amour

entry78 galeri2 video3
    53.
  1. spoiler icerdiginden dolayi, filmi izledikten sonra okunmasinin daha münasip olacagini düsündügüm nefis bir enver gülşen yazısı:
    http://www.timeturk.com/t...-olumde-sinema-amour.html

    --spoiler--
    Aşkta ve Ölümde Sinema: Amour
    Hangi kökler kavrar, hangi dallar bezer
    Buradaki taş yığınını? Ey insanoğlu
    Bunu bilemez, sezemezsin, çünkü bildiğin yalnız
    Bir kırık putlar yığınıdır ki güneşte kavrulur
    (Çorak Ülke’den… T.S. Eliot)

    Ölüm, hayatın öteki yüzü… Hayatla ölüm, bir madalyonun iki yüzü gibi birbirine bağlı… Ölümle yüzleşme, bir “sınır deneyimi” olarak hayatın anlaşılamayan katmanlarının açılmasına hizmet ediyor. Hayatın anlamlandırılması, yitirdiklerimizle ölümün yitirilmesi arasındaki ilişkinin kavranılmasından geçiyor.

    Modern insanın ölüme karşı ilgisizliği, Vasili Sigarev’in ölüm üzerine çarpıcı bir deneme olan Zhit / Living filminde, yeni evlendiği kocasını bir hiç uğruna kaybeden genç kadının sözlerinde tüm açıklığıyla belirir: “Cenazeler görürdüm önümden geçip giden. Ama hiç düşünmezdim ölüm üzerine. Tek merak ettiğim kimin ölmüş olduğuydu. Ölümün hayatları nasıl darmadağın ettiğini şimdi gördüm!”

    Ölüm, modern düşüncenin, bir ufuk çizgisi haline getirerek hayattan dışarı attığı bir şey olunca, ölümle ilişkili olan her şey de hayatın dışına atılıyor. Ölümle yüzleşmeyi reddeden modern düşünce, hayat hakkında söz söyleme imkânını da kaybediyordu böylece. Ölüm, bizim dışımızda, bizle hiç ilgisi olmayan bir şeydi sonuçta! Önümüzden geçen cenazeler olduğunda, bir turist gibi bakar, sadece merak ederdik. Ölümün, bize şahdamarımızdan yakın olan Hakk kadar yakın olduğunu keşfetmek, sınır deneyimlerinin en acı vericisi ama en öğreticisidir aynı zamanda. Zhit filminde, “hayattan atılmış ölümle”, birden yüz yüze kalındığında yaşanan acı verici, parçalayıcı deneyimin gözlerine bakmayı deneyen Sigarev, bizi kendi arafımızla karşı karşıya getirir. Sevdiklerimizin ölümü, eğer ölümün maneviyatına hazırlıklı değilsek, bir parçalanma yaratır benliğimizde. O parçalanma, aynen filmdeki gibi, yaşanan “gerçek” zaman ile yaşanmış ve ölüm sonucu yaşanma imkânı kalmamış tüm “zaman imkânlarını” bir araya getirir bir rüya / kâbus atmosferinde… Bu atmosferin, sadık bir rüya ya da kâbus olması, bizim ölümün maneviyatına ne kadar hazırlıklı olduğumuzla direk ilgilidir. Yüzleşme, bir içe dönüş yaratır. O ana kadar göremediklerimiz belirir kalbimizde. Ancak, yaşanan bu hâlin taşınması kolay değildir. Yüzleşme sonucunda, ya tamamen parçalanma, yok olma, ya da sağaltılmış, yenilenmiş bir kalp beklemektedir bizi…

    Thierry Hentsch, Hakikat ya da Ölüm başlıklı eserinde, Batı düşüncesinin, ölümü ufuk çizgisine kadar götürüp gözden kaybetme isteğinin tam da tersiyle sonuçlandığını ifade eder. Bir tür getto haline getirilmiş mezarlıkların şehirlerin en dışlarına çekilmesi ve ölümü hatırlatacak her şeyin hayattan uzaklaştırılıp ufuk çizgisine gönderilmesi, ölümün bambaşka ve çok daha korkunç yüzlerle karşımıza çıkmasını engellemiyor. Ölümün öldürülmesi, Hentsch’in dediği gibi, hayat ve hakikat üzerine düşünme yetilerimizi köreltmekle kalmıyor, ölümün önümüze çıkan korkunç yüzlerinin hayatımızı felç etmesine ve medeniyetimizin bir korku medeniyeti haline dönüşmesine de sebep oluyor. Ölümden korktuğumuz için öldürüyor; ölümden korktuğumuz için hayata değil ama hayatın simülasyonu hâline gelmiş korkunç takıntılarımıza daha geniş alanlar açıyoruz. Ölümü öldürerek yerine geçirdiğimiz para, mal, mülk, iktidar takıntıları ve hayata sımsıkı tutunmak sandığımız hırslarımız, sadece hayatı değil ölümümüzü de felç ediyor. Yaşlanmayı ve ölmeyi “reddeden” zombiler haline dönüşmenin yolları böylece açılıyor. Güzellik ve hakikatin, ancak hayatla ölümün birbirinin içine geçmiş ilişkisini keşfetmekle bilinebildiği bir anlayıştan, ölümle birlikte güzelliği ve hakikati de kaybettiğimiz bir simülasyona dönüşüyor hayatımız.

    Ölümün, ya da ölümlee yüzyüze bırakacak şiddetli bir hastalıkla karşı karşıya kalmanın, korku medeniyetinin ektiği tohumları büyütmesidir, hem Zhit’de üç ayrı karakterin hem de Haneke’nin Amour filminde Georges’in yaşadıkları travmanın sebebi…
    “Ölüm diye bir şey yok evladım.. Sadece ölüm korkusu var. Bu dehşetli bir korkudur. Bazen insanlara yapmaması gereken şeyleri yaptırır. Ölümden korkmamayı başarsaydık her şey ne kadar farklı olurdu…” Tarkovsky’nin Offret / Kurban filminde oğluna ölümün “hakikatini” böyle anlatıyordu Alexander. Modern düşüncenin “ölümü öldürmesinin”, hayatı bir korku tuzağına dönüştürdüğünü… Korku, yüzleşmenin hiç olmayacağına ikna eden bir ufuk çizgisi çizer bize. Ama o ufuktan bile korkmaya başlarız. Zhit’teki kadının, ölümü hiç kendi yakasına gelmeyecek bir uzaklık olarak görmesi gibi… Bu “hazırlıksızlık” ile hazırlıksızlık ve bilgisizliğin yarattığı ontolojik korku, yüzleşmeleri travmatik hâle dönüştürür.

    Modern Batı toplumunun türlü şizofrenilerine cesaretli bakışlar atması ve Batı toplumundaki ikiyüzlülükleri ifşa etmesiyle bilinen Haneke de, Sigarev gibi, son filmi Amour’da bir sınır deneyimi ile karşı karşıya bırakır bizleri. Amour’dan önceki filmlerinde, modern toplumu bir mekanizma olarak ele alan ve o mekanizmanın yarattığı yarılma ve parçalanmaları anlamaya ve ifşa etmeye çalışan Haneke, bu defa kamerasını “dışarıdan” “içeriye” getiriyor. Bir mekanizma tarafından dönüştürülmüş bir “birey” vardır yine karşımızda. Sınır deneyimlere nasıl bakacağını bilmeyen bir birey… Ancak, bu defa bu bireye, sınır deneyimlerin hepsini anlamlandırmaya yarayan saf, katıksız bir “aşk” eşlik eder.

    Modern düşüncenin, tüm ipleri koparırken, koparmayı beceremediği son bağlardan birisiydi aşk. Her şeyi kendi başına belirleyebilecek ve kendinden başka kimseye muhtaç olmayan “birey”, aşk ile yüzleştiğinde, bir mucize ile karşı karşıya kalıyordu. Zira o ana kadar şiddetli bir epistemolojik / ontolojik yanılsamayla kabullendiği birçok şeyin geçersizliğini ilan ediyordu aşk. Koparılan tüm “bağları” yeniden inşa ediyor, özgürlük adına belletilen her yanılsamanın, aşkın kendi özgürlüğü içinde yok edildiği bir sürece eşlik ediyordu. Üstelik, aşk, modern kuruluğun hayatımızdan uzaklaştırdığı “mucizeleri” tekrar hayatımızın tam ortasına getiriyordu.

    Georges, hayat arkadaşı Anne’nin felç olması ile ölüme benzer bir sınır deneyimi ile karşı karşıya kalır. “Hiç başımıza gelmeyeceğini düşündüğümüz” ölüm gibi bir şeydir yaşanan şey. Amour’u diğer Haneke filmlerinden ayıran çok önemli bazı yönler vardır. Önceki Haneke filmlerinde, sınır deneyimleriyle karşı karşıya kalan modern insan yapayalnızdı o uçurumda. Kendisine eşlik edebilecek bir değer, erdem veya bir çıkış yolu yoktu. Bu yüzden, soğuk ve acımasız bir parçalanmaydı hemen her Haneke filminde karşı karşıya kaldığımız. Ancak Amour’da öyle olmaz. Bir sınır deneyimine, onu anlamlandırıp sağaltabilme potansiyeli olan bir başka sınır deneyimi eşlik eder: Aşk… Georges, Anne’ye, kızının, damadının ve komşularının anlaması zor bir fedakârlıkla bakar. Bencil modern bireyin karşısına ilk defa bu kadar güçlü bir antitez olarak “âşık insanı” getirir Haneke.
    Peki, modern toplumun içinde bir “ayrık otu” gibi olan “âşık insan”, parçalayıcı bu sınır deneyimine nasıl karşılık verecektir? Haneke, buna, dâhil olduğu çölün “çözümünden” farklı bir cevap veremez yine de. Yine bir travma sözkonusudur. Yüzleşmenin acıtıcılığına karşı, elde tutunacak bir dal olmaması, aşkın travmatik bir yansımasına zemin hazırlar. Benzer bir yansıma, Zhit filminde ikiz kızlarını kaybetmiş olan kadının travmasında da yaşanır. Her iki yansıma da sevginin ve aşkın, Rahman ile olan bağının zayıfladığı bir duruma tekabül eder. Aşk’ın ve sevginin Rahman ile olan bağı ontolojik olsa da, varoluşumuzla yaşanan dünyanın epistemolojisinin uyumsuzluğunun yarattığı travma, âşık insan için bile şiddetli yansımalara zemin hazırlayabilir.
    Haneke’nin, hiç beklenmedik zamanda, ama kendisinden çok beklenmesi gereken bir tokatla hatırlattığı şey, travmatik bir geri dönüş oluyordu böylece. Haneke, daha önceki filmlerinde ruhunu yitirmiş, parçalanmış ikiyüzlü modern insana, bir antitez olarak Amour’un Georges’ini sunsa da, Georges’in de, çöl mensubu olmanın tüm problemlerini üzerinde taşıdığını, aynı kendi özelliklerini ifşa ederkenki açıklıkla, ifşa eder. Georges’in anlık bir acıma, sevgi ve merhametle dahi olsa bulduğu “çözüm”, bu yüzden “çöl insanının” çözümüdür. Boğarken üzerine kapaklandığı, sarılır, sarar, saklar gibi boğduğu Anne, acılarından kurtuluyordu böylece! Ama Rahman’ın rahmetini göz ardı eden bir çözüm yoluydu bu yine de ve bu yüzden Georges’in aşkını daha yüksek bir düzeyden mahrum kılıyordu!

    Haneke, büyük oranda Bergman’ın yaptığı gibi, modern çölün derin uçurumu ile karşı karşıya getirirken, o çölün uçurumundan tek başına atmaz seyircisini. Kendisi de uçurumdan beraber atlar. Bu anlamıyla, Haneke’nin, çölün acımasız gözlerine aynı acımasızlıkla bakan ruhunun tüm sarsıntılarını hissederiz filmlerinde. Haneke’nin alamet-i farikası olmuş tokatları, o titreşimlerin boşalma yarattığı zirve noktalarıdır. O tokatlar sadece seyirciye değil, Haneke’nin bizatihi kendisinedir de… Başka yol bilmeyen, çıkış yolunu bulmakta zorlanan modern insanın, insan duygularının en yücesi olan aşk’a sığınırkenki hâli bile travmatik olabiliyordu böylece.

    Carax’ın, Holly Motors filminde, hakiki yüzü kalmamış, tümüyle maskelerle yaşayan bireyin, sadece aşk hâlinde “kendisi” olabildiğini anla(t)masıyla; Haneke’nin Amour’da, hastalıkla yüz yüze kaldığında, kendinde tek cevher olan aşk ile “kendisi” olan insanı ifşa etmesi bu yönüyle bir paralellik arz eder. Film sanatının değerli yönetmenleri, çölün gözlerine bakmaya başlamışlardı epey bir zamandır. Ancak birçoğunun, “yukarı” ile kopan onca bağın yerine koyabilecek bir şeyi yoktu. Ne bir yol biliyorlardı, ne de bir çıkış yolu. işte tam bu anda, aşk, tüm bağları yeniden inşa edebilecek bir mucize olarak çıkagelebilirdi. Batı’ya yönelik bakışlarında aykırılıklar olan, ama sonuçta “çöl mensubu olan” her iki yönetmen de, zulalarında - belki Rahmanî yönleri kırpılmış da olsa - aşktan daha değerli bir şey bulamıyorlardı.

    Film sanatı, ölüm ve aşk dâhil, sınırlarla yüzleşme deneyiminin en keskin şekilde yaşatılabileceği sanat dallarının en önemlisi. Sinemanın ölüm ve aşk ile ilişkisi, onun hakikat ve güzellikle ilişkisinden bağımsız ele alınırsa, ölümün, aynen korku filmlerinde olduğu gibi korkunç yüzlerle karşımıza çıkması mukadderdir. Ancak ölümün profan sanat ve sinemada görünen şeytanî bu yönünün dışında, Rahmanî olan yönü daha önemlidir. Ölümle yüzleşme, insana ancak aşk veya tasavvuftaki seyr u sülûk deneyimlerinin yaşatabileceği bir sınır deneyimi yaşatır. insan, varlığının uçuculuğunun farkına varır ve hiçlikle yüz yüze kalır. Hiçlikle yüzleşme, hakikat ve güzelliğin içinden fışkırdığı bir derinliğin içine atar insanı. Varoluş derinliği ve Varlık’ın farkına varma hâline açılmanın başlangıcına… Hayatın daha önce şahit olunmamış katmanlarıyla tanışır insan. Zhit filminde kocasını hunharca bir cinayet sonucu kaybetmiş genç kadının da, ikiz çocuklarını kaybetmenin acısına dayanamamış kadının ve babasının ölümü üzerine hayâldan bir dünya yaratmış çocuğun da yaşadıkları, hazırlıksız şekilde bu “derinliğe atılma” deneyimleridir aslında. Yönetmenin en büyük başarısı, bu tür sınır deneyimlerle karşı karşıya kalan modern insanı anlatmayı deneyen birçok eserin düştüğü çukura düşürmemesidir filmi. Kolayca korku filmine dönüşebilecek bir konuyu, acının ve yüzleşmenin sarsıntısının dayanılmazlığını deneyimlemeye götürebilmesiyle, en az Haneke’nin Amour’da yaptığı kadar önemli bir iş yapmış Sigarev.
    Ölümle ve Amour’da olduğu türden bir ölümcül hastalıkla yüzleşmeyi ertelemek, hayatın anlamı üzerine tefekkürün ertelenmesi anlamına gelir. Hayatın, amaçsızca kocaman bir boşlukta yaşanması demektir bu. Ancak ölümle yüzleşmek, yüzleşmenin şartlarını düzgün tayin etmekle de ilgilidir. Zhit ve Amour’un en güçlü yönleri de, en zayıf yönleri de yüzleşmenin şartlarını tayin eden faktörlerle ilgili… Zhit filminde üzerimize boşaltılan katıksız acı veya Amour’daki “zorunlu son” bize yüzleşmenin şartları ve amaçları açısından ne söyleyebilir? Mesela Bergman’ın, belki tüm hayatının sorgulamasını başlattığı Yedinci Mühür’de yaptığına benzer bir derin yüzleşmeyi başlatabilir mi? Georges, yüzleşmeden başarı ile çıkmış mıdır mesela? Haneke’nin, özellikle kimi varoluşçularda olduğu türden, acının dayanılmazlığı karşısında, aşk ile bile olsa intiharı / cinayeti bir çıkış yolu olarak gördüğünü düşünebilir miyiz?

    Sigarev, acının dayanılmazlığına karşı, belki de üç ayrı tavırdaki ortak ve ayrı yönlerden bir çıkış yolu bulmayı seyirciye bırakmakta. Ancak Haneke, tüm filmlerinin bir anlık özetini, kendisinin ve modern insanın “yazgısının” bir ifşası olarak yeniden inşa ediyor görünüyor. Sigarev’in Zhit filminde amaçladığı, Yedinci Mühür’deki Jöns gibidir bu anlamda. Acının sonunda bir tür “bilgidir” amaçladığı. Haneke’nin tutumu ise ters yönden de olsa Jof’unki gibidir. Yaşamak ve ölmek, sadece ân meselesidir. O tokat da bu ân’ın bir çıktısıdır!

    Amour’da ve Zhit’de, modern düşüncenin ufuk çizgisinde bir “olasılıksız” olarak inşa ettiği ölüm, ufuktan “bura”ya ve “şimdi”ye getirilmiştir. Ama ölümle yüzleşmenin araçlarından yoksundur “bura” ve şimdideki insan. O yüzden yüzleşme anı geldiğinde korkunç bir yüzle ortaya çıkar ölüm veya ihtimâli... Tüketir, yok eder ve kendisi dışında hiçbir şeye hayat alanı bırakmaz.
    Öte yandan, bambaşka bir gelenekten gelen Akira Kurosawa’nın Dreams / Rüyalar filminde bir başka bakış vardır ölüme. Dreams’in bir bölümünde “insanın kendi eliyle yapıp ettikleri aracılığıyla karşı karşıya kaldığı felaketten” kurtulamayan insanlar vardır. Ölüm onlar için kurtuluştur ama ölemezler. Dünyada “ölümsüzlüğe mahkûm olmak”, ölümün hayata kattıklarından ve sağaltıcılığından mahrum olmak anlamına gelir. Hâlbuki Rüyalar’ın son bölümünde ölüm, daha önceki bölümlerdeki cehennem ortamında ölemeyenlerin görüntüsüne inat, cennet bahçesi içinde güle oynaya gidilen bir şey olarak sunulur. Ölüm zamanı gelen yaşlılar gülerek bir bayram havasında giderler ölüme. Ölüm, onlar için aynen Hz. Mevlânâ’nın vuslatında olduğu gibi bir düğün gecesidir. Ölümün hayatın içinde ve hayatla ayrılmaz bir bağ içinde olduğu geleneklerde, hayatın da sapasağlam temeller üzerine oturduğunun kanıtı gibidir Kurosawa’nın gösterdiği. Ölümü öldürmek hayatın ölümü anlamına geliyordur çünkü. Gerçi aynı gelenek içindeki bir başka yönetmen olan Kinoshita’nın ve sonradan Shohei Imamura’nın çektiği Narayama Türküsü’nde, zamanı gelince ölüme giden yaşlılar, ölümü aynı sükûnetle karşılayamazlar. Ancak sükûnetle karşılayana bahar ve cennet kokusu; korkana ve kaçmak isteyene ise ebedi cehennem ikram edilmiştir o filmlerde de.

    Amour’da, Georges’un yaptığı, Kurosawa’dakine benzer bir “ölüme sığınmak” mıdır peki? Bana kalırsa bambaşka iki anlayıştır Amour’da ve Dreams’de sözkonusu olan. Kurosawa’nın yaptığı, bu dünyanın geçiciliğine karşı, ölümü de hayatı da “hoş gelmiş” diyerek karşılamak. Haneke’ninkiyse, hayatın acımasızlığı ve ölümün “uzaklığı” karşısında, bir kaçış olarak “ölümü anlamsızlaştıran” intihar ya da cinayete sığınmak! Bu yönüyle, Kiyarüstemi’nin Kirazın Tadı filminde ölüme karşı duruşuyla “iktidarsız” olan Badii ile Haneke’nin Georges’i birbirlerine benzerler. intihar etmek isteyen ama ölümle hayatın ilişkisinde bir yöne doğru dengesizlik yaşadığı için, onu bile beceremeyen birisidir Badii… Georges’inki, de acısını dindirmek için yapmış dahi olsa, âşık olduğu insanı öldürmesiyle “intihar”dır aslında. Ölümün bir “son” olarak tanımlandığı ve ancak sona erişmek isteyen ve hayattan hiçbir zevk almayanların erişmesi gereken ufuk çizgisi Badii’nin önüne getirilmişti Kirazın Tadı’nda. Georges de “acının sonu” olarak bir “son” ister aslında. Ölümün bir başlangıç olduğu anlayışın çıktısı olarak ölüm değildir bu! Peki, bu intihardan bir “çıkış” bulabilmiş midir Haneke? Filmin sonunda gördüğümüz bu yöndeki emarelerin, daha sonraki Haneke filmlerini bambaşka mecralara taşıma potansiyelinin olduğunu söyleyebiliriz.

    Kiyarüstemi, çoğu kişi tarafından başyapıtı olarak görülen Kirazın Tadı’nda, Doğu hikmet geleneklerinin ve islam’ın ölüme bakışıyla, Batı’nın “bunalımlı insanının” ölümle yüzleşmesini karşı karşıya getirir. Badii, her ikisini de tam olarak bilmeyen, beceremeyen kabız, arafta kalmış modern çağ Müslüman aydınıdır. Ne hayatı nihilizmin sınırlarında yaşamayı becerir; ne de ölümü, hayatla iç içe bir tefekkür düzlemi olarak kavrayan Müslüman gibi, yaşamak ve ölmenin anlamını keşfetmeye açılır. Amour’daki durum da neredeyse tam olarak böyledir. Georges da Badii gibi araftadır. Ne modern insanın bunalımlı, kibirli, bencil sevgisizliğine teslim olmuştur; ne de aşk’ın, ancak kendisiyle tam olarak anlam kazanıp acının sağaltılacağı bir “bağ” bilmektedir. Bu yüzden ne yapacağını bilmez, bu yüzden araftadır ve bu yüzden ölüm ve acıyla yüzleşmede çözümü intiharda bulur!
    Sinemanın ölümünden bahsederken, çağımızın yaşayan önemli yönetmenlerinin bazıları, aynen Batı felsefesinin Nietzsche sonrası düşünürlerinde olduğu gibi, tekrar bir yüzleşmeye giriştiler son birkaç yılda. Haneke, Amour ile belki filmografisinin en önemli filmini yapmadı; ama kesinlikle en değerli yüzleşmesini gerçekleştirdi. Malick, ölümle yüzleşmeyi bir hakikat yolculuğu olarak inşa etmeye çalıştığı Tree of Life filminde, kendi zirvesine ulaştı. Gerçek bir oyunbaz-egoist olan Trier bile, Melancholiaile benzer bir yüzleşmeden kaçınamayacağını ifşa etmiş oldu belki de... Film sanatı, önemli eserler verebileceği yeni bir döneme girmiş olabilir ve bu, hepimiz için tam ölmek üzere dediğimiz sanatın dirilişi umudu olabilir.
    --spoiler--
    1 ...
  2. 52.
  3. beni en çok etkileyen filmdir diyebilirim. Zaman zaman yüzümde tebessüm oluştururken çogu zaman beni gözyaşlarına bogmuştur.
    0 ...
  4. 51.
  5. yabancı dilde en iyi oscar'ı alan film.
    0 ...
  6. 50.
  7. 49.
  8. bu filmin türkiyede sadece 3 sinema salonunda gösterilmesi resmen bir rezalettir. kaytırık kuyturuk filmler 7-8 hafta vizyonda kalıyor, resmen bir başyapıt olan bu eserin 3 sinema salonunda kalması sinema sektöründe ne kadar geride kaldığımızın göstergesidir. neyse ki zamunda denilen güzelliğe yüklenmiştir.
    2 ...
  9. 48.
  10. hanekenin bu sene cannes film festivalinde yardırdığı film. bir haneke hayranı olan mojonun sıcak sıcak spoilerı yeni çıktı.

    --spoiler--
    öncelikle tüm filmleriyle rahatsız eden bir yönetmenin aşk gibi bir konuyu nasıl işleyebileceğini çok düşündüm filmi izlemeden önce. yine yönetmenimiz, aşkın en vurucu dönemini ele almış. anne ve georges'un yaşlı insanlar olduğunu görüyoruz ve aralarındaki saygıyı hiç bir zaman kaybetmemiş olduklarını , sonsuza kadar da kaybetmeyeceklerini zannettiğimiz için filmi aşk boyutunda bu kadar rahatsız edici izledik. bizde bir söz vardır ninelerimiz söyler genellikle 'yatıp da kapılara baktırmasın' tarzı. bu filmde baştan beri bunu buram buram kokladım. çünkü aşkın sadakat , fedakarlık ve bağlılık boyutunu anca böyle bir anda görürdük, hastalık anında muhtaç olunan anda. filmde anne'nın bazı yerlerde georges'a kötü davranma kısmını beğenmedim. oysa okuduğum her film eleştiri yazısında georges' un ne kadar bencil olduğunu söylemişler. kesinlikle gösterilen sahnelerin altında derin boyutların olduğunu düşünüyorum. georges' ta da anne 'da da. ikisi de ölümden korkmuyor, ama millet ne der arkamızdan neler yapar, torunlarımız cenazede güler, kimse gelmez cenazeye havasında. bu genellikle yaşlılarda görülen bir özellik. georges cenaze törenini anne' ye anlatırken bunu farkediyoruz. ve sonda yaptığı davranışı, anne'yi evde bırakmasını, giydirmesini, kapıyı bantlamasını buna bağlıyorum. bencilliğine ya da aşka değil! anne ' da da kocasına sürekli yük olacakmış, her an mızmızlık yapacakmış havasını beğenmedim. zaten rahatsız ettiği kısımlar oralarda başladı. altına cişini yapmasında georges bu olayı büyütmemesine rağmen ikinci bir felç geçirdiğini gördüğümüzde anne'da da sorunlar olduğunu fark ediyoruz. kadın kocasını geçmişinde hep ciddi, hep güçlü, duygusal olmayan bir adam olarak gördüğü için felç durumunda bile çekinmesinden, dokunamamasından, hep ben hastayım modundan nefret ettim. anne georges ile konserden geldiklerinde georges' un ' bunu göz ardı edemeyeceğim çok güzeldin' demesini görmüyor. oysa georges'un karısını beğenen ve romantik bir adam olduğunu; kahvaltı esnasında anne felçli olmamasına rağmen ona bir şeyler anlatmasını, çocukluğunda izlediği filmde ağladığını, garip hissettiğini anlatarak duygusal olduğunu; karısına saygısızlık yapan hizmetliyi parasını verip gönderecek kadar da ona bağlı olduğunu görüyoruz. kesinlikle georges' un bencil olduğunu düşünmüyorum. kayışı koparan kısmı ve bizi sarsan kısmı georges' un anne'ye tokat attığı zaman. ondan sonra film ikiye bölünmüş gibi zaten. ilk bölümde anne'nin felçli durumu ve çektikleri ona acıdığımız kısmı ikinci bölümde georges' un yaşadığı bunalım. güvercini öldürme sahnesi bunalımın en iyi örneğiydi. öldürülme korkusu, yalnız kalma korkusu, eşini kaybetme korkusu bunların hepsi birleşince son sahnede georges'un kafayı yediğini görüyoruz. haneke yine harika bir eser çıkarmış, piyano ve kitaplık dekoruyla benim yönetmenimdir, saygılar.
    --spoiler--
    1 ...
  11. 47.
  12. spoiler mı değil mi bilmem ama ben gene de uyarayım.
    --spoiler--
    anne ve georges arasında geçen olay, dedem ve babaannem arasında geçmiştir ve biz de bunların şahidi olduk.
    tabi dedemle babaannem, anne ve georges gibi entellektüel* değil. köyde büyüyüp, köyde yaşayan olaylardan.tipik yurdum insanı yani.
    dedem ve babaannemle, anne ve georges'un benzerliği, dedemin anne gibi hastalığı yakalanmasıydı.
    talihsiz bir kaza sonucu dedem, beyninde hasar meydana geldi ve 3 sene süren hastalık sürecinden sonra vefat etti.
    ilk zamanlar konuşabiliyor, yemek yiyebiliyor, tuvalet ihtiyacını giderebiliyordu. zamanla, konuşması azaldı, daha çok yatar oldu, kendi kendine yemek yemesi zorlaştı, tuvalet ihtiyacını gideremez oldu. sonra aynı filmdeki anne gibi, yemeğini babaannem yedirmeye başladı, onunla konuşmaya çalıştı, tuvalet sorunu olduğu için bez kullanmak zorunda kaldı. banyo yaptırmak zorlaştı. saç ve sakal traşı da gayet zor oluyordu. anne yaşadığını dedem de yaşıyordu. farkı ise dedemin fiziksel olarak babaannemden daha ağır olması, bilinci azaldığı için istemediği şeylerde vurmaya ve ısırmaya çalışması idi.
    bunları neden mi anlattım?
    babaannem 3 sene boyunca çocuklarının evinde dedem ile birlikte dönüşümlü kaldı. ilk başlarda hastalığını kabul edemedi. dedemin hastalığı ilerledikçe çocuklaşıyor. babaannem ise eşine değil de çocuğuna bakar gibi bakıyordu dedeme. vurmaya çalışmasına, inatlaşmasına rağmen en iyi şekilde bakılmasını istiyordu.
    tabi kızmadan da edemiyordu, bunu filmdeki tokat sahnesine benzetiyorum ben.
    son zamanlarında ise durumu ağırlaşmış, yatak yaraları artmış, yemek yiyemez hale gelmişti dedem. burnundan bağlı bir hortum ile direk midesine gönderiliyordu yemek. ölmesini istemesek de, ölüm belki de en iyi kurtuluştu dedem için. ve son olarak hastanede yoğun bakımda gözlerini yumdu hayata. son zamanlarında artık hiç konuşamaz oldu. babaannem hastaneye gittiğinde beni tanıdı diyordu kendi kendine.
    ölümünü kabullenmek kolay değildi ama tek tesellimiz acılarından kurtulmuş olduğunu düşünmemizdi.
    fildeki yastık sahnesini ben buna yorumluyorum. georges her ne kadar kızmış olsa da anne'nin acılarından kurtulması için yaptığını düşünüyorum.
    belki insanlar senelerce birbirlerine aşık kalamazlar ama aralarındaki sevgi bir diğeri bir bebek olsa bile ona en iyi şekilde davranması gerektiğini düşündürüyor.
    bu film bana 3 sene önce yaşadıklarımı hatırlattı, benzer sahneler benim hayatımın bir bölümünde de yaşandı ama her şeye rağmen hayat devam ediyor ve böyle şeyler ile karşılaşacağız.
    --spoiler--
    2 ...
  13. 46.
  14. her sahnesinde her bir izleyişte farklı bir şeylerin dikkat çektiği film. öncelikle yine tek bir mekanda çekilmiş olmasına rağmen hiç kopmadan gidilebiliyor sonuna dek. aslında tam bir yönetmenlik şaheseri olan film ki benim umudum da o yönde umarım alır haneke bu filmiyle her ne kadar zorlu rakipleri olsa da diğer filmlere nazaran daha zor bir film olduğu için temennim bu yönde.

    --spoiler--
    ayrıca herkes özünde iyidir algısının içine etmiştir yine insanların mayasında kötülükte vardır diyerek ortak kanı bu yönde belki. ancak nedense bir türlü hatalı karar vermiştir diyemiyorum ben. belki de en iyi seçimi o anda yaptı. aşkı öldürdü gibi gözükse de bence öldürdüğü aşk değil sadece yarı ölü bir beden olmuş ve çıkışta görüldüğü üzere aşkı yaşamaya devam etmiş.
    --spoiler--
    2 ...
  15. 45.
  16. michael haneke 'nin altın küre ödülleri 'nde en iyi yabancı film ödülünü alan filmi. filmden önemli bir detay ise; filmin başlarında georges ve anne arasında komşularının evine girip tabloları kesen hırsızla ilgili bir sohbet geçer. filmin ilerideki sahnelerinde biz bu tablolarla karşılaşırız. burada anlatılmak istenen bizim (seyircinin) georges ve anne'ın hayatına gizlice girmiş bir hırsız olduğudur.
    2 ...
  17. 44.
  18. Haneke'nin müziksiz de film yapılabilir dercesine akademi üyelerini baştan çıkartan ve yalınlıkta zirve yapmış son filmi. Her izleyen beğenmez, her beğenen kolay kolay unutamaz.
    0 ...
  19. 43.
  20. 2013 en iyi film Oscar adaylarını izliyoruz: AMOUR - Michael Haneke...



    Amerikan sinemasındaki gibi, ilgiyi canlı tutacağım diye bin takla atan bir sinema değil bu.

    izlemeye niyetin varsa, izle; yoksa güle güle diyen bir sinema…

    Kısa sekanslar; sürekli 'cut'larla açı ve konum değiştiren kameralar; bu filmde hiç aramayın; YOK…



    Yönetmen, kamerayı bir açıya ve konuma yerleştirdikten sonra, sahne boyunca sabit tutuyor; sanki çıplak gözle olaya tanıklık yapıyormuşuz gibi.

    Peki böyle bir filmin SEYiR KEYFi olabilir mi? Gerçek hayat gibi, durgun, durağan bir akışa tanıklık etmek, seyir keyfi verir mi?

    Alman Michael Haneke'nin, en iyi film Oscar adayı Amour filmi, tam da böyle bir film; - sizi bilmem --- bana ve eşime seyir keyfi verdi.

    Durağanlık iyi bile: izlerken zihin oyunları oynamanıza izin veriyor; daha doğrusu zihninizi harekete geçiriyor.

    Babam felç geçirmiş; yüzde 60 sağlığına kavuşmuştu; arkasından annem felç geçirdi: Yüzde 70'i GiTTi. Konuşma yok; sağ tarafta ne kol ne de ayakta hareket yok.

    Anneme, bir bakıcı tuttuk. Ama babam, kendisinden hiç beklediğimiz şekilde, anneme öylesine bir bakım gösterdi ki; biz çocuklarının gözleri yaşardı.

    Film, kendilerine zor bakan 80'lik karı - kocanın (Kadın felç geçirip, sağ tarafı tutmaz hale gelince) hallerini anlatıyor.

    Filmin 'güzel' tarafı; sanki karı - kocanın hiç farkında olmadığı bir gözün, bizim gözümüzün, evin içinde onları gözetliyor gibi olması.

    Bu gözetleme, 'yaşlılık hallerimizi' düşünme ihtiyacını da harekete geçiriyor: O halde kendimizi hayal ediyoruz ki, iyi bir egzersiz…

    Film, Türkiye'de 28 Aralık'ta gösterime girmiş ve KOCCA Türkiye'de, sadece 3 (yazıyla üç) sinemada gösterilmiş. http://gundem.milliyet.co....2013/1655420/default.htm

    istanbul’da Altunizade ve Beyoğlu’nda; bir de Ankara’da… Toplamda filmi izleyen kişi sayısı 10 bin 577.
    0 ...
  21. 42.
  22. 41.
  23. yeni yılın ilk günü. izinliyim. uzun zamandır beklediğim filme haneke’nin amour filmine gitmek için internetten sinema seanslarına baktım. kızılırmak sinemasında yok.(üzüldüm, benim için değerlidir kızılırmak). büyülü fenerin on iki kırk seansına karar kıldım. yine de emin olmak için sinemayı aradım. malum yılbaşı sabahı açık olmayabilir. telefonu açan kızın sesinin canlılığına şaştım kaldım. belli ki dün gece dağıtmamış. o da benim gibi evinde girmiş yeni yıla, sıfır alkol bol kahve. ne garip kızın dolgun ve canlı sesi kendime gelmemi sağladı. ilk seanslar on iki otuzda başlıyormuş. eh zaten benimki on iki kırk.

    yılın ilk günlerine özgü bir hava vardı dışarıda. sokaklar bile akşamdan kalmaydı. perdelerin ardında yeni yıla umutla girmiş insanlar uyuyorlardı. belki üç beş lira isabet etmişti biletlerine, belki sevdikleriyle girmişlerdi yeni yıla. ya da mutsuzdular, her yıl oldukları gibi…
    bindiğim belediye otobüsü pekte dolu sayılmazdı. normal.

    otobüsten inip doğru sinemaya gittim. düşündüğümden fazla insan vardı, kızılırmak sinemasında koca salonda tek başıma onlarca film izlemiş biri olarak hayli garipsedim bu kalabalığı. gişedeki kızdan biletimi aldım. salon bir, h sırası sekiz numara on dört lira. kıza dikkatlice baktım telefondaki sesin sahibi mi diye, değildi. dışarıda bir sigara yaktım. içeri kafeye girdim. bir su ve crunch, üç lira.

    salondaki yerime oturup nereden geldiği belli olmayan klasik müziği dinlemeye başladım. salonun beşte biri doluydu. derken orta yaşlarının sonunda neşeli bir çift yanıma yaklaştı; galiba bizim yerimize oturuyorsunuz dedi. sekiz numara dediler ama dedim. kadın; bize de sekiz dediler dedi. burası h sırsı değil mi. yok ı burası dedi adam. bozuldum ama belli etmedim, özür dileyip kalktım. bir ön sıraya oturdum, arkama baktım kalktığım yere değil de iki yana oturmuşlar. ah şu insan soyu!!
    sonra ışıklar karardı, reklamların gümbürtüsü doldu kulaklarıma… biraz sonra da film başladı.
    film bitip yazılar akmaya başladığında insanlar kalkmaya başladılar. kalkarsam eğer bozacaktım büyüyü. işte hayatımın sonuna kadar burada oturmalı, son nefesimi burada vermeliydim. haneke; hayat düşünemeyeceğiniz anca yaşayabileceğiniz kadar acı diye bas bas bağırmıştı kulaklarıma. yavaşça doğruldum. ağır adımlarla çıktım sinemadan, gün ışığı gözümü aldı. montumun yakasını kaldırıp sokak boyu yürümeye başladım. hatay dürümcüsünden tavuk dürüm alıp yürümeye devam ettim, oturursam eğer, durursam bir daha gidemeyeceğimi hissettim. sonuna kadar gitmeliyim diye düşündüm. artık aşkın ne olduğunu bildiğime göre şu belediye otobüsünün altında can verebilirdim. yapamadım. yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm…
    2 ...
  24. 40.
  25. 39.
  26. abartı beklenti sahibiydim izlemeden önce. tamam, iyi, hoş. ama beklentimi keşke bu kadar yüksek tutmasaymışım.

    " haneke " olduğunu gözümüze sokmayan bir film olmuş. Der Siebente Kontinent kadar olamayacak sanırım hiçbiri.
    0 ...
  27. 38.
  28. fazla gerçekçi olduğu için insanı geren film. değişik bir iç sıkıntısı veriyor.

    --spoiler--

    izleyen kişinin filmi nasıl yorumladığı, george'un anne'e tokat attığı sahnede düşündükleriyle belli oluyor. ben o tokada çok üzülmekle beraber george'a hak da verdim. bi' an kendimi onun yerine koyunca, o kadar dayanamazdım bile düşündüm.

    --spoiler--
    0 ...
  29. 37.
  30. büyük beklentiyle izleyeceğim haneke filmi.Önce diğer filmleri bitsin öyle izleyeceğim.malum yapım sırasına göre izlemek en mantıklısı.
    0 ...
  31. 36.
  32. Nihayet bugün izleyebildiğim Haneke filmi.

    Gerçek bir film. Tüm hissettirdikleriyle hem de.

    --spoiler--

    Kendini dış dünyadan tamamen izole etmiş 60 yaşının üzerinde bir çift var. Anne ve Georges Bir bütün olmuşlar. Düzen onlar için her şeyden önemli. Hayatlarında her şey planlı ve programlı. Bunun dışına çıkmıyorlar. Arkadaşları yok. Onların onayı dışında evlerine, mahremiyetlerine girebilen kimse yok.

    Sonra birden bire hayatlarında büyük bir değişim oluyor Anne felç geçiriyor. Film de burada başlıyor esasen. Aşk, sevgi, sadakat, yalnızlık ve bencillik. Tüm bu duyguları görüyoruz filmin devamında.

    Anne güçlü bir kadın figürü. Hayatında hep dik durmuş Kimseden yardım istemiyor. Ama düştüğü durum onu yardıma muhtaç kılıyor. Belki de ona en çok acı veren çok sevdiği kocasının kendine bakmak durumunda kalması. Hastalığının en başından beri yardım istemekten kaçınıyor. Georges ise tüm hayatını birlikte geçirdiği güçlü kadının bu durumda olmasına dayanamayan elinden gelen her şeyi yapmaya çalışan bir adam. Ama zaman ilerledikçe ve anne'nin durumu kötüleştikçe beklenen sondan kaçamıyor Georges.

    Filmdeki en etkileyici sahne belki de tokat sahnesiydi. George eşine yemek yediriyor, ona hikayeler anlatıyor, onu uyutuyor bir bebek gibi bakıyor adeta. Ama nihayetinde bir insan. içinde yaşadığı baskı, hüzün, acı o tokatla birden dışarı çıkıyor. Sonrasında ise bir kaçış hikayesi başlıyor. Georges çok sevdiği eşinden, kızından, kendisinden ve gerçeklerden olabildiğince kaçmaya başlıyor. Anne iyi olmayacak ve bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi devam etmeyecek. Hem kendi içinde bulunduğu durumdan hem de Anne'nin içinde bulunduğu durumdan kurtulmak adına onu da kendisini de öldürüyor.

    Evlerine hayatlarına kimsenin girmesine izin vermeyen Georges eşini de yalnız bir şekilde ölüme uğurluyor. Aldığı çiçekleri yıkaması, hazırlaması bir çeşit cenaze töreni onun için.

    Ve filmin sonunda George sevdiği kadın Anne ile o evden çıkıp gidiyor. Yine birlikte yine bir bütün olarak.

    --spoiler--

    En iyi yabancı film ve kadın oyuncu Oscar'ını almasını temenni ediyorum.
    0 ...
  33. 35.
  34. Michael Haneke nin yönettiği, 2012 yılının en iyi filmi.
    0 ...
  35. 34.
  36. Rammstein efsanelerindendir. Yavaş kısmı hayattan kopartır, hızlanığı yerde kafanı kopartır.
    0 ...
  37. 33.
  38. indirdim şöyle bir kısaca baktım izlenecek film değil gibi, ama haneke hatrına izleyeceğim film.
    0 ...
  39. 32.
  40. 2013 oscar ödül töreninde çok büyük ihtimal yabancı dil alanında yarışacak olan film.
    1 ...
  41. 31.
  42. türkçesi aşk olan fransızca bir kelime.
    0 ...
  43. 30.
  44. haneke filmlerini severiz ama bu bambaşka bir film olmuş.hoş, her haneke filmi için bu cümle kalıbını kurmuş olabilirim. bu film hakkında duygularıma tercüman olan bir yazı kaleme alınmış.
    http://www.karsikultur.co...inozaya-gore-emek-ve-ozen

    bir diğer konuda çoğunluğun aşk filmi demesi. yok böyle bir haneke dünyası diyor ve gereken cevabı verdiğimi düşünüyorum.
    0 ...
  45. 29.
  46. rammstein adlı alman grubun bir şarkısı.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük