bugün

Joseph Conrad'ın karanlığın yüreği isimli kitabından ve yunan tragedyalarından yola çıkılarak yapılmış Francis Ford Coppola filmi.
bir hayvanın canlı canlı vahşice kurban edilmesi sahnesi yüzünden hayvan koruma dernekleri ile uzun süre davadan davaya koşmuş filmdir. film şirketi, kesilen öküzün efekt olduğunu kanıtlayamadığı için yüklü tazminatlar ödemiştir. zaten tahmini bütçeyi oldukça aşan film epey zora düşmüştür (coppola filmi bitirebilmek için evini ipotek ettirdiği söylenir). the matrix serisinde rol olan morpheus abimiz laurence fishburne, filmde 17 yaşında görülebilir. filmin başında otel odasındaki martin sheen'in sahneleri tamamen doğaçlama olup, martin sheen bu sahnede gerçekten zil zurna sarhoştur, aynaya vurduğunda eli gerçekten kesilmiştir. bir de harrison ford'un karakterinin adı "g.lucas", orada da star wars'a ve yönetmenine bir selam çakıldığı gözden kaçmıyor.

film tam bir anekdot canavarı, mutlaka izlenmeli.
zencilerin öldüğü film

görsel

zencinin karı sikme sırasında beyazlardan geride kalıp benim de hakkım var demesi ırkçılığa bir göndermedir.
Izlemedigim ama izlemeyi yıllardır düşündüğüm filmlerden biridir.
"Gerçek bir özgürlüğün neye benzeyeceğini hiç düşündün mü?
Başkalarının yargılarından ve kendininkilerden kurtulmak."
o kadar çok detay barındırıyor ki nereden başlasam bilemediğim 1979 yapımı, francis ford coppola filmi.

öncelikle savaş filmi denince aklına rambo gelenlerin izlememesini şiddetle tavsiye ederek başlamak isterim. zira çatladım, patladım, sıkıldım gibi yorumlara neden olabiliyor.

her şeyden önce gerçek bir film izleme keyfi sunuyor coppola bizlere. özellikle 2000'li yıllarda doruğa çıkan cgi çılgınlığından sıyrılarak, prodüksiyon harikası bir dünyaya götürüyor. mekan, dekor, sinematografi muhteşem.

dönem filmi olması dolayısı ile bugün izlendiğinde bile 1979 yapım olduğunu anlamak zor.

--spoiler--
devamı spoiler içerir
--spoiler--

filmin propogandası ile ilgili olarak yapılan bazı eleştirlerin yanlış olduğu kanaatindeyim. diyor ki bazı vatandaşlar ''film savaş karşıtı gibi görünse de, eğer amerika disiplinli bir ordu ve kararlılıkla vietnama gitmiş olsa oraları fethederdi mesajı veriyor'' ancak film aslında bunun tam tersinin söylüyor. marlon brando'nun canlandırdığı karakter mükemmel bir özgeçmişe sahip bir asker iken, görevi onu bulmak ve yok etmek olan marteen sheen, henüz göreve atanmadan önce psikolojisi bozuk bir tip. ve sonunda görevini başarıyla yerine getiriyor.

yine savaşın ortasında sörf yapma derdindeki robert duvall'in canlandırdığı albay karakteri. bir taraftan imza olarak katlettiği düşmanın üzerine oyun kartlarını atıyor, diğer taraftan karnı deşilmiş bir düşman askerine su vermiyor diye askerine kızarken, bir anda çok ünlü bir sörfçünün bölükte oldu haberi üzerine elindeki matarayı fırlatıp sörfçüyle muhabbete gidiyor.

filmin başından sonuna kelimelerle ifade edecek psikoloji bilgim olmadığı için tarafımca tarifi mümkün olmayan farklılıkta karikatürize ve ruh hastası karakterle karşılaşıyorsunuz.

