    "Alçakgönüllüğünüzü görüyorsunuz, ikiniz de kızdınız.

    Bu adam da hala yerinde oturuyor.

    Eğer o gerçekten alçakgönüllü ise, tahtına yapışmasın, aşağı insin ve hemen bir çukur kazsın.

    O zaman tabii ki yeni bir rekabet olacak.

    Diğerleri daha büyük ve derin çukurlar kazacaklar.

    En alçakgönüllü olan en derin çukura girmeye çalışacak."

    Daha sonra Hintli azize şöyle dedim:

    ''O, sadece senin ölmeni bekliyor, ölür ölmez senin yerine geçecek.

    Şu anda yarı yolda.

    içinden şöyle dua ediyor, 'Yaşlı bunak , dilerim en kısa zamanda ölürsün!'

    O zaman başka birisi ufak tahta oturacak ve böylece o, bu kişiyi alçakgönüllü olarak tanıtacak.

    Bir de şu var, eğer ufak tahtta oturan alçakgönüllü ise, sen nesin?

    Sen ondan daha yüksek bir tahtta oturuyorsun!

    Eğer mesele yüksek veya alçak yerde oturmaksa, tavandaki örümcek ne olacak?

    O daha yüce olmalı, çünkü senden daha yüksekte.

    Veya gökyüzünde uçak kuşlara ne demeli?

    Aslında siz bu yolda hiçbir şeyden vazgeçmiş değilsiniz.

    Hala yeni isimlerle eski aptallıkları taşıyorsunuz.

    Sadece isimler değişti, ama eski rüyalar hala devam ediyor, eski arzular, eski egolar hala güçlü bir şekilde sürüyor.

    Herhangi bir tapınağa gidebilirsiniz, ama aynı rekabet orada da olacaktır.''

    Not : Bu öykünün tarzı cok hosuma gitti.

    Anlatan sanki amak ı hayal deki Aynalı baba gibi geldi.

    Bu arada amak ı hayal isimli romanın tamamını pc ye indirmek veya online okumak için

    http://www.scribd.com/doc...uluk-Filibeli-Ahmed-Hilmi
    0 ...
  24. 40.
  25. Çin'de Chi Chang adında bir adam vardı ve dünyanın en iyi okçusu olmak istiyordu.

    Ona Vei Fei diye bir ustadan bahsettiler,ne var ki adam çok uzaklarda bir diyarda oturuyordu.

    Chang uzun yolculuk meşakkatlerinden sonra Fei'yi buldu.

    Fei Usta, Chang'e evvela gözlerini hiç kıpırdatmadan uzun zaman durmak gerektiğini söyledi.

    Chang evvela eşinin dokuma tezgâhı altına uzanarak gözünden birkaç milimetre ötede işleyip duran mekiklere rağmen irkilmemeyi öğrendi.

    iki yıl sonra göz adalelerine öyle hakim olmuştu ki,günün birinde küçük bir örümcek kirpiklerinin arasına ağ kurdu.

    Chang bunun üzerine piştiğine hükmederek artık ustasının yanına gitmeye karar verdi.

    Fei, çırağına "aferin" bile demedi,

    "bu daha işin başlangıcı" dedi ve ondan eşyaya bakmasını öğrenmesini istedi;

    "çok küçük olan bir şey sana küçük,küçük olan bir şey de büyük görünmeye başladığı zaman yine gel" öğüdünü verdi.

    Chang evine döndü, gözle zor farkedilen küçük bir böcek bulup, onu bir ot parçasının üzerine koyarak uzaktaki pencerenin kenarına yerleştirdi, tam üç yıl boyunca o böceğe baktı ve günün birinde o küçücük böceği bir at boyundaymış gibi görebildiğini farketti.

    Hemen ustasının yanına koştu.

    Usta Chang'in azmine şaştı, "aferin" dedi.

    Artık çok uzaktaki hedefleri bile istediği yerinden vurabiliyordu.

