"biz bu elemanı hep susup oturduğu için gizemli birisi falan sanıyorduk, meğerse malmış" gibi gülmekten öldüren hikayelere sahip, her ay en başından okunabilecek bir kitap.
odasına girdiğimde yiğit bir şeyler karalıyordu, "rahatsız olma, sen işine bak" der gibi baktım, o da " e bi siktir git de işimize bakalım" der gibi baktı, bunun üzerine ben de "abi ayıp ediyorsun" diye bakmadım.
üç yıllık bir ilişkiden çıkmış biri olarak aslında gayet güçlüydüm. bir iki kendini yere atma, beş altı defa arayıp birbirimize duyduğumuz sevginin görkemi ve aşkımızın yüceliği ve bu minvalde yeniden, evet yeniden bir araya gelmemiz hakkında konuşma, 15’i bir önceki konuşmamı destekler nitelikte olan, 10’u gittikçe sertleşip sonunda üzerine araba
sürmek, küçük kardeşinin kolunu kırmak gibi tehditlere kadar varan, ardından gelen 8’i yine aşkımızın kutsiyetini anlatan, en son ikisi de nokia 3310’un hazırında bulunan dans ve hamburger temalı resimli mesajları olmak üzere toplam 38 cevapsız mesajın sonunda kesin olarak ayrılmıştık işte.
ilişki biter bitmez üstümden adeta bir yük kalkmıştı. adeta pırıl pırıl olmuştum. artık telefonumun şarjı bittiğinde gerilmek, birbirimizin hayatına çok saygı duyuyormuş gibi yapıp, o tuvalete gidince masada duran telefonun rehberini, gelen mesajları karıştırdıktan sonra o gelmeden ekranın ışığı sönsün diye dua etmek yoktu. ve en önemlisi ekranını anamdan babamdan çok gördüğüm bu alet yoktu hayatımda. son bir kez telefon rehberi kontrol edildi ve kızlara bakıldı. üç yıllık ilişki sadece benden değil rehberden de çok şey götürmüştü. telefon rehberim abdi ipekçi erkek öğrenci yurdu gibiydi.
eski sevgilim nur’u “nuri” diye kaydetmiştim üç yıl önce telefonuma. kız arkadaşımla otururken nur arayınca, sanki nuri diye bir arkadaşımdan zamanında 20 milyon borç almışım da ödememişim gibi yapıp, 20 milyona tamah eden, yine parasını istemek için arayan nuri’den iğrenç bir insan olduğu için fellik fellik kaçıyormuşum süsü veriyordum bu telefonu açmama eyleminde.
neyse uzatmayayım, kayıtlara nuri olarak geçen nur’a “ne haber ;)” yazıp mesaj attım. bir müddet sonra dergiden arandım. “iyiyim umutçuğum sen nasılsın?” dedi halkla ilişkiler sorumlusu nuri. nuri kisvesindeki nur’un gerçekten de kanlı canlı nuri olması beni baya sinirlendirdi. “nuriciğim bak! biri sana mesaj atıyorsa ona mesajla karşılık ver. kontörün yoksa sus otur. sen her gelen mesaja dergi telefonundan arayarak cevap verirsen, daha ilk aydan ebemizi sikersin nuriciğim. asgari düzeyde kullan, bizde çalışan oluk, böyle sömürmedik bize sunulan imkanları, gördün mü benim hiç diğer dergilerde sevgilimle dergi telefonlarında konuştuğumu. kapa telefonu nuri!” diye verdim kalayı…
ertesi sabah dergiye gittim. nuri bir grup arkadaşını zaten göt kadar olan dergimize davet etmişti. dergide oturacak yer kalmamıştı. beni görünce yüzünü çevirdi, konuşmaya devam etti arkadaşlarıyla. ayakta durup biraz suratlarına baktım ama zerre rahatsız olmuyorlardı, bunlardaki keyif eşşekte yoktu. masama oturmuş gülerek bir anısını anlatan gençlerden birine kalkmasını rica ettim. bozulmak şöyle dursun, ayağa kalkıp anlattığı anıya es vermeden gülerek ve suratıma dahi bakmayarak başka yere oturdu. oturup çalışmaya başladım, onlar ise arkamda oturmuş konuşmaya devam ediyorlardı. arada bir dönüp “kafa bu kafa, iş yapıyoruz dimi burada?” der gibi baktım. ama tınmadılar, dur şunları da arayayım gelsinler, dur bir çay koyayım da içelim diye konuşup durdular. ben de daha sık dönüp bakmaya başladım. bir ara “iş yapıyoruz burada dimi?” der gibi bakmayı unutmuşum, uzun uzun mal gibi baktım gençlere.
