Köydeki evlerinde, 2 odalı kerpiçten bir ev yazları tarlaya ekim-biçim işleri için gittiklerinde nadiren bizde giderdik.
Aklıma gelen camda anap'ın bayrağından perde yapmışlardı. Kırmızı renkli olduğundan sabah güneş açtığında o kırmızılık mayhoş şekilde yüzümüze vururdu.
Normalde köyde herkesin bir su deposu vardı. Ama anneannemler o zamanlar çok sık gitmediklerin depoları yoktu ve çeşmelerden her sabah saat 10'da su akardı. Ama biz köyün temiz havasından mıdır nedir sabahın 6'sında uyanır, köyün çeşmesinden bidonlarla doldurduğumuz sulardan elimizi yüzümüzü yıkardık.
Hele o eski ne ağacı olduğunu bilmiyorum ama çınar olabilir, kapıyı açtığımızda dışarıdan yüzümüze değen soğuk ve temiz, mis gibi hava...
Off düşünce öyle çok özlemişim ki...
O evin bir kısmı yufka ekmek kokardı, bir kısmı naftalin, az biraz da soğukluk kokusu olurdu. Kerpiç evler öyledir dışarısı cehennem sıcağını yaşasa da içerisi buz gibi olurdu.
tahminimce şu anda ciğer kavurması, limon kolonyası ve dedemin maltepe sigarasının kokusu karışmış, ve oluşan bu klasik kurban bayramı kokusu o eski evin dört bir yanına sinmiştir.
huzur da kokar. internet yok diye üzülmez kimse o evde. telefonda çok iyi çekmez zaten. anneanne ne yapsın ki uyduyu, o yüzden tv de çekmez çok fazla. kömürün, odunun kokusu, ayaklarını uzatarak içtiğin çayın kokusu, süperdir lan. yarın haftasonu, gidilebilir.
bir oda vardır o evde, bu koku da en çok o odada duyulur... hep düzenli duran bir yatak, yatağın başucunda bir komodin. komodinin çekmecelerinde ne işe yaradığı bilinmeyen ufak tefek şeyler, belki yarısı bitmiş haplar ve boş ilaç kutuları... ama hep naftalin kokar bu çekmece. kaynağı bilinmez, ama bir yerde vardır o naftalin. güven verir insana, geçmiş günleri hatırlatır size kaç yaşında olursanız olun. bu kokuyu ilk keşfettiğimde en fazla 5-6 yaşlarında olmalıydım, yine de geçmişten izler taşıdığını fark etmiştim.
adamın burnunun direğinde inceden bi sızı bırakan, unutulmayacak ve hatıralarla süslenmiş bir kokudur.
anneannemin evinin kokusu anneannem kokuyor benim hala... nasıl sinmişsin, nasıl sen olmuşsun o evde? her gidişimde, evin önünde ayakkabılarımı çıkartırken yüreğime dolarken o kokun, içimde garip bi titremeyle birlikte senin sevgi dolu sesini duyuyor gibi oluyorum. bir yanda 3 kızın senin isteğin üzerine etli yaprak sarması yaparken, geleneksel erzincan yemeklerinden biri olan un çorbasının da kokusu geliyor mutfaktan.
sesini duyar gibi oluyorum... son zamanlarda yürümekte zorlandığın için genelde oturduğun, sarı kılıflı koltuğundan sesleniyorsun:
- hoşgeldin yavrum benim. kusura bakma, kalkamıyorum evladım.
+ ya anane aşk olsun, ne kalkıcaksın. tabii ki de otur. olur mu öyle şey?
kalkma anneanne, kalkma. sen orada otur da, kalkmasan da olurdu. mahcup mahcup bakıyordun bir de yüzüme. ben gelmişim diye kalkıp "hoşgeldin" diyemedin diye. sen böyle bi terbiyeyle büyümüş bi insandın çünkü. senin yaşıtlarını görüyorum bazen. 75'lik teyzeler filan... onlar senin gibi değiller. olmalarını beklemiyorum ama sen, kendinden küçüklere bile böyle saygılıydın. sevgi doluydun işte.
"yavrumun yavrusu canımm" diyip sıkarken bir seferinde gerçekten canımı acıtmıştın ve ben sana "ya anane yavaş olsana, kemiklerimi çatırdattın ya" demiştim. kafanı yana çevirip mahcup bi ifadeyle "ama ben seni çok seviyorum aşkım. özür dilerim." demiştin. sonra "ya anane ne özür diliyosun. bende seni seviyorum tabii ki de, sakin ol. asıl ben özür dilerim, birden ani tepki verdim." diyip gülmüştüm buruk bi şekilde. sonra da odaya geçip ağlamıştım seni kırdım diye. ne öküzüm ama dimi? sen öyle çok seviyordun ki ne kadar sıkı sarıldığını bilmiyordun oysa ki.
şu 24 senelik hayatımda, yemin ederim ki bu kadar salt sevgi dolu bi insan görmedim anneannem kadar. bu yüzden, evinin kokusu da onun sevgisini, sıcaklığını, severken ki kontrolsüz tavrını hatırlatıyor bana. her ne olursa olsun, koşulsuzca yeniden sevebiliyordu benim anneannem. hiç, hayata küsmemişti. halbu ki hayat, ona çok büyük acılar yaşatmıştı. anne babasını tanımamıştı. babaannesi büyütmüştü onu. 13-14 yaşında evlenmişti. adet olmanın ne olduğunu da bilmiyordu. dünyaya gelmiş 7-8 aylık bebeğini kaybetmişti. 27 yaşındaki oğlunu erzincan depreminde kaybetmişti. istanbul'a göç ettiklerinde yaşadığı geçim sıkıntısından dolayı evlere gündeliğe giderek, eşine destek olmaya çalışan bi kadındı. güçlü bi kadındı. kadın gibi kadındı. tökezlediğinde kalkıp dizlerine giren taşları elinde sıyırıp, acıya rağmen yüzündeki müthiş gülümseme ile acıya meydan okurcasına koşarak oyuna yeniden dahil olan bir çocuk gibiydi o.
sen gittiğinde hep oturduğun koltuğa kapanıp deli gibi koklamıştım. sana ait bir şeylere yakın olmak istiyordum. sonra odana gidip talan etmiştim bir eşyanı bulabilmek için. son taktığın tülbentini almış ve gömülmüştüm saatlerce. bir de tülbentinde, kar tanesi gibi birkaç saç telin kalmıştı. şimdi tülbentin bende. kokusu gitmesin diye cam bir kavanozun içine koydum. dolabımın bir köşesinde saklıyorum. seni özlediğim her an, aklıma düştüğün ve ağlayarak uyandığım her gece, yanımdaymışsın gibi o nesneye saldırıyorum şuursuzca.
sen, sensiz kalmak nedir bilmiyorsun. elime sımsıkı sarıldın ve "söz ver bana anneanne. iyi olacaksın tamam mı?" dediğimde kafanı sallamıştın evet der gibi. sonra gittin ama... o evin kokusundan hiç gitmedin. hala her yerdesin. sen kokuyor her yeri o evin.
ama sen yoksun ya işte... biraz eksik gibi sanki anneanne.
düşünüyorum da, anneannemlerin duvarlarına sinmiş bir koku vardı. ilginç ve hoş bir kokuydu. bir tek o evde rastlayabilirdim. bir süre sonra zaman zaman yatağımda duvara yapışmış yatarken bizim duvarda da o kokuyu hissediyorum. iyice yaklaşıp duvarı koklamama rağmen bir süre sonra koku kayboluyor.