    Ustasının huzurunda yay çektiği koluna su dolu bir bardak yerleştirmek suretiyle yüz tane oku,yüz adım ötedeki bir ağaca ard arda fırlattı.

    Attığı her ok bir öncekinin arkasına saplanıyordu ve böylece yüzüncü ok fırlatıldığında,kendisine doğru uzanan oklardan yapılmış bir ip hâsıl oldu.

    Ustası yine "aferin" dedi.

    Chang artık çok iyiydi ama en iyi değildi.

    Ustası Vei Fei yaşadıkça en iyi olmasına imkân yoktu.

    Yeniden Fei'nin yanına yollandı ve onu uzaklardan gördüğünde yayına bir ok koyarak fırlattı.

    Ustası durumu farkedip mukabil bir okla okunu havada ikiye böldü.

    Sadaktaki bütün oklar bitinceye kadar oklaştılar ama yenişemediler.

    Neticede birbirlerini kucaklayıp barıştılar ve Fei,öğrencisine çok uzaklarda Ho dağının doruğunda yaşayan Kan Ying ustaya gitmesini söyledi.

    Ancak ondan ders alabilirse dünyanın en iyi okçusu olacaktı.

    Chang hemen yola koyuldu,aylarca yol yürüdü, Ho dağının tepesine tırmanabilmek için ayaklarını kan içinde bıraktı.

    Neticede Ying Ustayı buldu.

    Bu çok yaşlı,kamburu çıkmış,tatlı bakışlı bir ihtiyardı.

    Ona durumu anlattı ve ne kadar başarılı olduğunu göstermek için çok yükseklerden uçmakta olan göçmen kuşları sürüsüne ok fırlatarak beş tanesini düşürdü.

    Ying Usta, "demek sen hala oksuz yaysız isabet ettirmesini öğrenemedin" diye çıkıştı ve görünmeyen bir yaya görünmeyen bir ok yerleştirir gibi hareketler yaparak çok uzaklarda uçan bir akbabaya nişan aldı ve görünmeyen okunu fırlattı;akbaba hemen taş gibi yere düştü.

    Chang kendisinde neyin eksik kaldığını anlamıştı.

    Ying Usta'nın yanında dokuz yıl daha kaldı ve orada neler öğrendiğini kimse bilemedi.

    Dokuz yıl sonra dağdan indiğinde eski saldırganlığından, iddialı hallerinden ve heybetinden eser kalmamıştı.

    Eski Ustası Fei,onu görünce "tamam" dedi, "artık ben bile ustalıkta senin eline su dökemem".

    Evine dönen Chang'i ondan sonraki yıllarda hiç kimse elinde ok ve yayla görmedi;yalnızlıktan hoşlanan,evinden çıkmayan,konuşmaktan hazetmeyen sakin bir ihtiyardı artık.

    Kırk yıl böyle yaşadı.

    Kendisine niçin ok ve yaya el sürmediğini soranlara şöyle cevap veriyordu :

    ''Hareketin en yüksek kertesi,hareketsizliktir.

    Belâgatin en yüksek kertesi hiç konuşmamaktır.

    Ok atmadaki en yüksek ustalık derecesi hiç ok atmamaktır!''

    Günün birinde eski bir arkadaşını ziyarete gitmiş ve konuşma esnasında dostuna, masada duran şeyin ne olduğunu sormuştu.

    Ev sahibi evvela işi şakaya vurdu,cevap vermek istemedi ama sual üçüncü kere tekrarlanınca durumu anladı;

    "Ah usta! Gerçekten de bütün çağların en büyüğüsün sen, muhakkak.Bir yayın ne olduğunu , ne işe yaradığını unutmuşsun çünkü!"

    Yine rivayet ederler ki, bu hadiseden sonra

    ressamlar fırçalarını kaldırdıkları gibi çöplüğe attılar;

    çalgıcılar sazlarının tellerini kopardılar;

    dülgerler âletlerini çalışırken görülmesin diye köşe bucak sakladılar
    0 ...
  26. 39.
  27. Nobunaga adlı bir yüce Japon savaşçısı bir avuç askeriyle, sayıca on kat daha güçlü düşmana saldırmayı kararlaştırır.

