okuyan herkesin başımıza bozkırkurdu kesildiği, yer yer sıkan ama kısa olduğu için pes ettirmeyen, thomas mann'ın -Ulysses kadar iyi bir roman' dediği (benzer bir söylem olarak; adolf hitler kadar hümanist) hesse kitabı.
Huzurun ne olduğunu bilmeyen yalnız kurtlar,
büyük felaketlerle karşılaştıkları halde bitip tükenmeyen acılar çeken bu kurbanlar,
boşluğun çağrısını bilmelerine rağmen bir türlü yıldızlı göğü delip geçemeyenler,
geçseler dahi onun havasında boğulacaklarını bilenler,
eğer ruhları yeterince kuvvetlenmemiş ve esnekleşmemişse; mizah yoluyla bir uzlaşma, bir kaçış bulurlardı..
sanıırım bayağı sabır gerektiren bir kitap. normalde sayfaları hızlı hızlı geçerken burada kelimeleri zar zor geçiyorum. ve anlamıyorsun. umarım bittiğinde bir işe yarar. schpenhauer gibi olmaz.
kitap bittikten sonra gelen güncellemecik: kitabın anlaşılmayan kısmı 20 ile 60 sayfa arasıdır. bozkırkudu'nun tanımlamasının felsefe olarak tanımlandığı aralık. ondan sonra ise tam bir başka oluyor kitap. aslında çevrenizde hatta kendinizde gördüğünüz çoğu şeyi görebilirsiniz. mesela insanların kişiliklerini.
benim en çok dikkatimi çeken ise özellikle abd ve rusya'da yapılan deneylerin sonuçları. aslında o deneylerin sonuçlarını bu kitabı okuduktan sonra çok rahat bir şekilde anlıyabilirsunuz. daha doğrusu bu deneylerde insanların nasıl farklı kişilikler olduğunu ve deneylerin neden böyle sonuçlandıklarını. hepsinin tek bir cevabı var; insanların belki 10 belki 100 belki de 1000 kişilikten oluşması. hangi baskı veya durumlar altında kalırsanız sizin o kişiliğiniz ortaya çıkıyor. aslında biz sadece görününden ibaret değiliz. ve bunu hesse çok iyi bir şekilde görmüş.
bir herman hesse romanı.
bu kitabı yıllar önce okumuştum. hiçbir şey anlamamıştım. bir kitabı hiçbir şey anlamadan bitirmiş olduğumu olur olmaz zamanlarda hatırlıyorum. biraz dokunuyor doğrusu. kafam neredeydi acaba ? kafam yoktu belki de. o zamanlar küçüktüm kafam çıkmamıştı daha.
(bkz: kafasızlık)
kurt olmakla ilgili ne varsa kahramanımız harry haller'in üzerine tükürdüğünü söyleyebilirim. "tükürmek" ifadesi biraz ağır gelmiş olsa da bunu romanı okuyunca göreceksiniz.
Ha unutmadan bir sevgilimiz de var romanda.
ah hermine...
Çam terebentin kokan hermann hesse romanı. Yıllar önce küçük kafasız bir çocukken okumuştum anlamamıştım. Şimdi tekrar okumam gerekti. Bir cümle yazayım şuraya: -en uzun cümlesi değil tabii ki asla öyle bi şey gelmesin kimsenin aklına-
"bir atılımda bulunarak yıldızların mekanına ayak atma gücünden yoksun, kendilerini katıksız bağımsızlıkla yaşamak için yaratılmış hisseden, ama yaşama gücünü gösteremeyerek sürekli ve korkunç acılar içinde kıvranan, tedirgin bozkırkurtları, usları çilelerde güçlenip esneklik kazanır kazanmaz uzlaşmacı bir çıkış yolu olarak mizahı bulurlar karşılarında."