moral gecesi için gelen playboy kızlarına saldıran askerler, fransızların 70 yıllık geçmişiyle o bölgeyi vatan bellemesi, yine fransızların lüks malikanelerinde ''biz medeniyet getirdik'' derken binlerce yıllık budha tapınağını görmezden gelmesi, detay, detay, detay.
Filmi beğenen vardır, beğenmeyen vardır, uzun bulan vardır, bulmayan vardır ama bu film kült bir filmdir, bunun tartışması olmaz. Peki bu film neden kült bir filmdir biliyor musunuz? seyir keyfi verdiğinden, süper replikleri olduğundan, karakterler çığır açtığından ya da senaryosu çok özgün olduğundan falan değil. Neden bu kadar ağır ileryen ve uzun bir film sizce bu? izleyicinin sinirlerini bozması, germesi, insanı kendi bilinçaltına yönlendirmesi için. film anında, filmin etkisi bir uyuşturucu misali yavaş yavaş izleyicinin zihniine zerk edilsin diye. müzikler, sahnelerin ağırlığı; oyunculuklar hepsi bunun üzerine kurulu. ilginç olan aslında konusu da diğer vietnam filmlerinden farklı, savaşın çoktan kaybedildiğini herkes biliyor; baş karakter bunu biliyor ama ona verilen görevi yani amerikalı askeri öldürme görevini yinede alıyor. görevin başarısı bir şey değiştireceğinden mi? zaten tüm o yol boyunca da bunu sorguluyor kendi içinde, karşısındaki karakter ise bambaşka zaten, bir tanrı dikiliyor karşınıza. nasıl diyorsunuz, neden diyorsunuz; filmdekiler de diyor zaten. anlamaya çalışıyorlar ama korkuyorlar. film de zaten korku üzerine, çılgınlık üzerine. tüm bu savaşın çılgınlığı, saçmalığı ve insanlar üzerinde yarattığı o geri döndürülemez korku üzerine. Saykodelik bir filmdir bu, pek anlaşılamamıştır sadece o kadar.
Gerçeğin arayışıdır, uzun, karanlık ve ıssız bir yolda mistik bir yolculuktur Apocalypse Now. The Doors'un The End parçası ve katliamla başlar film. Yalnız bir odada beynini yemekte olan Yüzbaşı Willard'ın çılgın, kendinden geçmiş dansı ile devam eder. Sonra göreve çağrılır Yüzbaşı. Albay Kurtz'u yok etme görevidir bu. Onu yok etmek, görevin tebliğ edilmesi haliyle ilgili olarak ta tanrısal bir gücü yok etmekle eş değer sunulur. Hatta görevi veren herkeste tanrısal figüre aşıktır. ' sistemin koruması altında bir yıdız olarak sistemden çıkmış Harison Ford'un, Merlin Brando'yu yok etme emrini vermesi bence manidardır. - Amerikanın alt tabakasından oluşan ekiple yola çıkılır. Sanki bir hac yolculuğu gibidir. Haca gidilirken yaşananlar ya imanımızı güçlendirir ya da imanımızı yok eder. Film de hep bu gerilim üzerine kuruludur.

Yol önce Süvari alyının destansı yolculuğu ve yağdırdığı gazap ile kesilir. Burada Coppola hangi tarafta filmi çektiğini anlamak zordur( Bakışımızdaki yanlılık tam da, görmemizdeki kusurdur.) Savaş insani boyutta ve ateşin içinde devam edeken, Amarikan askerlerinin Playboy kızlarına bakışını, askerlerin insanlıktan öte, vahşi bir hayvan gibi dürtülerinin esir olmuş halde tanımlar. Film burda savaşı insansız bir hale getirir. Hollywood sinemasında ilk defa, Askerler denetimsiz hayvanlar gibi tasvir edilir. Sonra, Sex ve savaş arasındaki en temel benzerlik kurulur. Yüzbaşının kadınları pazarlarken ki, terk edilmiş, yıkılmış ve unutulmuş garip bir kışlada kadınlarla yatmaktan öte, eşcinsel eğilimleri doruğa çıkmış askerlerin görüntüsünde, Ordunun kuruluşundaki erkek eğemen bakışa en sert salvoları yapar Coppola.

Albay Kurtz'a ulaşma yolundaki duraklardan biri de, ukala ve gelenekçi Fransız kolonisidir. Buradaki amaç, Wietnamın karanlık tarihinde Fransızların oynadığı karanlık role gönderme yapmaktır. En klişe konu ise, ekiptekilerin teker teker ölmesi olayıdır. Sebebini bilmeden, istemeden veya isteyerek bilmedikleri bir ülkede, ölmeleri ve üzerine Kurtz'un siyasi görüşlerinin bizlere dikte edilmesidir. Savaşın anlamlı/anlamsız sebepleri hangi çerçevede açıklanırsa açıklansın, aynı nokta hep var. Gerçek ölenlerin anlayamadığı kadar gerçektir. Anlanılırsa artık gerçek olmaz ve uğruna ölünecek hiçbirşey kalmaz. Albay Kurtz bunu keşfetmişti kendi yolculuğunda. Parlak kariyerinden, ailesinden bunun için vaz geçmişti. ' Tıpkı isa gibi. '
Yüzabaşı Willard ulaştığında Kurtz'un mabedine. Kurtzun müridleri karşılar yüzbaşıyı. O yok etmekle, yok etmeme arasındaki ayrımdayken, Albay kurtz ölmek ister. Ancak kan fikirleri yaştır ve onları anlamlı kılar düşünen insanlara. Coppola epik bir tarzda boğa ve Kurtz'un kafalarını aynı sekansta gösterek kurban edilme töreni tamamlar. Kan döküldüğünde havari Willard yoluna gider. Kurtz dinini yaymak için.
carmegeddonda oyun arası yada başlangıcında çıkan kanlı yazıdır.
oldukça tuhaf, mistik bir filmdir. hatta film bile denemez buna. cehennem ile vietnam'ın birleştirilmiş versiyonu gibidir.
VAHŞET iÇiMiZDE...
vietnam savaşını herhalde en iyi anlatan filmlerden biridir. filmin 3.5 saat kadar uzun olması, savaşın getirdiği o dehşeti, tüm çıplaklığıyla göstermesi açısından o kadar da uzun değildir.

herhalde bugüne kadar izlediğim savaş filmleri içerisinde, en gerçekçi bulduklarımdandır. çok aksiyon beklemeyin ama; çünkü, daha çok savaşın hem politik saçmalıklarını, hem de savaşın içinde ki o korkunç psikolojiyi ayrıntılı ayrıntılı gösterir.

izledikten sonra ciddi ciddi bir savaşın içinde olmaktan çok daha fazla korktum.

izleyin mutlaka; ama daha çok, savaşı çocuk oyuncağı sanan, hadi lan saldıralım, girelim asalım keselim diye efelenen o sözüm ona delikanlılara izletin.
12.30 da başlayıp daha şimdi bitirebildiğim hakkikaten sıkıcı film. Full metal jacket ve platoon çok daha iyi filmler.
uzakdoğu mistisizminde olsun batının materyalist açgözlülüğünde olsun, değişmeyen tek ve gerçek olgunun şiddet olduğunun anlatıldığı, süresi boyunca şiddetin ve deliliğin normal sayıldığı bir filmdir.

the godfather hayranları için bir special bonus sayılabilir.
francis ford coppola'nın 1979 yapımı savaş karşıtı filmidir. Marlon Brando, Martin Sheen, Robert Duvall başrolleri paylaşmaktadır. the end eşliğinde unutulmaz bir açılış ile başlar, yüzbaşı willard'ın (martin sheen) saygon'dan kamboçya sınırlarına uzanan arayışını anlatır. amacı kontrolden çıkmış albay kurtz'u (brando) bulmak ve öldürmektir.

Burdan sonra ağır spoiler içerir

--spoiler--

--spoiler--

bir tarafda patlayan napalm, ölen insanlar bir tarafda bombanın türbülansını dert edip sörf yapamamak

bir tekne dolusu insana ateş edip, 1 dk önce öldürmeye çalıştığı kadını kurtarmaya çalışmak

2 bidon yakıta playboy güzelleriyle yatmak (ki onlar orda ne diye bekliyorlar anlamış değilim)

- komutanınız kim? buranın sorumlusu kim?

- siz değilmisiniz komutanım?

koca birlik komutanları olmadan haftalardır amaçsız savaşmaktadır.

siz tarihdeki en büyük hiç için savaşıyorsunuz, yüzbaşım. üzgünüm.

sivil, masum düşünmeden savaşırsan kazanırsın, empati kurup düşünmeye başlarsan delirirsin.

final sahnesinde bir öküz hayvanca öldürülürken içeride albay kurtz benzer şekilde öldürülür. ölmeden önce şu sözler dökülür "dehşet, dehşet, dehşet"

en can alıcı ve mesaj dolu sahneleridir.
--spoiler--

--spoiler--

film, en iyi savaş karşıtı filmlerden biridir, en iyi savaş filmi değildir.
kanaatimce açık ara gelmiş geçmiş en iyi film.
ilk başta kıyamet sonrası filmlerden sanılan ama çok alakasız çıkan, kaliteli film..
babaların gölgesinde kalmış coppola filmidir. çok uzun olmasına rağmen atmosferi, gerilimi , savaş olgusuna yaklaşımı ve elbette brandonun karizması ile ( filmin yüzde onun da olmasına rağmen ) sinema tarihinin klasiklerindendir.
joseph conrad'ın karanlığın yüreği isimli otobiyografik romanından uyarlamadır. birçok kuruluş, dergi ve internet sitesi tarafından sinema tarihinin en iyi ve en gerçekçi savaş filmi olarak gösterilir. marlon brando on dakikalık oyunculuğuyla bile dumur etmeyi başarmış, martin sheen hayatının performansını sergilemiştir. muhteşem doğa manzaralarıyla bezeli şiirsel bir filmdir. tadına doyum olmaz. muhtelif zamanlarda zevkle ve aynı ilgiyle yine seyredilir, yine seyredilir...
ilgi çekici bir konusu var. Sadece Marlon Brando'nun oynadığı sahneler izlenip bitirilebilir. Çünkü adeta yoğurdun kaymağı olmuş. Bir insan 20 dakika süre alıp da böyle bir performans nasıl ortaya koyar anlamadım.. Marlon brando, haftalarca geç kalarak sete geldiğinde kafası 0 traşlıymış, 20 kilo fazlası varmış. Özellikle yüzünün fazla ışıkta aydınlıkta çekilmesine izin vermemiş, ayrıntılı görüntü aldırmamış, Copolla'ya ayrı dert olmuş.