    Kazanacağını bilir, ama askerleri kuşkuludur.

    Yolda bir köyde duraklarken, erlerine şunları söyler:

    ''şu tapinağa gireceğim. Çıkınca şu parayı atacağım; tura gelirse kazanacağız, yazı gelirse yenileceğiz. Kaderin elinde bir oyuncağız biz.''

    Nobunaga tapinağa girer, sessizce yakarır.

    Çıktığında atar parayı, tura gelir.

    Erleri vuruşmak için sabırsızlanırlar ve kolayca kazanırlar savaşı.

    ''Yazgıyı kimse değiştiremez!'' der yardımcısı savaştan sonra.

    ''Doğru dersin!'' diye yanıtlar Nobunaga, iki yanı turalı parayı göstererek.
    2 ...
  28. 38.
  29. Aç tavuk rüyasında, kendini darı ambarında görürmüş misali bizim Yoksul'a da rüyasında:

    -Ey ömrü yoksulluklar içinde geçmiş olan!.

    Kalk, komşun olan kâğıtçıda; şu şekilde, şu renkte bir kağıt var, onu bul ve kimsenin olmadığı yere giderek orada oku.

    Sakın başkalarına gösterme.

    Bir define kağıdıdır o.

    iş yayılır, ortalara düşerse bile gamlanma. Senden başka kimsecikler bir arpa tanesi bile alamaz ondan.

    Elde etmen uzarsa sakın ümitsizliğe düşme. Her an: "Allah'tan ümit kesmeyin" ayetini hatırla.

    Müjdeci bunları söyledikten sonra, elini adamın göğsüne koydu:

    -Haydi, yürü, zahmet çek!. dedi.

    Yoksul kendine gelince sevindi, içi içine sığmıyordu.

    Hemencecik kalktı, giyindi, dışarı fırladı.

    Doğru kâğıtçının yolunu tuttu.

    Dükkandan girdi, aradığının farkına varılmasın diye bir müddet başka kağıtları karıştırdı, bulacağını ümit ettiği tarafa yöneldi...

    -Aman Allah'ım!... işte o. Tüm alametler var üzerinde... şekli, rengi... hepsi tas tamam uyuyor tarife... Diye bağırmamak için zor tuttu kendini.

    Fark ettirmeden sokuşturarak bir tarafına, gizledi kağıdı ve:

    -Hayırlı pazarlar olsun usta... Diyerek ayrıldı dükkandan, kimselerin bulunmadığı bir tarafa yöneldi,

    içinden de:

    -Bu değerli kağıt onca başka kağıdın arasına nasıl girdi?.. Meşk kağıtlarının arasında, hazine tarifi.

    Allah Allah!... Nasıl olur da her şeyin koruyucusu Allah, birilerinin bir şeyler aşırmasına müsaade eder?

    Bütün ovalar altınla, gümüşle dolu olsa, Allah istemedikçe ondan bir arpa tanesi dahi alamazsın..

    Yüzlerce kitap okusan; Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz,

    Amma...

    Allah'a kulluk edersen; bir kitap bile okumadan ağzından öyle inciler dökülür ki sen de şaşırır kalırsın da; "bunlar benden mi çıktı?" Diye ,kendinden geçersin.

    Şimdi iyiden iyiye inanıyorum ki; gördüğüm rüyadaki kişi erenlerden.. Yoksa eliyle koymuş gibi bilebilir miydi yerini?.

    Etrafına bakındı, kimselerin olmadığına kanaat getirince, sakladığı yerden çıkardı kağıdı, başladı incelemeye, okumaya:

    -"Bil ki; şehrin dışında mezar olan filanca kubbe var ya... Hani arkası şehre, kapısı Ferkad yıldızına (Kuzey kutbuna yakın olan iki parlak yıldız)karşı... Türbeye arkanı dön, yüzünü kıbleye çevir, sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi, yaydan oku attın mı, okun düştüğü yeri kaz."