“genç, ne acayip bişey lan. genç…. yürüyor, saçı var uzatıyor, şekil veriyor. sakalını çeşitli yerlerden kesiyor… hayata bakışını yansıtan tişörtler giyiyor… bazı şeylere öfkeleniyor, telefonunu havaya kaldırıp tepeden kendi resmini çekiyor. o resmi siyah beyaz yapıp arkadaşlık sitesine koyuyor. abartılı tepkiler veriyor her şeye. sorsan “niye yapıyorsun” bunları diye sen haksız çıkarsın çünkü genç o …genç… aslında ilginç” diye içimden geçirdim. bakarken, salyam akmış, silip önüme döndüm.
bir müddet sonra dergiye bir kız arkadaşları geldi. daha demin ki sığ muhabbet, birden gözüme güzel gözüktü. gülümseyerek dinledim anlatılanları, birbirine takılmaları. artık iyiden iyiye işi bırakıp onlara doğru dönmüştüm. yapılan esprilere grup içinde en fazla ben gülüyordum. ama henüz kimseyle bir diyaloga girememiştim, tek tanıdık olan nuri zaten hiç yüz vermiyordu. bir müddet sonra kendimden tiksindim, ne yalakalık yapıyorum lan boş yere, diyip işime geri döndüm. onlar bir konuda hararetli bir şekilde tartışırken, suratlarına bakmadan önümdeki karikatürle ilgilendiğim halde yüksek sesle bir kızılderili atasözü söyledim. kısa bir sessizlik oldu, sonra konuşmaya devam ettiler. bir müddet sonra başka bir atasözü patlattım. daha uzun bir sessizlik oldu. sonra tekrar muhabbetlerine geri döndüler. gençlik çok değişmişti. bizim zamanımızda kızılderili dendiği zaman akan sular dururdu. evlere toplanıp kızılderililerin ne büyük bir ulus olduğu, dünyanın diğer bütün halkları çok lavukmuş da bi kızılderililer ellerinden gelse cami yaptıracak kadar hayır sahibi insanlarmış gibi konuşulurdu. yazık türk gençliği bu güzel geleneği unutmuş, kızılderili övmek rafa kalkmış, aborjin övmek ise zaten kısa bir hevesmiş bizim için.