''yalnızlık bağımsızlıktır, yalnızlığı arzulamış, uzun yıllar içinde onu ele geçirmiştim. soğuktu bu yalnızlık, orası öyle, ama sessizdi, yıldızların içinde dolanıp durduğu uzay gibi harikulade sessiz ve büyük.''
iki zıt ruhun bir beden içinde olmasını anlatan Hermann Hesse kitabı.
Şuan 47 yaşındayım ve 50. Yaş günümde intihar edeceğim ve 3 yıl sonra intihar edeceğimi bilmek yaşayacağım kötü günleri daha kolay atlatmamı sağlayabilir. insanoğlunun dayanma gücünün farkına varabilir.
Not: aklımda kalan kısmıdır. Kelime kelime aynısı değildir.
Ne bir tiyatroda ne de bir sinemada uzun süre oturmaya katlanabiliyorum; elime bir gazete ya da çağdaş bir kitap alıp okuduğum seyrek oluyor. Tıklım tıklım trenler ve otellerde, bunaltıcı ve sırnaşık bir müziğin çaldığı hınca hınç kafeteryalarda, zarif ve lüks kentlerin barları ve varyetelerinde, dünyayı gezen sergilerde, geçit törenlerinde, bilgiye susamış kimseler için düzenlenen konferanslarda ve kocamana stadlarda insanların aradığı nasıl bir haz, nasıl bir neşedir aklım almıyor bir türlü. istesem ulaşabileceğim, benim dışımda binlerce kişinin ele geçirmek için itişip kakıştığı, uğraşıp didindiği bu neşe ve sevinçleri anlamam ve paylaşmam olanaksız. Öte yandan, benim o şenlikli saatlerimde yaşadıklarımı, benim için haz, yaşantı, cazibe ve huşu sayılan şeyleri dünya bilemedin sanat yapılarından tanıyor, sanat yapıtlarında arayıp seviyor onları. Yaşamın içinde ise hepsini kaçıkça buluyor. Ve doğrusu dünya haklıysa, kafeteryalardaki bu müzik, bu kitlesel eğlenmeler, az şeyle yetinen bu Amerikalılaşmış bu insanlar haklıysalar, o zaman ben haksızım demektir, o zaman kaçık biriyim ben, o zaman sık sık kendime verdiğim isimle bir bozkırkurduyum, yolunu şaşırıp yabancı ve anlaşılmaz bir dünyada gözünü açan bir hayvanım, eski vatanının havası ve yiyeceği elinden çıkıp gitmiş bir hayvan.
romanda bozkırkurdu-medeni insan ikiliği çerçevesinden faydalanan hermann hesse aslında freudyen id, ego ve süperego tabirlerini gizli olarak işlemektedir. insan içinde birçok insan taşır ve gerçek mutluluğa ancak bu çoklu insanların hint felsefesinin dediği gibi bir olduğu zaman erişilebilir.
--spoiler--
insanı geriye götürecek bir yol yoktur asla...
kurda, çocuğa götürecek bir yol yoktur.
nesnelerin başlangıç noktasında ne suçsuzluk yer alır, ne saflık; görünürde en ilkeli de olsa tüm yaratıklar daha yaratıldığı anda suçludur, kendi içinde çelişkilidir, pek çok parçaya bölünmüş durumdadır, oluşum sürecinin kirli ırmağına kaldırılıp atılmıştır, bundan böyle asla ama asla suyun akışına ters yönde yüzemez.
yol gerisingeri suçsuzluğa, yaratılmamışlığa, tanrıya değil, ileriye götürür insanı, kurtluğa ya da çocukluğa değil, boyuna suçtan içerilere, boyuna insanlaşmanın daha derinliklerine taşır.
canına kıyman sana da, zavallı bozkırkurdu, pek yarar sağlamayacaktır; insan olmanın daha uzun, daha eziyetli ve çetin yolunu çaresiz yürüyeceksin, ikilikte kalmayıp onu sık sık çoğaltmaya çalışacak, karmaşıklığını daha da büyüteceksin.