    Yoksul bir yay buldu, oku koydu, bütün gücü ile çekerek gerdi yayı ve boşluğu bıraktı oku. Düştüğü yeri kazmaya başladı sevinerek.

    Kazdı kazdı. Nafile, bir şeycikler yok. Kolunda kuvvet, kazma-kürekte ağız kalmadı. Gizli defineden bir
    eser yok. Böylece her gün ok atmaya, düştüğü yeri kazmaya başladı. Yok, bir türlü bulamıyor, lakin ümidini de hiç kaybetmiyor, devam ediyor kazmaya.

    Daima orayı burayı kazdığından şehirde de dedi kodu yayılmaya başlamış, fırsatçılar durumu padişaha haber vermişti. "Filan Yoksul bir define kağıdı bulmuş, her tarafı kazıp duruyor" diye.

    Zaptiyeler söylenen yerde buldular, karga tulumba alıp getirdiler Padişahın huzuruna:

    -Bre densiz; benim memleketimde, benden gizli hazine ararmışsın, doğru mudur? Diye gürledi Padişah.

    Yoksul; yoksul ama, akılsız değil ya.. Durumun vahametini fark etti, yalan söylerse merhametsiz Padişahın derisini bile yüzdüreceğini anladı, saklamadan rüyasından başlayarak tüm olan bitenleri bir bir anlattı, defineyi tarif eden kağıdı da koydu Padişahın önüne.

    -Hadsiz hesapsız zahmetlere girdim, defineden bir habbe bile meydana çıkmadı, yorgunluğum, açlığım, uykusuzluğum da yanıma kaldı. Ey kaleler fethetmiş Padişahım, belki senin bahtın yaver olur da bulursun defineyi... dedi.

    Padişah da altı ay, belki daha fazla ok attı, kazdırdı durdu. Nerede katı bir yay duysa hemen getirtip onunla deniyor.

    Lakin nafile. Eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define adeta "Anka"ya benziyordu.

    ismi var, cismi yok. Her taraf kazılmış, kuyularla dolmuştu etraf.

    Günün birinde Padişah Yoksul'u çağırttı, define kağıdını önüne atıp:

    -Bu işi olanın yapacağı bir şey değil. Senin işin yok. Bu iş sana daha layık! Bulursan ne âla, helalı hoş olsun, bulamazsan kazar durursun... dedi.

    Kağıdı alan Yoksul; düşmanların, hasetçilerin fitnelerinden emin oldu, hemen kazmayı küreği omuzlayıp sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı..

    Bulduğu her sert yayı alarak denemeler yaptı, kazdı durdu. Görenler, padişahın izin verdiğini bildiklerinden ses çıkarmazlar ama haset etmekten de geri durmazlar.

    Günler günleri, günler ayları kovaladı.

    Yoksul'un bir yerleri kazması günlük hayatlarında en alıştıkları, tabii bir parça oluverdi. Kanıksandı.

    Yoksul aç, açık, çıplak, perişan bir halde macerasının, aşkının, sevdasının peşinden ayrılmadı aylar boyu.

    Vefasızlık etmedi sevdasına, usanmadı da. Ama sonuç da yok.

    Serap misali; tam kavuştum derken, yine boş hayal, havayı döven eller.

    Nihayet gözler yorgun, beden yorgun, umutların kırıntıları da tükenmekte iken:

    "Neden yardım istemiyorum?. O isteyin vereyim, dua edin kabul edeyim demiyor mu?. "Diye düşündü, açtı gönlünü, gönlünün ellerini:

    -Ey sırları bilen!. Bu define için ömrümü ziyan ettim!. Hırs şeytanı acele ettirdi bana, tedbir alamadım, akıllı davranamadım!. Düğümü; bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim!.