neyse fazla uzatmayayım. baktım olmuyor, giremiyorum aralarına. tüm insanlığın ortak dili olan müzikle sızayım aralarına diye düşündüm. oky’nin bir arkadaşının dergide unuttuğu bir klasik gitarı vardı. gittim onu aldım. az buçuk anlarım gitardan, anlarım diyorsam “aa uzat bakayım elini, tırnakların uzun, gitar çalıyorsun galiba, akustik mi klasik mi? hmm akustik demek… iyidir akustik” den öteye gitmedi gitarla muhabbetim. ama aldım gitarı elime. onlardan biraz uzakta yere çöküp, bi sigara yaktım, bir nefes çekip, gitarın sapıyla, kulakları arasındaki tele sıkıştırdım yanan sigarayı. ve başladım çalmaya. “sözlerimi geri alamam, yazdığımı baştan çalamam, kimseye tiriviri yapamam”, diye söylemeye başladım şarkımı. çevremde çember olmalarını tabiî ki beklemiyordum ama en azından ufak bir mırıldanma, bir ayakla ritim tutma bekledim, olmadı. o gitarın sapında yarım paket sigara yakıp içtim sinirimden, “öfff” ten “püfff” ten başka bir şey duyamadım. baktım bu böyle olmayacak, gideyim nuri’ye artistlik yapayım da çok da boş adam olmadığımı anlasın diye, gitar boynuma asılı bir şekilde nuri’nin yanına gittim. sinirle, “ya nuriciğim sana geçen gün şimdi adını hatırlayamadığım o amerikalı çizerin albümünü masamda istiyorum dedim, getirmemişsin. bu kadar aymazlık olmaz ki canım!” diye tersledim.”ne çizeri? .. anlamadım” diye karşı gelmeye çalıştı, “ya bi de cevap verme ya” diyip hali hazırda gitarın sapında yanmakta olan sigaramdan son bir nefes çekip, gitarın sapını kül tablasında söndürdüm.
yanındaki kız arkadaş (ebru) bana “pardon bülent ortaçgil çalabilir misiniz acaba. biliyor musunuz hiç parçasını. bayılırım bülent ortaçgil müziğine” dedi. çalamıyordum ama ağzımla gitar sesi çıkarabiliyordum. zaten çok sonraları elimdeki gitarın çok dandik bir gitar olduğunu, sadece “dağlar dağlar” ve “fabrika kızı” parçalarını çalabilenler için üretildiğini, elimdeki gitarla bu şarkılardan başka şarkı çalmanın imkansız olduğunu öğrenecektim….
"..Hepimiz ne kadar çok kendimizi önemsiyoruz. Genelde çok zengin olmak istiyoruz. Sıradan olmayı hazmedemiyor yine bir çoğumuz. Özel olmalıyız, en azından bir kişi için. Kafasında olmak istediği kişiyi olamamış biri olarak, başka bir olamamış ile ilişkiye giriyoruz. iki sıradan insan birbirinin ne kadar özel biri oldugunu hatırlatıp duruyor. Aralarından biri hatırlatmayınca da ilişkiyi kesip, başka bir sıradana hatırlatması için arayışa giriyor. Uzun süre hatırlatanlar belli bir süre sonra sıkılıp evleniyor, baktılar ki ikisi de birbirine bunu hatırlatmaktan sıkılmış, çocuk yapıp onu dünyanın en özeli kılıyorlar. Seçildiği için, annesinin babasının sıradanlığını aşmakla görevlendiriliyor.
..Neyse bütün bunlar olurken ayrılma kaçınılmazken neden hala ilişki süresince çok sevdiğimizi,hiç yalan söylemediğimizi niye söylüyoruz ki birbirimize.Belki ilerde tekrar bir dönüşüm olur,bundan sonraki ilişkisi bitince aslında en iyisi O'ydu diye geri dönsün intibası bırakmak için mi acaba.Ya da masalsı bir tad bırakmak için mi eski sevgilinin üstünde.Nedir bu kahraman olma özlemi? Bilemem,ilgilenemem de..Ben sadece daha önceki ilişkilerimde olduğu gibi ona hiç yalan söylemediğimi,onu hiç aldatmadığımı söylerim.Bir de hep seveceğimi eklerim.Zaten normali bu.Yoksa ayrılırken bıraktığı için birinin ecdadına küfür etmek insanlar için anlamsız bir hareket.
