organ dışındaki anlamına dair, en az iki farklı dilin birbirine değmesiyle eyleme giren dillerin, birbirinden çok şey öğreneceğine dair garip rivayetler vardır. bunu henüz deneme fırsatım olmadı. ölmeden önce yapılacaklar listeme ekledim, bekliyorum.
Dil ile ilgili bir inanışta şöyle; Babil Kulesi'nin adı, pek çok efsanede ve kutsal kitaplarda geçer.
Yeryüzündeki ulusların ve onların konuşmakta olduğu binlerce dilin nasıl ortaya çıktığıyla ilgili bir inanış unsurudur. insanlar, Tanrıya ulaşmak ve ona daha yakın olabilmek için, uyum içerisinde ve büyük bir istekle göğe yükselen bir kule inşa etmeye girişmişlerdir.
Kule, çok geçmeden yükselmeye başlamış ve bunu gören Tanrı, kuleyi inşa eden her insana ayrı bir dil vermiş, onları dünyanın dört bir tarafına savurmuştur. insanlar birbirleriyle anlaşamadıkları için kulenin yapımı da durmuş ve dünya üzerinde çok sayıda ulus ve bu uluslara ait binlerce dil türemiştir.
Peki ilk diller nasıl konuşuluyordu? Bugün unutulmuş ve yaşamayan ulusların, eskiden nasıl konuştuklarına ait tarihçiler bir çalışma yapmış. Aşağıdaki linke mutlaka bir göz atın-ya da kulak verin- derim;
berâberinde bir düşünce yapısı ve bir düşünce dünyâsına getiren, kültürün taşıyıcı ve kültürel belleğin ve kültürel birikimin en zengin dışavurumu. dil, kültür ve millîyet arasında derin bir bağ sözkonusudur. merâklılarına: http://www.yeraltiavrasya...an-ve-can-kelimeleri.html
ürünleri sembolik olan bir anlatım aracıdır. yapısı gereği anlamları ortak uzlaşı ürününe çevirerek kişisel anlamı köreltir. Anlayacak olan kişi anlatılanı kendi anlamlarına uydurur ve Anlam veren, anlatan kişinin anlamları da bizim yorumlarımıza bağlıdır.
hülasa; üstad Mevlana Celaleddin-i Rûmî bu konuda çok güzel özetlemiştir; “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.”
Dil, onu konuşan toplumların düşünce deneyimleridir de. Yalnızca nesnelere, olgulara değil, bunlardan doğan ya da bunların ilişkisinden tezahür eden veya doğrudan düşünceye ilişkindir de. Kelimeler, işaret ettiği varsayılan şeyleri o insanların nasıl anladıklarını da gösterir. Örneğin; doğru kelimesi üzerine yapılan etimolojik incelemeler toplumların doğru kavramından ne anladıklarını da ortaya koyar.
Eğer bu kelime, doğru kelimesinden ilerlersek doğru kelimesine Türklerin eski Yunan kadar farklı baktığını görebiliriz. Doğru yaygın olarak gerçeğe uyan şeklinde ifade edilir ama bu oldukça muallel ve müphemdir. Zira burada doğru tamamen bilgi bağlamında tanımlanmıştır, epistemolojik bir tanımdır. Fakat doğru, tutarlı ve gerçeğe uygundan başka, ontolojik bağlamda başka bir anlam ifade eder mi? Bu dil ile ilgili olduğundan daha fazla felsefi bir sorudur, Sorulmalıdır da. Zira doğruluk zaten bir çıkarsama olan bir şeyin doğruluğu olduğunda çok eksik kalacaktır.
Türkçede toğmak eylemi bugün doğmak halindedir. Doğru ise toğuru olarak, doğurudur şeklindedir. Yani doğru, ortaya çıkan demektir. (bunu başka başlıklarda uzun uzun yazdım)
Görüldüğü üzere dil, o toplumun bir şeye nasıl baktığını ondan ne anladığını da gösterir. Ama bu, dilin göstergelerinin gösterileni gösterdiği anlamına gelmez.
Bundan ziyade dilin düşünce ile başka türden bir ilişkisi vardır ki aslında hepimizin bir anlamda farkında olduğu ama üzerinde durmadığı ilişkidir bu.
Biz dil ile mi düşünürüz? Aslında bu soruyu çok küçük yaşlardan beri farklı farklı formlarda sorarım. Son zamanlarda kendimce verdiğim bir cevabı da var:
insan, bir şeyi istemli olarak düşündüğünde düşünürken dili kullanıyor. Örneğin; sizden premsesi düşünmenizi istersem, -bunu bilerek ve isteyerek yaptığınızdan- Premsesi düşünürken tıpkı onu anlatır gibi dili kullanırsınız.
Peki bu insanın dil ile düşündüğü anlamına mı gelir? Katiyen değil. Zira insan yalnızca istemli bir biçimde düşünmez. Bundan ziyade onun bir de istemsiz düşünmesi vardır: buna bir şeye dalmak, durup dururken akla gelen bir şeyi onu düşünmeyi tasarlamadan düşünmek deriz. Bu biraz lacan ve bilinç-dışı ile de ilgili.
Bilinçli olarak düşünürken sanki her zaman onu anlatılacak formda hazır tutmaya çalışır gibi düşünürüz. Yani aslında bir anlamda kendimize sessiz bir şekilde düşünerek anlatırız.
Ne var ki bilinçsizce düşünürken dil dışarıda kalır. Öylece bir yere dalarız ve bir şeyler düşünmeye başlarız. Daldığımızı ve düşündüğümüzü ancak o dalma hali bittikten sonra fark ederiz. Ve daha dikkatli bakarsak o dalgınlık halindeki düşüncelerimizin hiçbiri dil ile şekillenmemiştir.
Dolayısıyla dil, istemli bir şekilde düşündüğümüzde düşüncemizin potansiyel formu olur ama istemsizce düşünmede devre dışı kalacaktır.
Dil, suya biçim veren bir kap gibi, düşünceyi biçimlendirir, somutlaştırarak dışarıya aksettirir.
Hatta son yapılan araştırmalar, dilin düşüncenin sadece basit bir kabı olmadığı, dil ile düşüncenin aynı şey olduğu, dilin düşünceyi ürettiği, dil olmadan insanın düşünemeyeceğini göstermektedir. Bu yüzden diğer canlılar arasında dil (sembol) kullanan insanların ayrıcalıklı bir yeri olduğu söylenebilir. insanı hayvandan ayıran en önemli fark da diyebiliriz. Bu açıdan baktığımızda dil insanı özgürleştirir. insanı insan yapar.
Dil sadece somut, yalın, tekil bir olgular dünyasını değil, insanın toplu halde yaşamasından yani toplum olmasından dolayı ortaya çıkan değerlerin (tarih, din, kültür, hukuk…) taşıyıcılığını da üstlenir. Ama bu iş sadece taşıyıcılık değil, aynı zamanda toplumu (kültürel – simgesel alanı) inşa eden, bireyi baştan aşağı sarıp sarmalayan, onun zihin dünyasını şekillendiren, dünyaya bakışını değiştiren kısacası kaderini etkileyen bir olgudur.