    Ya Rabbi!.. Bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!. Duada da hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum: Hüner nerede, ben neredeyim?. Doğru bir gönül nerede?. Bunların hepsi de senin aksin, hepsi de sensin....

    Duaları geceler boyu, günlerce sürdü. Allah'tan ilham geldi, çözüldü müşkülleri.

    -Yaya bir ok koy at, dendi.

    Yayın zıhını adamakıllı çek mi dendi?.

    Yaya bir ok koy at dedi, ta kulağına kadar çek demedi.

    Sen, ukalalığından yayı çekmeye, okçuluk hünerini göstermeye çalıştın.

    Şah damarından daha yakındır O sana.

    Halbuki sen ok gibi düşüncelerini uzaklara atmadasın.

    Av yakında sen uzağa düşmüşsün.

    Kim daha uzağa ok atarsa, daha uzaktadır.

    Sen okçuluğunu perde yaptın kendine, halbuki isteğin koynunda idi...

    Mesnevi-Cilt:6-Sayfa:152
    1 ...
  30. 37.
  31. bir zamanlar köyün birine bir adam gelmis ve tanesi 10$dan maymun alacagini soylemis.

    köyde cok maymun oldugu icin köyluler sevincle ormana kosup maymunlari yakalamaya baslamislar.

    adam,binlerce maymunu 10$ dan satin alinca ortalikta maymunlar azalmis, yakalamasi zorlasmis.

    koyluler tam maymun yakalamak tan vazgececekken adam tanesine 20$ verecegini soylemis.

    tekrar heveslenen koyluler tekrar maymunlari yakalamaya baslamislar.

    bir sure sonra da fiyati 25$a cikarmis.

    ancak birak yakalamayi ,maymuna rastlamak bile cok zorlasmis.

    bunun uzerine adam fiyati 50$ a cikardigini,ancak kendisinin isi oldugu icin sehre gitmesi gerektigini,yardimcisinin onun yerine alim yapacagini soylemis.

    o yokken yardimcisi koylulere demis ki; su buyuk kafesteki maymunlar var ya ben onlarin tamamini size tanesi 35$ dan satayim,siz de adam gelince ona 50$ dan satarsiniz.

    koyluler butun birikimlerini bir araya toplayarak butun maymunlari satin almislar.

    sonra ne adami ne de yardimcisini bir daha goren olmamis.
    1 ...
  32. 36.
  33. Bir zamanlar şampiyon bir dövüş horozuna sahip olmak isteyen bir kral vardı.

    Adamlarından birine horozu icin en iyi egitimciyi bulmasını ve horozun en iyi sekilde eğitilmesini emretti.

    Bulunan eğitici horoza bütün dövüş tekniklerini öğretmeye başladı ve on gün sonra kral sordu:

    "Bu horozu dövüşe sokabilir miyim?"

    ''Kesinlikle hayır'' dedi eğitici.

    ''Yeterince güçlü ama sürekli dövüşmek istiyor güç tek başına yeterli değil. ''

    Bunun üzerine kral on gün daha bekleyip daha sonra tekrar sorusunu yineler.

    Ama eğitici yine ''hayır'' yanıtını verir.

    ''Hala çok vahşi sürekli dövüşmek istiyor.'' diye ekler.

    Sonunda on gün daha bekledikten sonra kral tekrar sorar artık dövüşebilir mi diye.

    Evet artık öfkeye kapılmıyor duruşu sağlam ve gücü yerinde ona dışarıdan baksanız gücünü ve enerjisini göremezsiniz bile gayet sakin ve hazır.

    Dövüş horozu sakin bir horoz haline gelmişti.

    teknik eğitimin çok ötesine geçmiş muazzam bir enerjisi vardı.

    Ama hepsini içinde saklıyordu.

    Bu şekilde diğer güç kendi içinde toplanmış oluyor diğerleri onun sakin özgüveni ve gösterilmeyen gücü karşısında boyun eğmekten başka bir şey yapmıyorlardı.