''Basarsan alırsın ''lı ''koşu yoluma at ''lı klasik bir maçtı. Terden saçlarım birbirine yapışmış, boynumdaki kir çizgileri, güneşin altında başım zonklaya zonklaya oynuyordum.Takım olarak ise gerçekten rezil bir durumdaydık.O kadar kötü bi durumdaydık ki kalecimiz kendini bilmez bi şekilde sanki sol açık gibi topu alıp karşı takımın kalesine doğru artistik çalımlar eşliğinde ilerlediği bi anda topu kaytırmıştı ve onların ceza alanına doluşmuş tam kadro olarak bittigimizi resmileştiren golü izlemiştik.Karşı takımın oyuncusu bizim bomboş ceza alanımızı geçip boş kalemizin önünde topu ayağıyla sabitledi ve yere eğildi.Sonra kafası ile topu yavaşça sürdü kalemize doğru.Böyle bir gol, siz sevgili okurlarımın da bildiği gibi normal bir mahalle takımını dağıtmasına, golü yiyen takımın kaptanının topu tutup havaya rastgele degaj çekip uzaylamasına sebebiyet vermesine, ardından dikilen topun sahibinin aşağıdaki bayırda topun peşinden küfür ederek koşmasına ve maçın bitmesini sağlamasına rağmen biz maçı bitirmedik.Kaleye doğru gidip ''Ver lan eldivenleri ben geçicem kaleye.Sen bas! Kıran kırana oynuycaz'' diyerek ittim denyo kalecimizi.Tecrübeli bir file bekçisi gibi direğe yaslanarak taktikler veriyordum takımıma.Ama kimse beni dinlemiyordu. Umursamadım, bağırmaya devam ettim.Yavaş gelen bir aşırtmayı çift yumrukla bertaraf etmek isterken yanlışlıkla içeri aldım.Eski kalecimizle göz göze geldik.Çabuk hareket edip topu alıp sanki daha deminki salak ben değilmişim gibi millete ileri gitmesi için bağırarak degaj çektim ama ileri doğru gitmesi gereken top, ayağımın dışına gelerek sağ yanıma düştü.Zalim top, rakip takımın santraforunun önce göğsünde yumuşamış sonra da ayağının içinde yerini bulmuştu.Üzerime doğru şut çekmek için geliyordu.Her şey boka sarmıştı, belli ki bir mermi kıvamında gelecekti şut.Tırstım... Top resmen tsubasa nın yamuk topu gibi geliyordu.Üzerime zıplayarak kaçılmaya çalışırken götümün yanı ile baldırım arasına çarparak zıbarttı beni.Sanki topu tutmuş gibi oldum.Ama ceza sahamızdaki tehlike bitmemişti.Biraz zıbardığımdan reflesksel olarak hareket ettiğim için, biraz da benden başka kimse olmadıgı için topu ayağıma alarak şık hareketlerle ilerledim.Orta sahayı geçince ''oluyo lan'' diye düşünüp iyiden iyiye gaza geldim.Diziyordum resmen lavukları.Ama birden iki kişi girince dengemi kaybettim yan taraftaki tellere tutunup çalıma öyle devam ettim.Mücadele uzayınca yere düştüm yerde oturarak çalıma giriştim.Yine siz sevgili okurlarımın bildiği üzere yere oturarak yapılan mücadele , mücadelelerin en rezilidir, futbol tarihinin yüz karasıdır.Tam o sırada çocukluk arkadaşım, canyoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık'ı gördüm.Ben ağzım açık oturduğum yerden Namık'a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik.Gol tanıdık, rezillik tanıdık ama Namık farklıydı.Adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Eleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi.Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti.Top sahibi bayıra ben Namık'ın yanına koştum.Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım.Garip bir şeyler oluyordu.Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi.Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. ''Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz'' dedi.Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bişeylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım.Sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana.En yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! '' iyiydik lan. Nereden çıktı bu köy'' demek istedim.Sonra anne baba ve kardeşi geldi.Bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşşağıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık.Arkasından bakakaldım.Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım.Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namık ların terk edilmiş balkonuna düştü.Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu.S.keyim böyle hayatı dedim.
Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim.Kız arkadaşımla Beşiktaş'taki çay bahçesinde oturuyorduk.Namık ciddiyeti vardı suratında.Ben '' Bi çay daha içer misin'' diyecekken söze girdi ve ''Ben geleceğimi düşünmek zorundayım Umut.Kusura bakma'' dedi. ''iyiydik lan'' demek istedim diyemedim.Gidişini izledim. ''Artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocağına sigarayı bırakmaya çalıştığım sıralarda yakaladı beni duygu.Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. ''iyiydik lan''diyebildim bu sefer.Telefonu kapattım.Ağladım, çok ağladım.Ağlarken sakızım ağzımdan düştü.Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.
umut sarıkaya'nın uykusuz'daki yazılarını içeren köşesi. edebiyat tadında geyiklerle sizi sizden alır, yer yer karikatürlerine taş çıkartır. albüm halinde de yayınlanmış bu köşedeki bazı yazıları.
Kimin yokki hocam demek suretiylede iç geçirdiğim sonrada kimse senin gibi kimse söylemiyo üstad dediğim umut sarıkayanın hayranlık duyulası köşesi ve 2 kitabının adı.
yıllardır okumaktan sıkılmadıgım gülmek yerine her kelimesinde gözyaşına biraz daha yaklaştıgım son zamanlarda uykusuz semalarında görünen mütiş umut sarıkaya yazıları.
çok süperimsi dehşetimsi fevkaladenin fevkinin tavanında çikolobastik silikoon bir çalışmadır, ayrıntıların adamının mizah aleminde rakipsiz olduğunu kanıtladığı yazılarının başlığıdır ancak tüm Türkiye olarak bunun farkına varmış olduğumuz ve herkesin ''umut sarıkaya süpeeer, adamıığıııım, montla sçççç, montla sççç muhahahaha zohahaha montla montla montla sçççç zuhahaha, adam beni anlatiyör yafuuu'' diyaloglarına girdiği için soğutan şeydir.
(bkz: Bir şey ne kadar güzel olursa olsun herkesin yumulduğunun farkedildiğinde tadının kaçması)
iki alakasız duyguyu bir yazı içinde yaşatan, güldürürken zıçırtan umut sarıkaya'nın nasıl bir hayvan olduğunu ispat eden muhteşem köşe. öyle müthiş ki bu adamın yazdıkları... off aman gideyim de üçüncü cilde başlayayım.
her erkeğin buluşmasının o istenilen sonucuna varmıştım. işte dolmuşta onun evie doğru gidiyorduk. aman allah'ım ne kadar da kolay olmuştu herşey. normal insanlar gibi buluşmuş yemek yemiş, biraz içki içmiş ve evine gidiyorduk. hiçbir falso yapmamıştım. ne aşırı bir taşkınlık ve coşum hali, ne de aşırı bir çekingenlik. esprilerim yerinde ve dozundaydı, ucuz bir insan gibi asılmamıştım, bar köşelerinde onu öpmeye çalışmamıştım. görünen o ki gecenin sonunda muvaffakiyete varmam işten bile değildi. ve işte gidiyorduk. ''daha hızlı sür be arabacı daha hızlı sür'' diye içimden haykırdım şoföre. yüzümde belli belirsiz bir sırıtış hasıl oldu. camdan sırıtarak dışarıyı izlerken yansımadan bana baktığını farkettim. kafamı çevirip gülümsedim. yüzünde hafif bir tedirginlik vardı. bu iyiye alamaet değildi. ulan sakın loş ışıkta çekici gelmiş olup da davet edilmiş, şimdi de yol boyunca bir iç hesaplaşmaya girip ''nerden davet ettim bu gudiki'' diye düşünüyor olmasındı. yolda vazgeçilecek adam mıydım ben? tek istediğim şu eve hemen varmaktı. ''umut eve varmak üzereyiz'' dedi. ''ne güzel'' diye geçirdim içimden. ''çok yaklaştık, şu para üstünü istesen, hala vermedi şoför'' diye fısıldadı. işte o an bu gecenin sonunda yalnız yatacağımı anladım.