Özellikle filmle ilgili olarak harika savaş sahnelerini barındırdığını söyleyebilirim. Çekildiği yılı da dikkate alarak. Yaşamda ki cehennem ve acı anlarını çok iyi kırpmış bir yapım. Ama buna etken olarak film çalışanlarının gerçekten delirmesini gösteriyorum. Neler yaşanmamış ki sette. Ancak, psikopat bir film olduğunu söyleyebilirim. En azından öykülemesiyle ve atmosferin bana verdiği haz bana bunu söyletiyor. Yorum kabiliyetinizle gittikçe anlam kazanan, derinleşen,hem bildiklerinizi hem de filmin sonunda ki çıkarımlarınızı tekrar sorgulatabilen bir yapıya sahip. insanoğlunun evrimsel sürecinin parçalarını takip ederken, değişmeden kalan insanı insan veya hayvan yapan temel dürtüleri bile yargılamaya başlıyorsunuz ki filmin çarpıcılığı burda. Savaş sahneleriyle klasik holywood filmine benzese de bu filmi değerli kılan şey bu derinliği ve izleyiciyi sorgulamaya itmesi.

Bu filmi izleyin ancak belirtmek istediğim birşey var, filmi izyenlere..

--spoiler--

O ineğin suçu neydi be? Hak etti mi bunu! Gerçek olmasaydı iyiydi.

--spoiler--
tüm zamanların en iyi savaş filmi seçilmiştir. marlon brando "albay walter kuntz" rolünde, o kısacık rolde bile, resmen döktürmüştür.
ağır aksak kurgusu, izleyicinin kimi zaman içini bunaltan senaryosu ile hedefine ulaşmış kvlt sinema filmi.
soundtrack seçimlerinden mekanlara diyaloglarına kadar her şey zekice kurgulanmış.
şafak vakti sırf keyfi için koca bir ormanı napalm bombaları ile kilgore için bile izlenir.
adamlar nehirleri aşıp kilometrelerce yol katediyor kıçı kırık bir tekne ile ama ne yemek yediklerini gördüm ne de uyuduklarını.
savaş sahneleri mükemmeldi orası ayrı.
ayrıca adaya napalm bombası atılırken, çılgın komutan; ekibine denizde sörf yapmaktan bahsediyordu.
adaya napalm bombası atılmış adam denizin dalgası kaçtı diye dert yanıyor iyi mi?
filmin son bölümlerinde (sanırım inekti) canlı hayvan kesim sahnesi için de sansüre gerek duyulmamış.
charlie sheen'in platoon daki şahane performasına rağmen babasının gölgesinde kalacağı filmdir.
kanımca sinema tarihinde yapılmış en iyi açılış sahnesine sahip, insan doğasının iğrençliği ve bir o kadar da kırılganlığı ile ilgili çok vurucu tespitlere sahip savaş karşıtı Coppola başyapıtı.

geçen senelerde bir depresif dönemimde, sabahın bir körü yatakta uzanmış elimde sigara, otel odasında tavanları seyrediyorum, birden Jim Morrison'un the end sarkisi patlayıverdi, sanıyorum CBS'de idi.

Kafami hafifçe kaldırıp baktığımda, yatakta uzanmış Martin Sheen, sigara, depresyonu iliklerine kadar hisseden bir adam, Jack Daniels... şarkının bitmesini bekledim, usulca kalktım, pencereye doğru ağır adımlarla ilerledim, pancuru hafifçe araladım, ağzımdan bilinçsize çıkan ilk cümle şu oldu;

Texas... shit; I'm still only in Texas... Every time I think I'm gonna wake up back in the desert. (orijinalinde Texas yerine Saigon koyun, ben o zamanlar orada olduğum için Txs çıkıverdi ağzımdan *

Öyle bir filmdir işte bu film. *