    Gerçeğin yolu kavgadan geçmez.

    Onun yolu yaşamın ve ölümün yenilginin ve zaferin çok ötesinde bir yerlerdedir.

    Kılıcın asıl sırrı onu kınından hiç çekmemektir.
    0 ...
  34. 35.
  35. Khalil Gibran'dan...

    Babamın bahçesinde iki kafes var.

    Birisinde, babamın kölelerinin Niniv çölünden getirmiş oldukları bir aslan; diğerinde ise sessiz bir serçecik var.

    Her sabah, gün ağarırken serçe, aslana yönelir:

    "iyi günler mahpus kardeş!"
    1 ...
  36. 34.
  37. Buda bir köyden geçiyordu ve insanlar gelip onu aşağılayarak en söylenmeyecek şeyleri söylediler.

    Buda durdu, sessizce, dikkatle dinledi ve

    'Bana geldiğiniz için teşekkür ederim, ama acelem var bir sonraki köye gitmem gerekiyor, bugün size zaman ayıramayacağım.

    Fakat yarın daha fazla zamanım olacak.

    Söylemek isteyip de söyleyemediğiniz bir şeyler kaldıysa Sizi yarın dinleyebilirim. Beni bugün için mazur görün' dedi.

    insanlar inanamamışlardı.

    Bu adam tüm söyledikleri ağza alınmayacak şeylere bir tepki vermeden, sadece dinlemiş, cevap bile vermemişti.

    "Bizi duymadın mı? Senin bunlara verecek cevabın yok mu?" diye sordular.

    Buda dedi ki:

    'Bir yanıt istiyorsan geç kalmış durumdasın.
    On yıl önce gelseydin seni yanıtlayabilirdim.
    Ama on yıldır başkaları tarafından yönlendirilmeye son verdim.
    Artık köle değil, kendimin efendisiyim,
    kendime göre davranıyorum, başkasına göre değil.
    Beni bir şey yapmağa zorlayamazsın.
    Sen yapmak istediğini yaptın, kendini tatmin olmuş hissedebilirsin,
    ama benim açımdan baktığında ben bunların hiçbirini üzerime almıyorum
    ve almadığım içinde bir anlamları yok.'

    Buda devam etti.

    ''Birisi yanan bir meşaleyi nehre atabilir,
    nehre ulaşana kadar meşale yanık kalır,
    nehre düştüğü anda ateş söner, nehir onu söndürür.
    Ben nehir oldum.

    Bana küfür edersiniz onlar ateştir,
    bana ulaştıkları anda benim serinliğim içinde ateş kaybolur,
    artık acıtmazlar...''
    0 ...
  38. 33.
  39. Mevlana'dan...

    Adamın biri görmüş sırtına dövme yaptırmışları, heveslenmiş, aslan dövmesi yaptırmağa gitmiş...

    -Bana da, demiş, aslan dövmesi yap!..

    -Peki, demiş dövmeci; benim mesleğim dövme yapmaktır... Gel, otur dövmeyi yapayım...

    Dövmeci başlamış iğneyi batırmağa...

    -Ayy! Ayy! diye başlamış bağırmağa adam...

    -Ne yapıyorsun arkadaş; canım çok yanıyor!..

    -Aslanın yelesini yapıyorum" demiş.

    -Aman, demiş, yelesini yapma, başka yerini yap!..

    Dövmeci başlamış bu sefer sırtının başka yerlerine iğneleri batırmağa...

    Adam gene bağırmağa başlamış:

    -Aman, dur! Yapma, çok acıyor, neresini yapıyorsun?

    -Aslanın pençesini yapıyorum...

    -Aman pençesini de bırak, başka yerini yap!.

    Dövmeci gene başlamış iğneleri batırmaya...

    Bu defa gene bağırmış adam:

    - Yine neresini yapıyorsun aslanın?.. demiş.

    -Kuyruğunu!..