dünyanın sınırlarını daraltacak, ruhuna basitleştirecekken, belki günün birinde huzura kavuşabilmek için gittikçe daha çok dünyayı, hatta sonunda dünyanın tümünü, kapsamı genişletilmiş ruhuna acıyla aktarmaktan yakanı kurtaramayacaksın.
buda nın yürüdüğü yoldur bu;
her büyük insan, bazen bilerek, bazen bilmeyerek, cesur girişimlerinin başarısı oranında bu yolda yürüdü.
her doğuş, evrenden bir ayrılış demektir;
belli sınırlarla çevrilmek, tanrıdan kopup ayrılmak, acılı bir yeniden oluşum demektir.
evrene gerisingeri dönüş, acılarla dolu bireyselleşmenin yok edilmesi, tanrılaşmak demek, evreni yeniden kapsamına alacak gibi ruhun sınırlarını genişletmek demektir.
--spoiler--
günden güne daha derine batarak, nefes almaktan gittikçe daha çok nefret ederek yaşamanın, yaşamın ta kendisi olduğunu öğrenmek bir daha öldürdü bizleri.
(...)
insanlığın her zaman varlığını sürdüren bir durumu olarak “burjuvalık”, bir denge sağlama, insan davranışındaki sayısız aşırı uçlar ve karşıt çiftler arasında dengeli bir orta yolu ele geçirme çabasından başka şey değildir. Bu karşıt çiftlerden birini, örneğin bir ermişle zevkperest bir kişiyi ele alırsak, benzetimiz daha iyi anlaşılacaktır. insan, kendini tümüyle manevi değerlere, Tanrıya yaklaşma çabasına, ermişlik idealine adama olanağına sahiptir. Bunun tersine, kendini tümüyle içgüdüsel yaşama, duygularının isteklerine teslim edip çabasını anlık bazların kazanımına yöneltme olanağıyla da donatılmıştır. Birinci yol ermişliğe, manevi şehitliğe, Tanrı uğruna kendini feda etmeye; ikinci yol ise zevkperestliğe, içgüdüler uğruna canını vermeye, çürüyüp kokuşmalar uğruna kendini gözden çıkarmaya götürür kişiyi. işte orta sınıf insanı bu ikisi arasındaki ılıman iklimde yaşamaya çalışır. Asla kendini gözden çıkarmaz, ne çilekeşliğe ne de zevkperestliğe adar kendini, asla canını vermeye kalkmaz, asla yok olmayı istemez. Tersine, onun ideali nefsinden el çekmek değil, ben’ini ayakta tutmaktır, ne ermişlik ne de onun karşıtı uğrunda çaba harcar. Kayıtsız şartsız taraf tutmak onun katlanamayacağı şeydir, Tanrıya olduğu gibi zevkperestliğe de kulluk etmek ister, erdemli olmaya çalışır, öte yandan bu yeryüzünde biraz da adam gibi rahat yaşamaya bakar. Kısacası, aşırı uçlar ortasında, şiddetli rüzgârlardan, fırtınalardan korunmuş, sağlığına yararlı ılıman bir bölgede yerleşmeye uğraşır. Bunun üstesinden gelirse de, kayıtsız şartsızlığa ve aşırılığa yönelik bir hayatın sağlayacağı yaşam ve duygu yoğunluğundan da el çekmek zorunda kalır. Hayatı yoğun olarak yaşayabilmenin tek yolu, faturayı ben’e ödetmektir. Orta sınıftan biri için kendi ben’inden, kuşkusuz yeterince gelişmeyip güdük kalmış bu ben’den değerli bir şey yoktur...
20.yy ın en önemli nobel ödüllü yazarlarından hermann hesse nin insanoğlunun en iyi tasvir edildiği baş yapıtıdır.
tılsımlı tiyatro'da kendimi film sahnesinde hissettiğim kitap. ilerde bir film çekmek istersem ilk çekeceğim film bozkırkurdu filmi olur. ahh hermine gibi bir kadınla tanışamadık ki...