şimdi para üstünü isteyecektim, şoför de ''verdim ya'' diyecekti, ''tamam abi verdim diyosan vermişsindir'' diyerek onun gözünde kendi hakkını bile savunamayıp bir kadına sahip olmayı bekleyen bir yavşak olacaktım. ya da şoförle anlamsız bir tartışmaya ''nasıl verdin abi, vermedin ki mızımızz mızz'' gibi son derece tırt bir cümleyle başlayacak, gittikçe sönen bir ses tonuyla ilk cümlemi bile bitiremeyecektim. belki bir anlık duygu patlaması ile şoföre küfredip fren sesini işitmemle dayağı yemem bir olacaktı. olabilirdi bütün bunlar. ve ben hissediyordum ki iki durumda da bu gece yalnız yatacaktım. sadece cebimde 50 milyonla bindiğim için o çok beklenen, uğrunda parfümlerin sıkıldığı, kıyafetlere dikkat edildiği gece boka sarıyordu. paramla rezil olmak sanırım buydu. gözlerim dolmuştu resmen... olabildiğince makul bir ses tonuyla ''pardon 50 milyondan iki kadıköy vardı da...'' dedim. o son ''da'' ekini ne diye söyledim diye söyler söylemez hemen pişman oldum. ''tamam kardeşim vericez aklımda'' diye homurdandı şoför. ''hayır çok yaklaştık da o bakımdan yani'' dedim gergin gergin... resmen dayağı çağırıyordum. dikiz aynasından sinirli sinirli baktı. bi müddet sonra pelin ''yahu kardeşim durdur şunu durağı kaçırıyoruz. durdur, ver parayı'' diye bağırdı şoföre. araba durdu. ikimiz ayağa kalktık. şoför söylenerek bozuk para araken pelin indi, ben de şoförü bekledim. arkadan gelen polis arabası şoföre ''dolmuş bekleme yapma'' diye uyarıda bulununca aceleyle arabayı çalıştırdı şoför. kapanan kapının camından kaldırımdaki pelin'e baktım. panikle şoföre dönüp ''abi?'' diye sorarcasına bağırdım. pelin kaldırımda bana bakıyor dolmuş beni almış götürüyodru. şoför ''tamam bilader ileride indircem ben seni, ceza yiycez...'' dedi. bastı gaza. pelin'e ''ileride ileride'' diye işaret yaptım. görmedi sanırım, nokta gibi kalmıştı zira. aksi gibi telefonun da şarjı bitmişti.
iner inmez elimde bozuk paralarla aksi istikametine doğru koştum. kesin beklememişti beni, çekip gitmişti. ben olsam ben de giderdim. artık seksten geçmiş, ''bu saatte bilmediğim bir semtte ne yaparım ne ederim''in telaşına düşmüştüm. barınma ve güvenlik sorunuyla karşı karşıyaydım. umutsuzca pelin'in olduğu yöne doğru koştum. ulan sakın o panikle yön duygumu yitirip şuursuzca pelin'in aksi istikametinde koşuyor olmayayım diye düşünerek biraz da ters istikamete doğru koştum. yanımdan arabalar vızır vızır geçiyordu. ter içinde kalmıştım.
tam umudumu kaybettiğim anda pelin bir taksiyle belirdi. ne güzel de belirdi. beni aldılar, eve doğru gitmeye başladık. sanırım bu gece kesin olarak benim sadece barınma sorunumu çözmek konusunda yardımcı olacaktı bana. elimde sıkı sıkı tuttuğum paralara baktı uzun uzun. paraları cebime koydum. terlediğim için biraz uzak oturmuştu. şoförle kavga ettiğimi anlattım. pes etmeyecektim bütün silahlarımı kullanacaktım. taksiyi durdurup bir tekel bayiine girdim. elimde siyah poşetteki biralarla geldiğimi görünce tiksindi sanırım benden. düğüne giderken arabayı durdurup bira alan ayyaş akraba gibiydim. ama içki onun tekrar bana ilgisini arttırabilecek yegane araçtı. ve fakat takside birayı açıp içmek, olmayan imajımı zedelemekten başka bir şey değildi. ''eve kadar bekleseydin keşke'' dedi. ''içki problemim var'' diyerek yaşadığımız coğrafyada hala alkolikliğin ve sorunlu olmanın prim yapabilme olasılığına şükranlarımı sundum. hiç etkilenmedi, ''alkol problemim'' hakkında en ufak bir merak uyanmadı içinde, dışarıyı izledi.
eve girdik. etkileyici bir evdi. hemen kitaplarına göz gezdirdim. baya bir kitabı vardı. ''ulan fazla atıp tutmayayım bilmediğim konularda, zira kültürlü birine benziyor, ezer geçer'' diye düşündüm. üstünü değiştirmeye içeri gitti. arkasından izlerken gidişini kendime bir bira açtım. ikimize bir müzik ziyafeti çekmek için cd'lerini karıştırdım. duygusal mı hareketli mi acaba diye içimden geçirdim ve geceye dair olandan, duygusaldan yana kullandım tercihimi. hemen bağdaş kurup yere oturdum. biramı yudumladım. geldi. ''aa umut sandalyeye otursana. ne attın kendini yere'' dedi. ''yok iyi böyle'' diyerek kibarca refüze ettim. ''aa olur mu ya otur şu sandalyeye'' dedi. ''yok ya gerçekten rahatım ben'' dedim. ''yer çeker. oturma yere'' diye ısrar etmesiynen oturdum sandalyeye. ''almaz mısın bi bira?'' diye elimi siyah poşete daldırdım. ''yo hayır. uyuycam zaten birazdan'' dedi. gece hiç bitmesin istiyordum. o çekyatın açılma sesini duymaktansa ölürdüm daha iyi.... ''uyumayalım yea' diye çırpındım. biramı kafama dikerken tenekenin kenarından aktı. gülerek sildim, bu hareketim ona sevimli gelmiş olacak ki ''çok şapşalsın'' diyerek güldü. gün ''sevimli şapşal''ın ekmeğini yeme günüydü. iyice sakarlığa vurmak içincdliği ayağımla itti. cdliğin çok sallanıp devrilmemesi... iyi ki devrilmemesi... odaya devrilme gerginliğinin yayılması...
bir müddet sonra ''neyse ben yatayım. gel sana yatak yapalım'' dedi. çek yat sesini duydum. artık bir ölüden farkım yoktu. bir ölünün kaybedecek neyi olabilir ki sevgili dostlarım? dönüşü olmayan bir yola girmiştim. ''herkes okulda zerrin'e asılırdı ama sen hep farklıydın...'' dedim. ''teşekkür ederim''' dedi. ''yani insan sonuçta konuşabildiği bir kızı istiyor. ve ben bugün çok eğlendim seninle'', cevap vermedi. bu son cümleyi kurduğum anda elime yastığı ve nevresimi çoktan tutuşturmuştu. adeta kefenimi elimde taşıyordum. ''iyi geceler'' dileyip çekip gitt. verdiği alt eşorfmanı ısrarla giymemek... boxerla yatağa girmek... geri dönmesini beklemek... gelmemesi...
kalktım boxerla tuvalete çıktım. çok gürültü yaparak elimi yüzümü yıkadım. bana tahsis edilen yatağa doğru giderken ise gemileri yaktım... yatak odasının kapısını zorladım... ''kırtle kırtle'' diye zorladım. kilitliydi. bu kadar mı ürkütmüştüm onu. sinir geldi, zorlamaya devam ettim. arkamda belirdi. ''napıyorsun umut ya kilitli kullanılmayan oda o'' dedi.. ''haa... ben benim oda sandıydım'' diyip yatağıma doğru gittim. uyudum. olmadı...
kimsenin bulamadığı umut sarıkaya kitabıdır.
satıyorum ulen 50 ytl. tertemizdir. 5 kere okudum ama yıpratmadım. neden yıpratmadın diye sorarsanız, 55 kere daha okumak için derim a dostlar.