    "Ben vazgeçtim kardeşim, katlanamam bu aslanın acısına!.." demiş

    "Aslandan da vazgeçtim, dövmesinde de..." çekmiş gitmiş!.

    Şimdi o hesap, "tasavvuf" dövmesinin lafı edilir, sohbetleri yapılır da; iğneler batmaya başladı mı, kaç kisi dövmecide kalır, o meçhuldür!..
    1 ...
  40. 32.
  41. Ustasının yanına gelen ögrenci yakınıyormuş:

    -Bize öyküler anlatıyorsun ama anlamlarını açmıyorsun...

    Usta cevap vermiş:

    -Biri sana meyveyi çiğneyerek ikram etse hoşuna gider miydi?...
    0 ...
  42. 31.
  43. Göçmen Kuş Ve Serçe

    ihanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
    Sadakatin adı ise; bir serçeye

    Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
    Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber

    Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
    Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.

    Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
    Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler

    Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
    Ayrılmayacağız diye.

    Ama kış gelmiş,
    Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,

    Serçe ise her zamanki gibi sadık
    Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.

    Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
    Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.

    O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
    Gel demiş serçeye benle beraber

    Başka bir bahara uçalım.
    Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı

    Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,
    Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz

    Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
    Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.

    Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
    Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye

    Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
    Uçacakmış yeni bir bahara

    Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
    Ama serçe zayıfmış,
    onun kanatları uzun uçuşlar için değil.

    Dayanamayacakmış bu yola
    Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş

    Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
    Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara

    Bir fırtına yaklaşıyormuş.
    Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış

    Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
    Göçmene duralım demiş artık.

    Biraz dinlenelim
    Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.

    Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
    Ama göçmen yürü demiş serçeye
    birazdan okyanuslara varacağız

    Serçe sevgisine uymuş ve
    peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
    Birazdan varmışlar okyanusa

    Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
    Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları

    Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
    Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi

    Serçe artık dayanamıyormuş,
    Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene

    Artık gidemiyorum... Göçmen serçeye bakmış,
    Bakmış ve devam etmiş...

    Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
    Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...

    Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT...
    Yeni bir baharın koynunda koca bir iHANET...
    2 ...
  44. 30.
  45. Mevlana'dan...

    Bir gün bir aslan, bir kurt ve bir tilki birlikte avlanmak üzere sözleşerek dağlarda dolaşmaya başladılar.

    Birbirlerine yardım edecek böylece bol bol av hayvanı yakalayacaklardı.

    Gerçi bu iş aslanın ağrına gidiyor, onlarla avlanmaktan utanıyordu lakin sabrediyordu.

    Üçü birden dolaşarak uzun süre avlandılar, derken bir yaban öküzü , bir dağ keçisi bir de semiz tavşan avladılar.

    Dolaşarak bir su başına geldiler, uzun süre dolaşmış yorulmuşlardı.

    Oturdular.

    Aslan :

    - "Ey kurt bu avladığımız hayvanları adaletli bir şekilde paylaştır, adaleti yeniden ihya et." dedi.

    Kurt kalktı kendinden son derece emin adımlarla yürüdü: Yaban öküzünü aldı aslanın önüne bıraktı :

    - "Efendimiz, dedi. Siz bizim efendimizsiniz ayrıca yaban öküzü de büyük ve iri siz de; onun için yaban öküzü sizin hakkınız.

    Keçi orta boyda ve orta irilikte onun için o da bana düşer onu da ben alıyorum.

    En küçüğümüz tilki olduğuna göre tavşan da onun hakkıdır." dedi.

    Bu paylaştırma karşısında aslan kızarak kükredi.

    - "Ey kurt ben iyice anlamadım bir daha söyle bakayım, ne dedin? Ey kendini bilmez eşek yaklaş bakalım." dedi ve bir pençe vurarak kurdu parçaladı.

    Tilkiye döndü.

    - "Ey tilki bu avları sen adaletli bir şekilde paylaştır." dedi.

    Tilki önce aslanın önünde secde etti; sonra :

    - "Bu semiz öküz siz efendimizin kuşluk yemeği bunu kuşluk vakti yersiniz.

    Keçi, siz büyük kralımızın öğle yemeği için güzel bir yahni olur, onu da öğle vakti yersiniz.

    Tavşana gelince; o da size akşam yemeği olur onu akşam afiyetle yersiniz." dedi.

    Aslan sevinerek haykırdı :

    - "Ey tilki çok adil davrandın çok güzel bir şekilde pay etme işini hallettin.

    söyle bakalım böylesine güzel payetmeyi kimden öğrendin?" dedi.

    Tilki fark ettirmeden her ihtimale karşı birkaç adım uzaklaştı sonra kurnaz kurnaz gülerek cevap verdi.

    - "Kurdun başına gelenlerden" dedi.
    2 ...
  46. 29.
  47. Bir padişah bir şeyhe bir gün:

    - "Benden bir şey dile." dedi.

    Şeyh cevap verdi.

    - "Ey padişah bana bunu söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel de öyle konuş. Benim iki kölem var, onlar çok basit oldukları halde her gün sana hükmederler, emrederler?" dedi.

    Padişah bundan dolayı kızdı.

    - "Ey Şeyh bu sözün hatalı bir söz, kim bana emredebilir, o dediğin kişiler kimlerdir, söyle!" dedi.

    Şeyh gülerek cevap verdi:

    - "Sana emreden kölelerimden biri kızgınlık, diğeri şehvettir."
    0 ...
  48. 28.
  49. Merkez Efendi Sünbül Efendi'nin yanında ders almayaya başladıktan sonra Gerek zekâsı gerekse ihlas ve samimiyeti hocası tarafından fark edilir.

    Dolayısıyla hocasının sık sık iltifatlarına muhatap olur.

    Ancak yaşı diğer talebelere göre oldukça küçüktür.

    Kıdemli talebeler onu kıskanmaya başlar.

    Bu durum Sümbül Efendi tarafından sezilir.

    Fazla bir zaman geçmeden hoca, öğrencilerini imtihan edeceğini söyler ve bir zaman belirler.

    Tespit edilen zaman gelince de imtihanı başlatır.
    imtihan bütün öğrencilerin huzurunda yapılacaktır ve tek bir soru vardır.

    Hoca en baştaki kıdemli talebesine dönerek:

    ''Söyle bakalım Allah'ın kudreti senden izhar olsaydı neleri değiştirdin ?'' der.

    Öğrenci, ''Haşa efendim! Benim ne haddime'' derse de hoca ısrarla ''Bir an böyle olduğunu düşün.'' diye ısrar eder.

    Bunun üzerine öğrenci:

    '' Yeryüzünde herkesi iman sahibi yapar, bir tane bile kafir bırakmazdım'' der

    Hoca '' Maşallah'' der.

    Bir digeri..

    '' ben, Yeryüzünde haram olan herşeyi kaldırırdım ki, kimse gunah isleyemesin...''

    Ve bu şekilde diğer öğrencilerde yanlış gordukleri seyleri degistirirler...

    Sıra genç Musa'ya gelmiştir.

    Sünbül Efendi :

    ''Söyle bakalım Musa, sen hangi değişiklikleri yapardın?'' der.

    Genç Musa, şöyle cevaplar soruyu:

    '' Her şey yerli yerinde, o kadar güzel ki... ben hiçbir değişiklik yapmazdım, Her şeyi merkezinde bırakırdım.'' der.

    Bu cevap hocasının çok hoşuna gider.

    Kıskanan talebelerine bir bakar ve genç Musa'ya dönerek

    ''Doğru söyledin Musa! Rabbimiz hesapsız, düzensiz hiçbir şey yaratmamıştır.'' der ve ilave eder:

    ''Bundan böyle senin adın 'MERKEZ EFENDi' olsun.''

    Bundan sonra genç Musa, ''Merkez Efendi'' diye anılır.

    (bkz: merkez efendi)
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük