ne içindeyim zamanın
ne de büsbütün dışında
geniş yekpare bir anın
parçalanmaz akışında..
diyen şairde tarihi derinlik vardır. Rüya ve zaman onun eserlerinde en çok işlediği temadır. eski zaman elbiseliri hikayesi ve saatleri ayarlama enstitüsü romanında bunu apaçık görürüz. Beş şehir denemesinde de zamanın ruhunun eşyaya sinmesi vardır.
Atatürk, Türk milletinin ağlanacak haline katlanacak bir insan değildi.
Türk vatanını istilacı kuvvetlerden kurtarmakla savaşırken, Türk milletinin düşünce sahasına yerleşmiş istilacı geleneklere karşı lakayıt kalmadı. Onlara karşı da savaş açtı.
"Her insan, ne kadar müspet yaradılışta olursa olsun ölümünden sonra tekrar dirilmeyi düşünür, özler. Bu hayat dediğimiz mihnetler silsilesinin çok ileri zamana, müpheme atılmış bir mükâfatı gibidir. En müsait ve daima kazanacak kâğıtlarla oynanan bir oyun gibi, yeniden, âdeta baştan aşağı beğenmemek, inkâr etmek, değiştiğinden dolayı sevinmek için kalmışa benzeyen küçük bir mazi şuurundan başka her şeyi tekrar yaşamaya başlamak insanlığın elbette vazgeçemeyeceği bir hülyadır."
Beykozluların "Hızır Baba" adını taktıkları Ahmet Midhat Efendi boğazına da çok düşkündür. Ete pek yüz vermese de hamur işleriyle pilava bayılır. Tatlılardan ise kabak tatlısına.. Yalnız bir şartı vardır : pekmezle pişirilmesi ve üzerine de bolca ceviz dökülmesi gerekmektedir.. Sevdiği şeyler arasında süt de vardır. Sırf bu sevgi yüzünden bir ara sütçülüğe de kalkışmıştır..
Beykoz'da, Akbaba'da, bir de çiftliği vardır. Tarım ve hayvancılıkta birçok araca orada rastlayabilirsiniz. Türkiye'deki ilk kuluçka makinesini de yine orada görebilirsiniz.. Çiftlikte kendi evinden başka damadı Muallim Naci'nin de evi vardır. Burayı sonradan yaptırmış ve ona "Nacihane" adını takmıştır !..
iyi bir avcıdır. Karacayı tek bir kurşunda yıkar.. Yatak odasında bir Çerkez eğeri ile dipçiği sedef kakmalı bir çifte bulundurursa da bu, daha çok süs içindir. Av merakı onu, Kopoy denilen av köpeklerine tutkun etmiştir. Rumeli'den gelen göçmenler kendisine hep bu köpeklerden getirirler, çiftlikte de aylarca kalırlar. Çiftlik bir ara tam bir göçmen kampı olmuştur !.. Sonunda Ahmet Midhat, Bursa'da bir arazi almış, onları oraya yerleştirmiştir...
Çiftlikte özel olarak yaptırılmış, iki katlı bir taş bina daha vardır.. Burası, kitaplarını koyduğu bir depo olarak kullanılmaktadır.. Oğlu Kamil Yazgıç'ın bu bina ile ilgili bir anısı vardır..
Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Askerler gelip çiftliğe el koyar. Ahmet Midhat iki yıl önce, 28 Aralık 1912' de öldüğünden, oğlu askerlerle muhatap olmuştur.. Bir gün komutan, Kamil Bey'i çağırır ve depo olarak kullanılan binayı yirmi dört saat içinde boşaltmasını ister !.. Koskoca bir depo, bu kadar kısa bir sürede, nasıl boşalsın ? Üstelik Kamil Bey'in ne yeri, ne adamı, ne de parası vardır.. Çünkü rahmetli bütün parasını halka ve yoksullara dağıttığı için ondan geriye ; bir çiftlik, bir yalı, Tophane'de bir arsa ve bir de "Sırmakeş Suyu" kalmıştır ama para olarak bir şey yok !..
Kamil Bey düşünür, taşınır ve elli bin kitabı bir yere taşıyamayacağına aklı kesince, komutanın karşısına çıkar ve, "Ben bu kitapların tümünü buradaki er arkadaşlara armağan ediyorum ! " der.. Daha o, oradan ayrılır ayrılmaz, komutan hemen tüm kitapları erlere dağıtır ; onlar da kitapları memleketlerine postalar..
Doktor Kamil Bey, yıllar sonra, Anadolu'ya yaptığı yolculuklarda, tek gazete girmeyen köylerde bile babasının kitaplarına rastlamasın mı ? Ne kadar sevindiğini varın tahmin edin artık !..
kendimizi sevmiyoruz.
kafamız bir yığın mukayeselerle dolu:
dede’yi wagner olmadığı için
yunus’u verlaine, bâki’yi goethe ve gide yapamadığımız için beğenmiyoruz.
uçsuz bucaksız asya’nın o kadar zenginliği içinde dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çıplak yaşıyoruz. coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. başka milletlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz.
şiirlerini okurken, zaman denilen olguyla bir yumak gibi oynadığınızı hissediyorsunuz. ilk defa, o size değil, siz ona hükmediyorsunuz. her mısranın sonunda tatlı bir rüyadan uyanmanın hüznü, mutluluğu dolduruyor içinizi.
gelip geçici olmanın hüznü ne zaman omuzlarınıza binerse açın şiirlerini okuyun. ferahlayıp sonsuz olduğunuzu hissedeceksiniz.
“ne içindeyim zamanın
ne büsbütün dışında
yekpare geniş bir anın
parçalanmaz akışında”
Türkiye, öyle bir annedir ki, evlatlarının kendinden başkası ile uğraşmasına izin vermez.
diyerek görüp görebileceğim en kısa ve öz türkiye tanımını yapmış edebiyatçı,düşünür.
"Bir adın kalmalı" şiir'i ibrahim Sadri ait. Tanpınar' ın şiir kitaplarına bakarsanız böyle bir şiiri olmadığını görecekseniz
ibrahim Sadri twitter hesabından bu konu hakkında açıklama yaparak şiirin kendisine ait olduğunu söylemiştir.
Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
içinde ne garip yazdı…
Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,
Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
ikindi saatlerinde…
Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
iki bakış arasında.
çok kez aşık olmuş ama hiç evlenmemiştir. evliliğe karşı olduğundan değil büyük aşklarının hepsini evli kadınlarla yaşadığından....
sevdiği kadınla eşini gördüğündeki hislerini bir mektubunda ahmet kutsi tecere şöyle anlatır:
"birtakım gayet hissi ve benim yüzüme bir maymun hali veren konuşmalardan sonra, beni mektebe gelip göreceğini vadetti. 'sizi arar bulurum.' dedi. (...)
dün beyoğlu'nda ona rastladık. yanında kısa boylu bir adam vardı. kocasıymış... herif o kadar çelimsizdi ki, önünde durduğumuz tütüncü dükkanının aynasında uzun müddet ve hiç de mütevazı olmayan bir hazla kendi yüzümü seyrettim. armutun iyisini... efendim, ayı denilmez, maymun diyelim, yermiş."
aynı mektupta:
"evlen, kutsi, evlen. ebedi bir şifadır evlenmek. ben doğrusu ümit etmekten bıktığım için evlenmeye derhal hazırım." der.
edebiyat fakültesinde hoca iken yine evli bir kadına aşık olur. bu aşk yüzünden hasta düşer, intihar etmeyi bile düşündüğü söylenir ama kadın, kocasından boşanmaz. zamanla mesele kendiliğinden durulur:
"ben bu aşkı yaşamasaydım, bu sıkıntıyı çekmeseydim Huzuru yazamazdım!" der yakın bir dostuna. huzur romanındaki "nuran" o kadındır işte
sen akşamlar kar büyülü, sıcak/ rüyaların kadar sade, güzeldin,/
baş başa uzandık günlerce ıslak/ çimenlerde yaz bahçelerinin
“sonra bir sabah seni gördüm. sonra bir sabah daha gördüm. sonra hep gördüm. kedi de gördü. kedi seni çok seviyor, biliyor musun? onunla takip ediyorduk seni. bazen izini kaybediyorduk ama onun bir sürü arkadaşı var. onlara soruyorduk.”
birgün üniversitede hoca haşim'in şiirini yorumluyormuş, anlatmış anlatmış sonra arkada haşim'i fark etmiş nasıl üstad güzel yorumladım mı demiş. haşim de:
-valla ben bunları hiç düşünmemiştim demiş.
böyle bir hikâye kalmış aklımda.
demek şiir biraz da ortak duygulara hitap eden herkesin kendinden bir şeyler bulabildiği bir şey.